Vefatının 47. yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Said Nursî’yi anma etkinlikleri çerçevesinde gazetemizin Bursa Temsilciliği tarafından Tayyare Kültür Merkezinde düzenlenen ‘Mevlânâ’dan Günümüze İslâm Düşünürleri ve Bediüzzaman’ konulu anma programı muhteşem oldu.
Vefatının 47. yıldönümü vesilesiyle Bediüzzaman Said Nursî’yi anma faaliyetleri çerçevesinde Yeni Asya Gazetesi Bursa Temsilciliği tarafından Tayyare Kültür Merkezinde tertiplenen ‘Mevlânâ’dan Günümüze İslâm Düşünürleri ve Bediüzzaman’ konulu anma programı muhteşem oldu.
Bediüzzaman’ı anma programının başlama saatinden önce salonun tamamen dolması üzerine Tayyare Kültür Merkezi yöneticileri tarafından kapıların kapanması istendi. Bunun üzerine yüzlerce kişi salona giremedi. Daha sonra kapıda bekleyenlerden bir bölümü salonun yan ve arka taraflarında toplantıyı ayakta izleyebilecekleri bir şekilde içeri alındı. Salonda ayakta dahi yer kalmadığı için programı takip edemeden geri dönmek zorunda kalanlar oldu.
Bursa’nın en önemli toplantı salonu olan Tayyare Kültür Merkezinde tertiplenen anma programının açış konuşmasını gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular yaparken, konuşmacılardan araştırmacı-yazar İslâm Yaşar ‘Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın Misyonu,’ Dr. Senai Demirci ise ‘Asrın Reçetesi’ başlığı altında konuşmalarını sundular.
Anma programının son bölümünde ise oldukça duygulu anlar yaşandı. Bu bölümde Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan talebelerinden Mehmet Fırıncı salonu hınca hınç dolduran dinleyiciler tarafından ayakta alkışlandı.
Programın açış konuşmasını yapan gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, Bediüzzaman’ın dinin devreden çıkarılmak istendiği bir dönemde imanî meseleleri akla ve mantığa uygun bir şekilde ispat ettiğini ifade ederek ‘Bu esasları, bu kurtuluş reçetelerini sadece Türkiye ve İslâm âlemi için değil, bütün insanlık için takdim etmiştir’ dedi. Kutlular konuşmasının devamında bugün aile, gençlik ve toplumun ıztırap çektiğine işaret ederek, ‘öğretmenini döven gençlikten, sokaktaki kap-kaç olaylarına kadar toplumdaki güven ortamının bozulmasının tek sebebi iman zaafıdır. Bediüzzamın’ın ifade ettiği gibi insanda eğer iman olmazsa canavar bir hayvandan daha korkunç bir duruma gelir’ diye konuştu.
Sevdiklerimizi Cenâb-ı Hak namına sevmemiz gerektiğini, bunun da mânâ-i harfî diye tabir edildiğini belirten Kutlular, “Bizde ‘Ne güzel’ yok. ‘Ne güzel yaratılmış’ var. Yani Yaratıcıyı unutmadan, Yaratıcı namı hesabına, O’nun yarattıklarını sevmektir mü’minin görevi” sözleriyle konuşmasını sürdürdü.
Konuşmasında ırkçılığa da değinen Kutlular, ırkçılığı insanlık için bir belâ olarak tanımladı.
Kutlular konuşmasının son bölümünde Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonraki 50 yılda tek gaye ve çalışmasının Risâle-i Nurları muhtaç olanlara ulaştırmak olduğunu anlatarak ‘Bunun dışında hiçbir gayem ve işim olmadı’ şeklinde ki sözleriyle konuşmasını tamamladı.
İKİ MÜCEDDİD: MEVLÂNÂ VE BEDİÜZZAMAN
Mehmet Kutlular’dan sonra kürsüye gelen araştırmacı-yazar İslâm Yaşar, Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın misyonunu iki müceddid arasındaki benzerlik ve farklılıkları dile getirerek ebedî ve veciz bir şekilde anlattı.
Konuşmasına sevgiyi anlatarak başlayan İslâm Yaşar, sevginin insanları birbirine bağladığına işaret ederek şunları söyledi: ‘“Sevgi beraberliği ebedî bir beraberliktir. Hilkatin sebebi sevgidir. Cenâb-ı Hakkın, ‘Ey Habibim, sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım’ ifadesi muhabbetin ilk meyvesidir. Kâinatı kapsayan bu sevgiden vaz geçilemez.”
