Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Sarıkız Operasyonu, derin komplo

Mısır’ın Kızıldeniz kıyısındaki Şarm El Şeyh kentinde Dünya Ekonomik Forumu’nun Ortadoğu toplantısını izliyordum.

Geçen yılın mayıs ayıydı.

Başbakan Erdoğan da bir günlüğüne katılmıştı toplantıya. Yanında bazı bakanlar, partili milletvekilleri ve yakın çevresi vardı.

Ankara’da Danıştay saldırısı ve o iğrenç cinayet daha yeni olmuştu.

Bu arada yakalanan emekli bir yüzbaşının kimliği, ideolojik yapısı ve bağlantıları, kalbine bıçak saplayarak intihar etmek istediğine dair açıklama birçok spekülasyonu gündeme getirmişti.

Konferansın kulisinde Ortadoğu’dan bir anda vazgeçmiş, bir yandan bu konuyu, öbür yandan Çankaya’yı, yani cumhurbaşkanlığı seçimini konuşuyorduk.

İlginçti dinlediklerim. Başkentte bazı odakların psikolojik savaş için düğmeye bastıkları söyleniyordu. Katilin kimliği ve bağlantıları üzerinde duruluyor, buradan hareketle muhtemel ‘komplo’lara dikkat çekiliyordu.

AKP’lilerden biri kulağıma eğilip şöyle demişti:

“Oyun büyük! Ak Parti’ye karşı kurulmak isteniyor bu oyun. Amaçları, kendi istedikleri birini Çankaya’ya göndermek.”

Sohbetlerden edindiğim izlenimler, AKP’lilerin kafasındaki soru işaretlerini aydınlatıyordu:

Türkiye darbeye mi götürülmek isteniyordu?

Darbeyse nasıl bir darbe?.. Açık darbe mi?

Yoksa 28 Şubat benzeri mi? Yani postmodern mi?

Belki de psikolojik savaş yoluyla Türkiye’de kriz ortamı yaratılmak isteniyordu. Böyle bir ortamda AKP’nin ‘erken seçim’e zorlanması düşünülmüş olabilirdi.

Ya da bir kriz ortamında, AKP Meclis Grubu’nu çözmeye çalışmak da akla gelmiyor değildi.

Veyahut, politik bir krizi aba altından sopa gibi kullanarak Erdoğan’ın Çankaya yolunu kesmek veya onun tek seçici olmasını önlemek...

Hepsi olabilirdi.

Başbakan Erdoğan’ın o bir günlük Şarm El Şeyh ziyareti sırasında bu konularda ufuk turu yapılırken, bir AKP’li bana şöyle demişti:

“Ak Parti olarak inisiyatifi kendi elimize almamız lazım. Bu nasıl olabilir? Anayasa değişikliğine gitmek ve cumhurbaşkanını halka seçtirmek. Ve cumhurbaşkanı seçimi ile genel seçimleri mayıs ayında aynı gün yapmak. Bir sandıkta cumhurbaşkanını, yanındaki sandıkta milletvekillerini seçmek yani...”

Bu sohbetler sırasında, Erdoğan’ın Çankaya yolunu kesmek ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde tek seçici olmasını önlemek için ne gibi düzenlemeler akla gelebilir sorusu tartışılırken kulağıma iki sözcük çalınmıştı:

Sarıkız Operasyonu!

Ben buna bir de derin komplo ekini yapmıştım. Ve bu köşede, yukarıdaki Şarm El Şeyh sohbetlerimizi özetleyen, 23 Mayıs 2006 tarihli yazımın başlığı şöyleydi:

“Sarıkız Operasyonu, derin komplo!”

Şimdi bir yıl sonra bu başlığı taşıyan yazımı neden gündeme getiriyorum?

Star gazetesinde dün Şamil Tayyar’ın ilginç bir yazısı vardı. İddiaya göre, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’in günlüğü, Denizcilersitesi adını taşıyan bir web sayfasında yayımlanmaya başlamış.

Buna göre, Ankara’da bir tarihte Erdoğan’ın Çankaya yolunun kesilmesini öngören bir eylem planı hazırlanmış. Adına da Sarıkız Operasyonu verilmiş...

Emekli Oramiral Özden Örnek, bu günlüğün kendisine ait olmadığını söylüyor.

Olabilir.

Ama internette ulaşabildiğim kadarını okuyunca doğrusu ilgimi çekti.

Elde hiçbir malzeme olmadan bu kadar ayrıntılı bir senaryo nasıl yazılabilir sorusu da kafamı kurcaladı.

