Olağanüstü durumlar, gerilimlerden bir türlü kurtulup, normal koşullara geçemiyoruz. Her alanda tam anlamıyla kavramlar karmaşası yaşanıyor.
Parlamenter demokratik sistemimiz askeri darbelere kapıyı açık bırakmış. Bir yandan demokratikleşmeye çalışıyoruz, demokrasi vazgeçilmez temel doğrultumuzdur diyoruz, öte yandan başta Anayasamız olmak üzere tüm yasalara ve hukuk sisteminin ruhuna hâlâ 12 Eylül’cü cuntacıların kurucusu iradesi egemen. Siyasal alanla, askeri, sivil bürokratik alanın sınırları, yetkileri ve sorumlulukları nerede başlıyor nerede bitiyor, kim kimi yönetiyor; kim kimi denetliyor, hem belirli hem belirsiz.
Genelkurmay Başkanı, bir siyasi parti lideri gibi, zaman zaman ana muhalefet lideri, zaman zaman da Başbakan gibi açıklamalar yapıyor, basın toplantıları düzenliyor. Genelkurmay Başkanı bütün bu tutum ve davranışlarını, Atatürk düşüncelerine ve cumhuriyete, rejime sahip çıkmak ideolojisine dayandırıyor.
Dünyanın hangi demokratik ülkesinde bu derece politikleşmiş ve günlük politikanın içinde yer alan ve yön belirten ordu vardır acaba. Bu nedenle, demokratikleşme alanının genişlemesi ne zaman gündeme gelse, ordu ile karşı karşıya geliniyor. Rejimin, sistemin, devletin resmi ideolojisinin koruyucusu, kollayıcısı ve bunların sınırlarının belirleyicisi, sorumluluğu orduya aittir, tartışma götürmez biçimde zihinlere yerleştirilmiş buluyor.
SİYASETİN SINIRI “KEMALİZM”
27 Nisan Muhtırası’na karşı 29 Nisan yürüyüşünde tepki olmamasını anlamak mümkün. Durum böyle olunca, siyasal alanın genişliği ve darlığını belirleyen, Genelkurmay heyetlerinin Atatürkçülük ve Kemalizm algılaması çerçevesi oluyor. Ordu siyasal alanda gölge olarak en büyük siyasal parti gibi duruyor, böyle algılanıyor. Şeklen Başbakan’a bağlı olmasına karşın fiilen siyasetin merkezinde yer alıyor. Kendini bağlı hissettiği Atatürkçü ideolojisi, orduya ideolojik-politiklik olarak tutum almakta, politikanın içinde yer almasına süreklilik kazandırıyor. Bu durum aşılmadıkça orduyu siyasal alandan uzaklaştırmak mümkün görünmüyor. Ve, siyasal alanın genel çerçevesi Kemalizm-Atatürkçü düşünce ile sınırlanıyor ve bu sınırların koruyucusu da TSK olarak tanımlanıyor.
Böylesi siyasal ortamda, farklı siyasal düşüncelere, politikalara sahip partilerin de anlamı kalmıyor. Siyasal alandaki çoğulculuk, farklı siyasal düşüncelerin siyasal alanda yer alması rejim açısından tehlike olarak tanımlanıyor. Milli Siyaset Belgelerinde iç ve dış düşman tanımlamaları yapılırken rejim yandaşı ve rejim karşıtı ayrımı yapılıyor. Rejim tanımı ise, demokrasi kriterleri çerçevesinde yapılmıyor. Atatürkçülük algılaması doğrultusunda yapılıyor. Bu algılama sürekli olarak gerilimler ve korkular üretiyor.
Sistem normalleşemiyor, süreklilik kazanan olağanüstü durumlar yaşanıyor. Demokrasinin kuramları ve kurallarıyla işlemesi için yapılması gerekenler çok açık ve net: 12 Eylül’ün, Anayasa, siyasal sistemde ve hukuktan arındırılması gerekiyor. Bugün cumhurbaşkanı seçiminde ortaya çıkan hukuk karmaşası, parlamentonun toplum iradesini yansıtıp yansıtmaması sorunları 12 Eylül rejiminin hâlâ sürüyor olmasının sonucu değil midir.