İnsanların ne sevmekten ne de sevilmekten vaz geçemediğini anlatan Yaşar, ancak zaman zaman sevginin asıl mecrasından çıkarak mecazileştiği ve uhrevî anlamı kalmadığını belirtti. Böylesi durumlarda büyük müceddidlerin ortaya çıktığını ifade eden Yaşar, şunları söyledi: “Bu müceddidler sevgiyi yeniden asıl mecrasına çekerler. Mevlânâ’nın sevgisi ve Mevlânâ’nın sevgi halkasını bütün kâinat kadar genişleten Bediüzzaman’ın sevgisi bizi burada buluşturdu. Bediüzzaman’ın müceddid olduğu bir zamanda Mevlânâ’nın sevgisi. Bediüzzaman’ı andığımız bir gecede Mevlânâ’nın sevgisini anıyoruz.”
Bediüzzaman’ın Mevlânâ ziyareti hakkında da bilgi veren İslâm Yaşar, Bediüzzaman’ın Mevlânâ türbesinin kapısından içeri girmemesi olayını şöyle açıkladı: “1950’lerde Konya’ya giden Bediüzzaman, kardeşinin yanı sıra Mevlânâ’yı da ziyaret eder. Mevlânâ Celâleddin’in türbesini değil, onu ziyaret etmek ister. Devrin valisi müsaade etmez. Ziyaretini yapamadan geri döner. Bir yıl sonra meşakkatli bir yolculuktan sonra yeniden ziyarete gider, etrafı kalabalıktır. Bediüzzaman Hazretleri kapıda durur ve içeri girmez. Talebeleri bu durumu merak ederler. Halbuki maneviyat âleminde Mevlânâ Hazretleri, Bediüzzaman’ı kapıda karşılamıştır. Gerçekten orda iki âlem bir arada yaşanmaktadır. Mevlânâ’yı ve Bediüzzaman’ı böylesi bir mânâda anlayarak sevgiyi paylaşmalı, sevgiyi asıl mecrasına çekmeliyiz. Mevlânâlar ve Bediüzzamanlar insanlığın muhabbete bakan yüzleridir. Kendilerine zulümle davrananlara bile sevgiyle bakmışlardır” şeklinde konuştu.
Dinleyiciler tarafından büyük bir dikkatle takip edilen konuşmasında İslâm Yaşar, Bediüzzaman’la Mevlânâ arasında benzerlikleri çeşitli örnekler getirerek açıkladı. Mevlânâ’nın sevgiyi, Bediüzzaman’ın imanı ön plana çıkardığını anlatan Yaşar şunları söyledi: “Sevgi Mevlânâ’da daha çok ön planda ortaya çıkarmıştır. “Ne olursan ol gel” ifadesi bunun bir işaretidir. Bazı insanlar İslâmiyetin haricinde bir şey sanmışlardır. Bediüzzaman ise kendi döneminde en çok zaafa uğrayan imanı ön plana çıkarmıştır. Bunu da sevgiyle yapmıştır. İkisi de kâinatı bir kitap olarak insanların huzuruna açar ve kâinat kitabını okuturlar. Biri sesi ve hareketiyle, diğeri tefekkürü ile okutur.”
Yunus Emre’nin, ‘Gelin tanışık edelim, işin kolayın kılalım’ dediği gibi salonda bulunanlara meleklerin bile gıpta ettiğini anlatan İslâm Yaşar, ‘Bu salonda olanlar birbirleriyle tanışmakta ve biraz sonra salondan çıkarken sevgi yüzleri ile çıkacaklar. Diğer insanlar bu yüzlere bakarak ‘Bu insanlar muhabbet-i Muhammedî kokuyor’ diye bakacaklar melekler bile bu yüzlere, âlemi arza bu salon muhabbet olarak yansıyacak’ şeklinde konuştu.
İslâm Yaşar’dan sonra ‘Asrın Reçetesi’ başlıklı konuşmasını sunmak üzere kürsüye gelen Dr. Senai Demirci, salonda ayakta kalan çok sayıdaki dinleyicileri sahnenin önüne alıp sonrasında da kapıların açılmasını istedi. Senai Demirci, ‘kapıdan adam çevirmek bize yakışmaz’ diyerek konuşmasına başladı.
