İkinci andıçlamadan sonra basınımızın hali için söylüyorum bu sözü. Özellikle yüksek tirajlı basın organlarımızın sorumlu kalemleri için. Elleri ceplerinde havaya bakıp ıslık çalıyorlar. Olan biteni görmek istemiyor, ortada böyle bir mesele yokmuş gibi davranıyorlar. Konu basını, medyayı, basın özgürlüğünü ilgilendirdiği halde onlar üzerlerine hiç alınmıyorlar. Fakat bu kez durum farklıdır, üstü kapalı değildir. Bu nedenle bu suskunlukları ne kadar sürecek merak ediyorum ve işlerinin zor olduğunu düşünerek, haydi bakalım kolay gelsin diyorum.
Neyse ki, bir ana muhalefet partimiz var da sayesinde nefes alabiliyorlar. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Genelkurmay’ca “bizden ve bize karşı olan” olarak gazete ve gazeteciler için yaptırdığı söylenen listelemeye ilişkin açıklamasını okuyunca “Artık pes, bu kadarı da olmaz” diyecektim ama sonra hatırladım, daha önce de birçok kez bunu bana dedirtecek açıklamaları olmuştu Baykal’ın, örneğin 301 hakkında olduğu gibi, o zaman bunu söyleseydim şimdi iki kere pes, üç kere pes demek zorunda kalacaktım. Bu nedenle geleceği düşünerek “pes”lerimi, harcamak istemiyor, pes demiyorum. Daha neler göreceğiz kim bilir?
Baykal’a göre zinhar yanlış anlamamalıymışız, zira Genelkurmay’ın yaptırdığı söylenen bu değerlendirme raporu askerin bir iç değerlendirmesiymiş. “Bunu dışa yönelik, kurumları, kişileri nitelemeye ve suçlamaya yönelik, topluma bu konuda bir mesaj vermek amacıyla yapılmış bir çalışma olarak anlamak doğru değildir” diyor Baykal. Şu sözler ise doğrusu bu savunmanın en parlak kısmını oluşturuyor: “Bir talebe bağlanmış değildir, yaptırıma yönelik bir değerlendirme olmadığı anlaşılıyor” Harika bir savunma!
Acaba yaptırımdan ne anlamaktadır Baykal? Birincisinde olduğu gibi beğenilmeyen gazetecilerin işlerine son verilmesi gibi bir durum ortada olmadığına göre yaptırım amaçlı değil mi demek istiyor? Burası Türkiye ve önümüzde duran şey ise bir papatya falı değildir.
Kimi yorumculara göre yanlış olan böyle bir rapor hazırlamak değilmiş de bunun dışarıya sızması yanlış olmuş, “Ya önemli askeri bilgiler de bu yollarla sızarsa ne olur”muş halimiz. İnsan bunları okuduğunda, acaba buradaki mantık gayet sağlam da benim mantığımda mı bir şey var ki, bu sözler karşısında ne söyleyeceğimi bilemez hale geliyorum diye düşünüyor. Ya da “TBMM’de, Dışişleri Bakanlığı’nda da ‘akreditasyon’ uygulaması varmış yani böyle bir uygulama normalmiş. Bunlar da yanlış ama yine de ikisi arasındaki farkı karambole getirmek olur iş değil. Zira TBMM ve Dışişleri Bakanlığı siyasi kuramlardır ama TSK siyasi bir kurum değildir. Ordu, demokrasilerde siyasi görüşleri ne olursa olsun tüm yurttaşlara eşit mesafede olması düşünülen bir kurumdur. Bu mesafenin bozulması öncelikle orduyu yıpratır. Dahası insanın düşünmek bile istemediği vahim sonuçlara yol açar.
Demokrasiye bağlı bir hukuk devletinde suç ve ceza yargının işidir ama birtakım sivil karanlık odakların, çetelerin, terör örgütlerinin durumdan vazife çıkararak kendi yargılarına göre “suçlu”, “hain” saydıkları kişilerin listelerini yaptıklarını öteden beri biliyoruz. Bu tür faaliyetlerin varlığını bizden daha iyi polis ve askeri istihbaratlar bilir. Ülkemizde bugün paramiliter örgütlenmeler giderek gözle görülür hale gelmekte, ırkçı faşist tehlike “ben geliyorum” diyor. Böyle bir ortamda hangi amaçla yapılmış olursa olsun TSK tarafından yapılan bu tür ayrımların, işaret ettiğim terör örgütlerini, beğenmedikleri insanlara saldırı için yüreklendirebileceğini düşünmek acaba kuruntu olarak görülebilir mi? Sanmıyorum.
Türkiye bugün her şeye rağmen siyasi bakımdan görece istikrara sahip bir ülkedir, burası Irak değildir. Yakında seçimlere gitmeye hazırlanan bir ülkeyiz, içerde ülkeyi topyekün karıştırabilecek bir “kalkışma” emaresi de yoktur, dünyada böylesi bir konjonktür de mevcut değildir, o halde bu denli kuşku niyedir?
Eğer farklı her düşünce niyet okumalarla değerlendirilerek; “Bulut dedin, öyleyse bana ördek demek istiyorsun” misali aşırı spekülasyonların konusu yapılırsa işte o zaman birbirinin dilinden anlamayan, kaş-göz işaretleriyle konuşan ve bunun sonucu giderek paranoyaklaşan bir toplum haline geliriz. Korku toplumu oluruz.
Her şey bir yana gençlerimizin, yeni kuşakların akıl ve ruh sağlığını korumak herkesin sorumluluğu olmalıdır. Ülkemizi sevmek bu demektir. Bizim kuşaklar ne yazık ki, korku toplumu koşullarında yetişti, bitsin artık bu çile. Gençlerimize ve ülkemizin geleceğine yazık etmeyelim, harcamayalım onları.
Unutmayalım ki, günümüz dünyasında bilgi toplumu için korkunç bir yarış var. Ama korku toplumu ile bilgi toplumu yan yana nasıl var olabilecek, mümkün mü bu?
Referans, 14.3.2007
|