Yürek burkan, al bayrağa sarılı tabut görüntüleri yeniden ekranlara düşmeye başladı. Son operasyonda şehit düşen asker sayısının 14’e ulaştığı haber veriliyor. 2,5 yaşındaki Emir’in babasının tabutunun arkasından salladığı küçücük elleri gibi çaresiz miyiz?
Ne değişti? Neler oluyor?
Türkiye 1984’ten 1999’a kadar, yoğunluğu yüksek bir çatışmanın içinden geçti. PKK, Kürtlere vaatlerde bulundu. Şiddet yöntemleri ile sonuca ulaşacağına birçok insanı ikna etti. En son geçen sene sonunda başlayan ateşkesle birlikte bıraktığı silahlarından ve cephanesinden önce, siyasî olarak tükendi. Bugün, şiddet yöntemleri ile çözebileceği hiçbir sorun, açabileceği hiçbir kapı yok. Yaşanan, denenip tüketilen onca şeyden sonra Kürt sorununun şiddet yöntemleri ile çözülebileceğine dair en küçük bir ihtimalin bile kalmadığını, Kürt siyaseti yapanlar biliyorlar. Türkiye şiddet sarmalında birçok şeyi tükettiği gibi, bölge ve dünya şartları da artık eskisi gibi değil.
Ekrana yansıyan al bayrağa sarılı cenaze görüntüleri sadece anlamsız görünen bir “yine mi?” sorusunu akla getiriyor. Ama niye?
Operasyonlarda PKK’nın kaybı 17 kişi. Aynı anlamsızlığın ölenlerin yakınları için de geçerli olması lâzım. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Doğru. Ama “niye” yakıyor?
Şiddetin, kanla beslenen bir canavarı, yani doğrudan kendisini çoğaltmak dışında çözebileceği ne var? Öfkenin, nefretin bile bir mantığının olması gerekmez mi?
PKK’nın mayıs sonuna kadar geçerli olmak üzere ilan ettiği ateşkes, fiilen sona ermiş durumda. Kayıplar yeniden rakamlar olarak karşımıza sık sık çıktıkça, geçmişten farklı bir tablo ile karşılaşacağız: Bir çılgınlık hali. Büyük şehirlerde ele geçen patlayıcılar, bu çılgınlık halinin işaretleri gibi görünüyor.
“Neler oluyor?”
Karar vericiler, Kürt sorununun da aralarında bulunduğu birçok sorunun çözümüne yönelik adımları cumhurbaşkanlığı, hatta genel seçim sonrasına ertelediler. Sanıldığının aksine, cumhurbaşkanlığı seçimi fazla krize yol açmadan kendi mecrasında ilerliyor. Sorun, tüketilmesi gereken yaklaşık bir buçuk aylık zamana başka gündemlerin rahatlıkla girebilmesi. Biz cumhurbaşkanının kim olacağını tartışıyoruz. Birçok sorunu da bu tartışmanın sonucuna endeksliyoruz. Ama başkaları buldukları en küçük çatlağın içine bir şeyler yerleştirme fırsatını kaçırmıyor.
İlk defa “şiddetsizlik” ortamının, sorunların çözümünde ne kadar elverişli fırsatlar sunabileceğini ispatladık. Şiddet, aklımız da dahil her şeyimizi esir ediyor, kaynaklarımızı ve gücümüzü tüketiyordu. En önemlisi, öfkenin, düşmanlığın ve nefretin aslında bir sebebinin olmadığını kavradık. Türkiye’nin sadece siyasal düzeyde üretilmiş bir etnik sorunu olduğunu, Kürt’üyle Türk’üyle toplumun böyle bir sorunu büyütmediğini hatta yangını söndürdüğünü fark ettik. “Şiddetsizlik” ortamı, toplumun doğal entegrasyon dinamikleri ile olgunlaşan 72 milyonun her ferdinin diğeri ile kardeş olduğu bir ideal toplumun uzakta olmadığını gösterdi.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin doğal kutuplaşması, provokasyonlara açık bir ortam oluşturuyor. 14 Nisan mitingi, geliştireceği reaksiyondan çok, provokasyonlara elverişli haliyle sorumlu olan herkes tarafından mercek altına alınmalı. Bu seçim, kriz tacirlerinin ve fırsatçıların beklediği dumanlı havayı koyulaştırıyor.
Türkiye’nin bu seneyi, hesapta olmayan bir krizle harcamamalı. Bazı sorunların çözümü için zaman gerekiyor. İhtiyacımız olan şey sabır. Karamsarlıktan ve kötümserlikten uzak duralım. Uluslararası konjonktür, Türkiye’nin iç sorunlarla boğuşup güçsüzleştirilmesine imkân vermiyor. Üstelik, toplumu, siyasetçileri ve devlet büyükleri ile bütün taraflar zengin bir tecrübe sahibi. Şiddetin yeniden tırmanmasına katkıda bulunanlara kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını fark ettirmeliyiz.
İhtiyacımız olan tek şey huzur.
Hiçbirimiz, küçük Emir’in küçücük elleri gibi çaresiz değiliz. Yola koyulan huzurun arkasından el sallamakla yetinemeyiz. Ve küçücük bir çocuğu babasızlığa ve çaresizliğe mahkûm edemeyiz.
Zaman, 12.4.2007
|