‘Bediüzzaman Said Nursî, yüzyılımızın yetiştirdiği âlimlerdendir’ ifadesine itirazı olduğunu ifade eden Demirci bu itirazını şu şekilde açıkladı: ‘Bediüzzaman Hazretleri yüzyılımızın yetiştirdiği değil, yüzyılımıza rağmen yetişmiş bir isimdir. İkinci itirazım; yüzyılımızın yetiştirdiği değil, yüzyılımızı yetiştiren âlimdir. Said Nursî’nin döneminde bütün şartlar onun aleyhineydi.”
Bediüzzaman isteseydi Osmanlı döneminin sanki bir YÖK üyesi gibi bugün akademik çevrelerde üzerine tezler yazdırılan biri olabilecekken, onun bunu tercih etmeyip Van’daki Erek Dağının eteklerine çekilip daha dedelerimiz bile hayatta yokken bizleri müşfik bir öğretmen gibi elimizden tutarak eğitmeyi tercih etmiştir.
‘Bedevi Arap çöllerinde bir adama lâzımdır ki’ ifadesi ile başlaması, sanki öğrencisinin elindeki tebeşiri birlikte tutan bir öğretmen gibi Üstadımız bizim elimizden tutmuştur. O sadece akademik çevrelerin anlayacağı bir âlim olma yerine, bizim ilkokul öğretmenimiz olmuştur.’
Harf Devriminin dil ve kültürümüzde yaptığı tahribatın korkunçluğunun bugün bile henüz farkında olmadığımıza işaret eden Demirci, ‘Bugün biz Süleymaniye Kütüphanesine bile giremiyoruz, hatta Mevlânâ’nın o güzelim eserlerini bile bütün Kur’ânî tasvirlerinden ayrılayarak sığ tercümelerden okuyoruz. Bize gençliğimizde ‘Risâle-i Nur’dan başka bir şey okumayacaksın’ demişlerdi. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Risâleleri okumak demek, bütün eserleri okumaya hazırlanmaktır. Yani Risâle-i Nur size her şeyi okutturacaktır, anlamına gelmektedir’ diye konuştu.
Bediüzzaman’a karşı takınılan tavrı, Peygamber Efendimizin ‘Kamer Mucizesi’ ile anlatan Demirci şunları söyledi: ‘Bediüzzaman ayın bölünmesinin tarih kitaplarına geçmemesini açıklarken ‘Bu eğer tarih kitaplarına geçerse, bir kozmik olay olarak alınacak ve Peygamber Efendimize ait bir mucize olarak görülmeyecekti’ diye açıklar. Bediüzzaman’ın garip kalışı da bir anlamda bunun gibi. Onun garip kalması bize has olmasıdır. Dolayısıyla UNESCO’nun veya Türkiye Cumhuriyetinin iade-i itibar etmesini de kendime dert edinmiyorum.’
Risâle-i Nur metninin sadeleştirilmesini ‘ahmaklık’ olarak nitelendiren Demirci, ‘Risâle-i Nur’u sadeleştireceğine kendini sadeleştir’ şeklinde konuştu. Demirci, bu konuda şunları ifade etti: “Damardaki kan tüpteki kan gibi değildir. 150 bin km uzunluktaki damardaki kan, sıcaktır, basınçlıdır, akıcıdır, canlıdır, hücreleri vardır içinde, hesap etmeye gücümüzün yetmediği karmaşık görevleri vardır. Şimdi Risâle-i Nur metni canlıdır, tıpkı damardaki kan gibi. Risâle-i Nur metnini okurken nabzını hissedersiniz. Her vurduğunda yeni bir şey anlarsınız. Risâle i-Nur metni doğrudan kalbe bağlıdır. Kur’ân’ın nabzını bize taşıyan bir candır Risâle-i Nur. Kur’ân hayatının sözden öte bir halidir. Eğer Bediüzzaman Mısır’da yaşayan bir âlim olarak Risâle-i Nurun metnini yazıp biz de Arapça’dan tercüme ederek okusaydık bu derece sorumlu olmazdık. Bu topraklardan çıkıp bize hitap ederek ortaya çıkan bir eserdir. Türkçeyi bilerek yaşayan bir zihnin imtiyazıdır. Risâle-i Nur’la daha çok muhatap olmalıyız.’
Dr. Senai Demirci’nin konuşmasının ardından sahneye dâvet edilen Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Fırıncı salonda bulunan kalabalığın ayakta alkışlarıyla karşılandı. Kısa bir konuşma yapan Mehmet Fırıncı, gördüğü tablodan dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Toplantı Bizim Radyo ve Yeni Asya işbirliği ile internet aracılığıyla canlı olarak yayınlandı.
Hüseyin Hiçdurmaz- Şuayp Serdaroğlu
|