Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçimi öteden beri önemli bir mesele olmuştur. Bu önem 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden buyana daha da artmış görünüyor. Bunun nedenlerinin başında, siyasî rejimimizde cumhurbaşkanlığının taşıdığı sembolik önem gelmektedir. Ancak, bu sembolizm Cumhurbaşkanının ‘devletin başı’ olmasından ve ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmesinden daha fazla bir şeyi ifade ediyor.
Bizde cumhurbaşkanlığı makamının çok önemsenmesinin temel nedeni, cumhurbaşkanının temsil etmek durumunda olduğu ‘Cumhuriyet’in kendine özgü karakteristiğidir. Bu şu demek: Bizim cumhuriyetimiz, demokratik bir cumhuriyet olmaktan önce, bir ideoloji cumhuriyetidir; açıkcası Kemalist bir cumhuriyettir. Bu da kendisini en belirgin olarak -devlet seçkinlerinin ve devletçi aydınların genellikle kullanmayı tercih ettikleri deyimle- ‘láik Cumhuriyet’ ifadesinde gösterir. Her halde dikkatinizi çekmiştir, Cumhuriyet’in başka birçok anayasal vasfı bulunmasına rağmen, bu zümrenin dilinde öne çıkan hep bu ‘láik Cumhuriyet’ tanımı olmuştur.
İşte cumhurbaşkanlığı makamı da böyle bir cumhuriyetin sembolik ‘kale’lerinden biri olarak görülmektedir. Dolayısıyla, kimin cumhurbaşkanı olacağı en başta bu nedenle çok önemlidir. Bu durum bize başka bir şey daha anlatıyor: Türkiye’de devlet başkanının ‘cumhurbaşkanı’ olarak adlandırılmış olması yanlıştır; çünkü adı ne olursa olsun o resmen ‘cumhur’un değil fakat ‘Cumhuriyet’in, yani ideolojik devletin temsilcisidir. Cumhurbaşanlığı bu nedenle de ‘avam’ın tercihine bırakılmayacak kadar önemli bir makamdır.
Cumhurbaşkanlığının önemini artıran başka bir etken, 1982 Anayasası’nın bu makama ilişkin olarak getirmiş olduğu ekzantrik düzenlemedir. ‘Ekzantrik’ demem tamamen parlamenter anlayış bakımındandır. Nitekim, bu düzenlemede cumhurbaşkanı, dolaylı bir seçimle göreve gelmesine ve siyasî sorumluluğu bulunmamasına rağmen fazlasıyla yetkilidir. O kadar ki, son yıllarda tanık olduğumuz gibi, cumhurbaşkanı istediğinde hükümeti bloke edebilecek, kamu idaresine vesayet edebilecek ve hatta parlamentonun yasama yetkisine makulün ötesinde müdahale edebilecek konumdadır. Oysa, doğrudan doğruya genel oyla seçildikleri yerlerde bile cumhurbaşkanları, güçlü olmak şöyle dursun, genellikle kayda değer politik aktörler konumunda bile değildirler.
Mamafih, Türk anayasa yapıcısının mantığı açısından, güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı tercihinin tuhaf bir tarafı yoktur. Nitekim, 12 Eylül cuntası cumhurbaşkanlığı makamının açıkça Kemalist rejimin bekçisi olmasını öngörmüş ve ümit etmişti. Buna ilâveten, askerler ‘güçlü yürütme’ arayışı içindeydiler; ama bunu yürütmenin sorumlu kanadı olan bakanlar kurulu ve başbakanı değil de cumhurbaşkanını güçlendirerek yapmayı tercih ettiler. Çünkü, onların tasavvur ettikleri, kamu işlerini halk adına çekip-çevirecek demokratik bir yürütme değil, fakat ‘devlet otoritesi’ni bihakkın temsil edecek ve gerektiğinde kayıracak bir yürütmeydi.
Onun için de bu makama, önceliği halkın talep ve beklentileri yerine devletin öncelikleri olan kişilerin gelmesi gerekiyordu. Bu anlamda cumhurbaşkanlığı sistemin kilit noktası olacaktı. Sonuç olarak, gelecekte bu göreve her defasında askerlerin seçileceği varsayımı altında, 12 Eylülcüler demokratik siyasete vesayet etmesini arzu ettikleri cumhurbaşkanına bu beklentiye uygun bir statü kazandırdılar.
Star, 21.2.2007
|