O yüzden, bir yıl önceki Sarıkız Operasyonu başlıklı yazımı bir kez daha özetlemek istedim.

Sanıyorum bu konu ilginç olmaya devam edecek.

Milliyet, 14.3.2007

Hasan CEMAL

15.03.2007


 

Türkiye’de devlet neden otoriter?

Neden Türkiye’de devlet ve otoriterlik arasındaki ilişki keskin ve değişmez bir ilişkidir? Neden Türkiye devlet ve kimi kurumları oldum olası topluma güven duymaz?

Ve neden mazlum, yani toplum bu durumu biteviye meşrulaştırılır?

Bugün hala bu tür sorunlar yaşıyor, bu tür sorular sormak zorunda kalıyoruz…

“Neden” sorusunun yanıtını meşruiyet meselesinde mi aramak gerek yoksa cumhuriyetin kimilerinin dilinden düşürmediği kuruluş felsefesinde mi? Yoksa daha mı gerilere götürmek gerekiyor işi?

Belki de üçüne birden el atmak gerek…

Nitekim bu topraklara egemen hislerden birisi şöyle tanımlanabilir:

Tarihî miras olarak siyasi büyüklük duygusu ile yine tarihî miras olarak aşırı siyasi kırılganlık arasına sıkışmışlık, daha doğrusu bu iki uç arasında gidiş geliş...

Cumhuriyet öncesi Osmanlı dönemi, özellikle Balkan savaşlarından itibaren karşı karşıya kaldığı milliyetçi hareketler ve kendi içinde ürettiği yetersizliklerle “siyasi kırılganlık hissi”ni çok ağır yaşamıştır.

Buna karşılık aynı dönem kâh toprak kayıplarıyla, kâh Balkan savaşlarından sonra korkutulup kaçırılan Rumlarla, kâh Ermeni tehciriyle, kâh kaybedilen topraklardan akın akın gelen Müslüman tebaayla “Anadolu nüfusunun önemli ölçüde İslamlaşması, daha doğrusu İslam etrafında türdeşleşmesi” sonucunu yaratmıştır. Osmanlı, toplumsal yapı itibariyle Cumhuriyet’e gayrimüslim unsurların önemli ölçüde tasfiye edildiği bir yapı bırakmıştır. Cumhuriyet ise bu mirası yönetmek ve şekillendirmek için iki önemli projeye sahip olacaktır.

1. 1800’lerin ortalarından itibaren Kafkasya’dan, Kırım’dan, Balkanlar’dan Anadolu’ya akın akın gelen (Cumhuriyet başındaki toplam nüfusun üçte biri bu göçmenlerden oluşmaktadır) çoğu etnik olarak Türk olmayan Müslümanları Türkleştirmek...

2. Ulusal birliğin asli yapıştırıcısı İslamı, agresif laiklik anlayışıyla modernleştirmek, dönüştürmek, Müslümanı “ehlileştirmek”...

Miras ortadadır…

Bu iki proje kısmen başarılı kısmen başarısız olmuştur...

İlk ayakta başarılı yön şudur:

Kürtler dışındaki tüm Müslüman unsurlar Türkleştirilmişler, mal ve kimlik edinerek en azından Türk bilincine sahip olmuşlardır. Buna karşılık bu proje Kürtler konusunda başarısız olmuştur. Kürtler bu projeye direnmişler ve bugün Kürtlerin Türkleşeceklerine yönelik inanç her şeyden önce devlet katında yok olmuştur. Nitekim Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ devir-teslim konuşmasında “Kürt ve terör sorununun yok olmayacağını ancak kontrol altında tutulabileceğini” muhtemelen bu mantıkla söylemişti.

O zaman şu durum görmezden gelinemez:

Projenin aksak ayağı, devlet ve asker açısından sürekli bir kriz yönetimini, sürekli kontrolu gerektirmektedir. Diğer bir ifadeyle, gerçekleşmesi artık bir rüya bile olmayan “bu proje ayağı” gözden geçirilmediği, değiştirilmediği oranda, milliyetçi dalganın ve otoriterleşmenin ana musluğu işlevini görmeye devam edecektir.

Benzer bir mekanizma projenin ikinci ayağı açısından da söz konusudur.

İkinci ayakta da bir açıdan başarı vardır, ama öte yandan bir başarısızlık da bulunmaktadır.

İslami kesim varlığını sürdürmesi ve İslamı devletin işaret ettiği yönde algılamayı kabul etmemesi, devlet gözlüğüyle ehlileşmemesi projenin başarısızlığıdır. Daha da öte bu başarısız ayak bugün Türkiye’ye hakim toplumsal güçleri üretmektedir.

