Abdullah Gül’ün adaylık haberini Londra’dayken aldığımı yazmıştım. Bunun hakkında düşündüklerimi oradan yazdım. Geldim ki, gene ‘gece yarısı muhtıraları’ falan, olağanüstü koşullarda yaşadığımızı kanıtlayan işler olmuş. Dün de İstanbul’daki miting yapıldı.
İlkin bundan başlayayım: bir solcu olarak, kitlelerin inanç ve isteklerini sokaklarda, meydanlarda, haykırarak dile getirmesini her zaman sağlıklı bulmuşumdur. Bu çerçevede, bir kriz yılı olduğu ve böyle devam edeceği belli olan 2007’nin en olumlu olayları da, benim açımdan, Ankara’daki ve İstanbul’daki mitingler -bunlar benim katılacağım mitingler olmadığı halde.
Her ikisi de son derece kalabalıktı; sayılar çoğalınca, olayda yer alanların düşünce yelpazeleri de aynı oranda genişler. Ama sonuçta sokağa dökülen bunca insanın başlıca kaygısının laiklik temelinde biçimlendiği besbelli. Türkiye’de laikliğin anlaşılma ve uygulanma biçimleri üstüne herhalde daha çok tartışılacak, ama bu kalabalıkların laikliği kaybetme korkusuyla hareket ediyor olması, başlı başına, bir sağlık belirtisi bence.
AKP’nin, malum ‘takiye’ yöntemleriyle vb. laikliği yok etmeye kararlı bir örgüt olduğu iddialarını hiç ciddiye almamakla birlikte, bu kaygının büsbütün boş olmadığının ispatı, grupların burada bulunduğunu ve hatta en üst düzeylerde de temsil edildiğini biliyorum. Bu nedenle de bu mitingler olumlu; tam yerine oturmuş bir şekilde, meydanın boş olmadığını gösteriyor.
Benzer sözleri 28 Şubat öncesinde yazdığımı hatırlıyorum: o zaman belli başlı işçi sendikalarının yanı sıra belli başlı işveren örgütleri de, içinde Erbakan’ın bulunduğu hükümete karşı bir platform oluşturmuştu (dünya siyaset tarihinde benzeri ender görülen bir birleşme). Bir iktidara karşı toplum bu şekilde birleşmişken, niçin birileri hâlâ ‘asker’den medet umar? Bu ne kadar derin bir ‘güvensizlik’tir, topluma karşı?
Sonuçta, o hükümeti istifaya zorlayan jestler gene Silahlı Kuvvetler’den geldi. Gelmesi de mukadderdi, çünkü bir toplumda bu konuma erişmiş herhangi bir toplum, öyle bir yaptırım gücünün kendi elinden kayıp bir başka kuruma, hele hele toplumun eline geçmesini istemez, isteyemez.
Şu son mitinglerde ciddi rolü olduğu anlaşılan emekli general Hurşit Tolon da bu mitinglerin hükümetin aldırışsızlığına karşı mecburen yapıldığını söylerken, kendi öz ideolojisinde halkın sokağa dökülmesinin çok muteber bir şey olmadığını istemeden açığa vuruyordu -belki de ‘isteyerek’. Yeni bir 12 Eylül olsa, aynı kişi, sokakta 50 kişinin toplanmasına tahammül edemez, deneylerimizin çok iyi gösterdiği gibi.
Gene bu mitinglerin ikincisinde, ‘gece yarısı muhtırası’nı izleyeninde, ‘Ne postal, ne takunya’ gibi dövizler olduğu görülüyor. Konuşmacıların bazıları ya da katılımcı grupların bazıları, ‘irtica’ karşısındaki alternatifin ‘darbe’ olmadığını vurgulamaya özen göstermiş.
Bu iyi, ama bunlar, her iki mitingin de, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel-göreneksel devletinin kanatları altında gerçekleştirdiği olgusunu değiştirmiyor. Tuhaf, ‘paradoks’ sınırlarına dayanan bir ilişki: ikinci miting ‘muhtıra’nın gölgesinde yapılıyor ve aslolarak o ‘irade’nin bir yansıması; ama toplanan kitlelerin arasında azımsanmayacak sayıda birilerinin de ‘Darbe istemiyoruz’ demesi ilginç ve anlamlı. ‘Anlam’, tabii, ‘anlama’ fiiline bağlı bir şeydir.
Radikal, 1.5.2007
|