KALABALIKLARIN RUH HALİ
İşte bu ve benzeri kavram kargaşaları, toplumun politik tutum alma, tepki gösterme zihniyetini de karıştırıyor. Toplum, tutarlı siyasal davranışlar, tutumlar yerine, ortaya konulan senaryolara, psikolojik harekat merkezlerinin hazırladıkları oyunlara göre duygusal tepkiler gösteriyorlar. Tarih bilincimizi biraz yoklarsak: 12 Eylül’ün nedeni Konya mitingi, 28 Şubat’ın sebebi Sincan’da bir tiyatro oyunu, 27 Nisan bildirisinin gerekçesi Urfa’daki kız çocuklarının Kutlu Doğum Haftası...
Duygusal tepkiler epeyce bir zamandır, belirli merkezlerin de desteği ile ulusalcılık/milliyetçilik ekseninde, Atatürkçülük ideolojisi merkezli büyütülmeye çalışılıyor. Türk bayrağı simgesi eksenli ulusalcılığın çok tehlikeli yollara kayması mümkün. 14 Nisan ve 29 Nisan mitinglerini hem siyasal, hem sosyolojik olarak derinlemesine okumak gerekiyor. Milliyetçi/ulusalcı tepkilerle, yoksulluk, işsizlik, adaletsizliğe karşı tepkiler, politik bir rotaya oturmazsa, bu tepkinin, öfkeye ve neo-faşist saldırganlığa dönüşmesi kaçınılmaz olabilir. Sanki böylesi gerilimi yaratmak isteyen, maniple edilmiş “sivil toplum örgütleri” adı altındaki militarist, ırkçı, neo-fasit yapılar, kırmızı beyaz Türk bayrağı simgesini, kendileri gibi düşünmeyenler için saldırma simgesine dönüştürmeye çalışıyorlar. Kırmızı-beyaz rengi kitle kültürümüze de uygun biçimde kullanılıyor. Resmi ideolojinin yıllarca ve yıllarca empoze ettiği, bilinçaltımızda yerleşmiş olan “vatanı, milletiyle, kaynaşmış, imtiyazsız, sınıfsız bir milletiz” tezinin bilince çıkması olarak okunabilir.
Kırmızı beyaz rengi, bir yandan, siyasal olana, siyasete tepki olarak, siyaset üstü alternatif olarak ileri sürülüyor. Öte yandan, Atatürkçülükle özdeş olarak ifade edilen, sol söylemli ulusalcılık/ tam bağımsızlık sloganlarını, laiklik, modernlik ve çağdaşlıkla bütünleştirerek siyasal bir duruş ortaya konuluyor. Bir üçüncüsü, kırmızı beyaz rengi ve Türk bayrağı, laiklik’i korumanın simgesi olarak, “şeriat düzenine”, şeriatla özdeşleştirilen türbana karşı ve çağdaş yaşam alanını korumanın simgesi olarak sallanıyor.
SİYASETİN ÖLÜMÜ
Yaşadığımız bu süreç, siyaseti tümüyle devre dışı, etkisiz bırakıyor. Militarizm, otoriter düşünce, şovenizm, ulusalcı/milliyetçi-neo-faşizme doğru açılma tehlikesi taşıyan bir süreç gelişiyor. Etkisizleşen siyasal partilerin bıraktığı boşluk-alan “sivil toplum” tarafından dolduruluyormuş gibi görünüyor. Manipüleye açık olan, politik yönlendiricilikten uzak bu “sivil toplum” yöneliminin eğilimi demokratikliği/demokratlığı çok fazla içermiyor. Bu süreç ya Türkiye’de yeni bir sol dalgayı ortaya çıkartır. Ya da kendini sol diye tanımlayan ulusalcılar/ Türkiye’yi neo-faşist tehlikeli sulara doğru sürüklerler.
Siyasal alan daraltıldıkça, militarist, otoriter alan genişliyor. “Cumhuriyet değerleri” alanını genişletme çabaları, demokrasi alanını daraltıyor.
Yeni Şafak, 2.5.2007
|