Tehlikeli ve ehlileşmemiş olarak kabul edilen toplumsal kesim, gücünü korudukça ve iktidarı meşru yollarla elde tuttukça, asker ve devlet bugün bu iktidarı, her alanda ona ortak olarak, her alanda baskılayarak ve iktidarsızlaştırarak denetlemek yolunu seçmiştir…

Otoriterliğin sıradanlaşmasının diğer kaynağı da budur.

Yeni Şafak, 14.3.2007

Ali BAYRAMOĞLU

15.03.2007


 

Artık ihtilal yapmak rakı içmek kadar kolay değil!

Emekli Özden Örnek Paşa’nın internete düşen anıları bizzat Paşa tarafından yalanlandı. Paşa yayın yasağı getireceğini söylüyor. Ama anıları yayınlayan www.denizcilersitesi. com hâlâ yayında.

Söz konusu sitede sadece Özden Örnek Paşa’nın anıları yok, eski oramirallerden Afif Büyüktuğrul’un da anıları var.

Özden Örnek’inkiler güncel olması hasebiyle dikkat çekici olabilir. Ancak Afif Büyüktuğrul’un anıları da oldukça ilginç bilgiler içeriyor. Anılarında en fazla dikkat çeken söz 1960 İhtilali’nin önemli isimlerinden Cemal Madanoğlu’nun bir yemek sırasında söylediği şu söz: “İhtilal yapmak bir bardak rakı içmek kadar kolaymış” Tabii, Büyüktuğrul’un bahsettiği 1960 darbesi.. Tabii o köprülerin altından çok sular aktı. Artık darbe yapmak bir bardak rakı içmek kadar kolay değil!

Ama... Anılara baktığınız zaman 1960 darbesi ile ondan sonra tezgahlanan darbelerin hazırlanışı açısından birbirine çok benzediğini görüyorsunuz. Cemal Madanoğlu’nun o sözleri şöyle geçiyor günlükte.

“Madanoğlu diyor ki “İhtilal yapmak senin evinde bir kadeh rakı içmek kadar kolaymış... Ama biz ihtilalden sonra ne yapacağımızı düşünmedik ve tartışmadık. Çünkü profesörlerin bu işi teslim alacaklarına inanıyorduk. Hâlbuki onlar bu işi kabul etmediler. Temyiz mahkemesi reisini çağırdık. O da kabul etmedi. Askerler, bundan sonra ne yapacaklardı?”

Doğrusu şimdiki askerlerin ihtilal konusunu Cemal Madanoğlu gibi gördüğünü sanmıyorum. Türkiye değişti, dünya değişti. Öyle bir bardak rakı içmek kadar kolay ihtilal yapılan devirler çok gerilerde kaldı. Gerçi insanlar hâlâ fişleniyor, hâlâ bir darbe sonrası için muhtemel hazırlıklar yapılıyor ama iç ve dış dengeleri darbe lehine bir arada yakalamak artık çok güç ve neredeyse imkânsız hale geldi.

Bugün, 14.3.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

15.03.2007


 

Askerî ‘Kuvvet’in siyaseti

Askerlerin siyasetin birincil aktörleri arasında yer alması Türkiye tarihinin son on yıllarına özgü bir olay değil. Cumhuriyet öncesinde de asker-siyaset ilişkileri bakımından durum aşağı yukarı aynı idi. Bu açıdan bakıldığında, bugün silahlı kuvvetlerin siyasete müdahalesini Osmanlı siyasetindeki Yeniçeri etkisinin bir devamı olarak görmek ve hatta devşirme sistemi ile bugünkü yapı arasında bir benzerlik kurmak mümkün. Batılı bilim adamlarının ‘pretoryenizm’ dedikleri şeyin bizdeki yaklaşık karşılığı ‘Yeniçericilik’tir.

Bu devamlılığın en belirgin kanıtlarından biri, Yeniçerilerin Osmanlı sistemi içindeki konumuna benzer şekilde, bugünkü silâhlı kuvvetlerin de siyasal sistemimiz içinde aşağı yukarı özerk bir güç durumunda olmasıdır. Pek tabiî ki, burada ‘siyasal sistem’den bahsediyorum, hukuki düzenlemelerden değil. Yürürlükteki anayasal ve yasal düzenlemelerin silâhlı kuvvetlerin özerkliğini kolaylaştıran bir yanı şüphesiz bulunmakla beraber, silahlı kuvvetleri özerk ve güçlü bir politik aktör haline getiren başka birçok etken daha var.

Silahlı kuvvetlere ilişkin bu özerklik algısı tek taraflı da değildir. Nitekim, askerlerin kendileri kadar sivil politik aktörler de siláhlı kuvvetlerin sistem içindeki bu konumunu açık veya zımnî olarak kabul ediyorlar. ‘Siláhlı kuvvetlere siyasetin karışmaması’ gerektiği yolundaki askerî söylem ile sivillerin zaman zaman ‘kuvvetler ayrılığı’nı vurgulaması aynı esprinin simetrik ifadeleridir. Siyasetçilerimiz bu görüşü öylesine içselleştirmişlerdir ki, bunu sadece fiilî güç ilişkilerinin bir sonucu olarak da açıklayamayız; bunda yerleşik politik kültürün olduğu kadar siyasilerî birçok sorumluluktan kurtarmaya yarayan zımnî asker-sivil anlaşmasının da büyük etkisi vardır.

Açıkcası, siyasetçilerin siláhlı kuvvetlerin ‘ayrı bir kuvvet’ olduğunu kabul etmeleri, böylece o kuvvetin yetki alanına girdiği varsayılan, ama aslında demokratik bir rejimde yasama ve yürütmeye ait olan pek çok işin sorumluluğunu da üstlerinden atmalarına yaramaktadır. Bunu, sistemin niteliğini sorgulamamaları ve o ‘ayrı kuvvet’in yetkisine saygı göstermeleri şartıyla, siyasî partilerin mevcut rant dağıtımı mekanizmalarından yararlanmaları karşılığında verdikleri bir taviz olarak da görebiliriz. Onaylayanı ve onaylamayanıyla, herkes biliyor ki sorgulamadan muaf olduğu kabul edilen sistemik unsurların başında devletin ideolojik karakteri gelmektedir.

O ‘ayrı kuvvet’ kendi yetki alanının sınırlarını da yine kendisi belirlemekte ve tabió kendisinden yana aşırı cömert davranmaktadır. Genelkurmay herhangi bir konuda ‘bu iş bizim ilgi alanımıza giriyor’ diyorsa, öyledir. Mesel, eğitim işi devletin ideolojik karakteriyle doğrudan doğruya ilgili olduğu için askerleri ilgilendirir. Çünkü, bizde devletin ideolojik saflığını korumak da siláhlı kuvvetlere ait olan, en az ‘yurt savunması’ kadar önemli bir yetkidir. Biz bazı siviller bütün bunlardan yakınıyor olabiliriz, ama -şimdiye kadarki uysallığımızı, oportünizmimizi ve samimiyetsizliğimizi değiştirmediğimiz sürece- bu durum devam edecektir.

Sonuç olarak, Türkiye’de silahlı kuvvetler hem yasamadan, hem yürütmeden, hatta hem de yargıdan bağımsızdır. Kimse kendisini kandırmasın: Son yıllarda Avrupa Birliği’ne uyum sadedinde atılan adımlara rağmen, bu durumun kısa vadede düzeleceğini beklemek gerçekçi değildir.

Star, 14.3.2007

Mustafa ERDOĞAN

15.03.2007


 

Haydi bakalım, kolay gelsin

İkinci andıçlamadan sonra basınımızın hali için söylüyorum bu sözü. Özellikle yüksek tirajlı basın organlarımızın sorumlu kalemleri için. Elleri ceplerinde havaya bakıp ıslık çalıyorlar. Olan biteni görmek istemiyor, ortada böyle bir mesele yokmuş gibi davranıyorlar. Konu basını, medyayı, basın özgürlüğünü ilgilendirdiği halde onlar üzerlerine hiç alınmıyorlar. Fakat bu kez durum farklıdır, üstü kapalı değildir. Bu nedenle bu suskunlukları ne kadar sürecek merak ediyorum ve işlerinin zor olduğunu düşünerek, haydi bakalım kolay gelsin diyorum.

Neyse ki, bir ana muhalefet partimiz var da sayesinde nefes alabiliyorlar. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın Genelkurmay’ca “bizden ve bize karşı olan” olarak gazete ve gazeteciler için yaptırdığı söylenen listelemeye ilişkin açıklamasını okuyunca “Artık pes, bu kadarı da olmaz” diyecektim ama sonra hatırladım, daha önce de birçok kez bunu bana dedirtecek açıklamaları olmuştu Baykal’ın, örneğin 301 hakkında olduğu gibi, o zaman bunu söyleseydim şimdi iki kere pes, üç kere pes demek zorunda kalacaktım. Bu nedenle geleceği düşünerek “pes”lerimi, harcamak istemiyor, pes demiyorum. Daha neler göreceğiz kim bilir?

Baykal’a göre zinhar yanlış anlamamalıymışız, zira Genelkurmay’ın yaptırdığı söylenen bu değerlendirme raporu askerin bir iç değerlendirmesiymiş. “Bunu dışa yönelik, kurumları, kişileri nitelemeye ve suçlamaya yönelik, topluma bu konuda bir mesaj vermek amacıyla yapılmış bir çalışma olarak anlamak doğru değildir” diyor Baykal. Şu sözler ise doğrusu bu savunmanın en parlak kısmını oluşturuyor: “Bir talebe bağlanmış değildir, yaptırıma yönelik bir değerlendirme olmadığı anlaşılıyor” Harika bir savunma!

Acaba yaptırımdan ne anlamaktadır Baykal? Birincisinde olduğu gibi beğenilmeyen gazetecilerin işlerine son verilmesi gibi bir durum ortada olmadığına göre yaptırım amaçlı değil mi demek istiyor? Burası Türkiye ve önümüzde duran şey ise bir papatya falı değildir.

Kimi yorumculara göre yanlış olan böyle bir rapor hazırlamak değilmiş de bunun dışarıya sızması yanlış olmuş, “Ya önemli askeri bilgiler de bu yollarla sızarsa ne olur”muş halimiz. İnsan bunları okuduğunda, acaba buradaki mantık gayet sağlam da benim mantığımda mı bir şey var ki, bu sözler karşısında ne söyleyeceğimi bilemez hale geliyorum diye düşünüyor. Ya da “TBMM’de, Dışişleri Bakanlığı’nda da ‘akreditasyon’ uygulaması varmış yani böyle bir uygulama normalmiş. Bunlar da yanlış ama yine de ikisi arasındaki farkı karambole getirmek olur iş değil. Zira TBMM ve Dışişleri Bakanlığı siyasi kuramlardır ama TSK siyasi bir kurum değildir. Ordu, demokrasilerde siyasi görüşleri ne olursa olsun tüm yurttaşlara eşit mesafede olması düşünülen bir kurumdur. Bu mesafenin bozulması öncelikle orduyu yıpratır. Dahası insanın düşünmek bile istemediği vahim sonuçlara yol açar.

Demokrasiye bağlı bir hukuk devletinde suç ve ceza yargının işidir ama birtakım sivil karanlık odakların, çetelerin, terör örgütlerinin durumdan vazife çıkararak kendi yargılarına göre “suçlu”, “hain” saydıkları kişilerin listelerini yaptıklarını öteden beri biliyoruz. Bu tür faaliyetlerin varlığını bizden daha iyi polis ve askeri istihbaratlar bilir. Ülkemizde bugün paramiliter örgütlenmeler giderek gözle görülür hale gelmekte, ırkçı faşist tehlike “ben geliyorum” diyor. Böyle bir ortamda hangi amaçla yapılmış olursa olsun TSK tarafından yapılan bu tür ayrımların, işaret ettiğim terör örgütlerini, beğenmedikleri insanlara saldırı için yüreklendirebileceğini düşünmek acaba kuruntu olarak görülebilir mi? Sanmıyorum.

Türkiye bugün her şeye rağmen siyasi bakımdan görece istikrara sahip bir ülkedir, burası Irak değildir. Yakında seçimlere gitmeye hazırlanan bir ülkeyiz, içerde ülkeyi topyekün karıştırabilecek bir “kalkışma” emaresi de yoktur, dünyada böylesi bir konjonktür de mevcut değildir, o halde bu denli kuşku niyedir?

Eğer farklı her düşünce niyet okumalarla değerlendirilerek; “Bulut dedin, öyleyse bana ördek demek istiyorsun” misali aşırı spekülasyonların konusu yapılırsa işte o zaman birbirinin dilinden anlamayan, kaş-göz işaretleriyle konuşan ve bunun sonucu giderek paranoyaklaşan bir toplum haline geliriz. Korku toplumu oluruz.

Her şey bir yana gençlerimizin, yeni kuşakların akıl ve ruh sağlığını korumak herkesin sorumluluğu olmalıdır. Ülkemizi sevmek bu demektir. Bizim kuşaklar ne yazık ki, korku toplumu koşullarında yetişti, bitsin artık bu çile. Gençlerimize ve ülkemizin geleceğine yazık etmeyelim, harcamayalım onları.

Unutmayalım ki, günümüz dünyasında bilgi toplumu için korkunç bir yarış var. Ama korku toplumu ile bilgi toplumu yan yana nasıl var olabilecek, mümkün mü bu?

Referans, 14.3.2007

Nabi YAĞCI

15.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004