|
|
|
Türban konusunda bile açıklama yapan Genelkurmay |
Efendim…
Haberleri Genel Kurmay tarafından defalarca yalanlanmış bazı meslektaşlarımızın bir nefes kadar yakın olduğu alanların uzağındayız…
Böyle olunca…
Katkımız da sınırlı oluyor, haliyle…
Çırpınıp duruyoruz…
Dün mesela, yine Genel Kurmay Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’na yazılı olarak müracaat etmiş bizim haberci arkadaşlar…
“Efendim maalesef akredite olmadığınız için cevap göndermemiz mümkün değil” karşılığına muhatap olanların arasındaki seçkin yerini alacağına emin olduğumuz bir müracaat…
Özetle deniliyor ki orada:
“Malûmunuz olduğu üzere Kuvayı Milliye Derneği yöneticileri, kamuoyunun gündemine ‘ölürüz-öldürürüz’ yeminiyle gelmişti. Bu Derneğin Genel Başkan Yardımcısı Ali Özoğlu’nun 29 Haziran 2006 tarihli Tempo dergisinde yer bulan ‘Gruplarımızda binlerce görevli var. Genel Kurmay’dan da bize destek geliyor. İstihbari bilgileri paylaşıyoruz. Genel Kurmay Başkanlığı ile koordineli çalışmamız gerekiyorsa çalışırız’ şeklindeki sözleri, basın ve internet ortamında yaygınlaştırılmakta ve bu sözler üzerine yorumlar, değerlendirmeler yapılmaktadır…”
Bunları hatırlatmış bizim haberciler…
Bu Dernekle bazı Genel Kurmay yetkilileri arasında “istihbarat alışverişi” olduğu yönündeki iddiaların yenilir yutulur gibi olmadığı ortada…
Bize göre inandırıcı da değil…
Lâkin, herkese laf anlatamazsın ki…
“Türban konusunda bile açıklama yapan Genel Kurmay, bu konuda niye açıklama yapmıyor” diye soranlara ne diyeceksin?..
Bizim arkadaşlar, Genel Kurmay Başkanlığı’na bir yazı göndererek, “Kuvayi Milliye Derneği yöneticilerinin menfur iddialarına cevap verilip verilmeyeceğini” sormuşlar…
Onların yapabilecekleri bu…
Akredite olsalar; meslektaşlarına açık olan toplantılara katılabilseler, açıkça soracaklardır mutlaka…
O yol kapalı olunca…
İletişim, böyle yazıyla.
Okumaya devam edelim…
Genel Kurmay Başkanlığı’nın 13 Şubat 2007 tarihli Zaman gazetesinde yer verilen “basın açıklaması”na ilişkin değerlendirmelerini de merak etmiş bizim arkadaşlar…
Açıklama, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Genel Sekreteri Mesut Sezer’e (VKGBGSMS) ait.
Muhterem Sezer, Kuvayı Milliye Derneği’nin ölüm yeminini ettiren Başkanı Emekli Albay Fikri Karadağ’ın “Bizim amacımız kelleleri çuvala doldurmak, Genel Kurmay Başkanı’ndan başlamak üzere bütün kelleleri” dediğini iddia ediyor…
Yaklaşık elli kişinin olduğu bir ortamda söylenince bu sözler, çileden çıkmış VKGB’ciler.
Hale bakar mısınız;
Bir Emekli Albay’ın, “Genel Kurmay Başkanı’ndan başlamak üzere bütün kelleleri çuvala doldurmayı amaçlıyoruz” dediği iddia ediliyor alenen.
Doğruysa da, değilse de korkunç bir iddia.
Bunları ciddiye alıp almamak tercih meselesi de…
Bizim arkadaşlar güç durumda kalıyorlar bir kez daha…
Yine aynı soru:
“Türban konusunda bile açıklama yapan TSK, hepimizi derinden yaralayan bu iddialar konusunda sessiz mi kalacak?..”
•
Birileri, Ordu’yu yıpratmak istiyor.
Türk Ordusu’nun bağımsızlığımızın en önemli sembollerinden biri olduğunun farkında olan birileri…
Askeri yönetimin, kamuoyunun gündemine son derece çirkin ve tehditkâr görüntülerle gelen insanlarla istihbarat paylaştığını filan iddia ediyor…
Öte yandan, gerçekten kullanılıp kullanılmadığı belli olmamakla birlikte “yalanlanmayan” korkunç ifadeler dolaşıyor ortalıkta…
TSK Yönetiminin bu konularda sessiz kalması da, Ordu’yu yıpratmak isteyen art niyetli çevrelerin işine yaramakta…
Bu da…
Nonakredite gazetecinin derdi.
Vakit, 21.2.2007
|
Serdar ARSEVEN
22.02.2007
|
|
|
Demokrasiye tehditler |
Türkiye, DSP-MHP-Anavatan koalisyonu döneminde başlayan AB uyum paketleriyle demokratikleşme ve sivilleşme sürecinde 3 Kasım 2002’den sonra AK Parti iktidarında hızla yol aldıktan sonra reform sürecinde bir duraksama yaşanıyor.
Bu yavaşlama, reformlardan rahatsız olan içerideki unsurları aşka getirdi... Giderek saldırganlaşan bu çevreler, “psikolojik harekât” eşliğinde demokratikleşmeyi ve sivilleşmeyi akamete uğratacak bir saldırıya geçtiler...
Bu kez yeni bir tarz deneyen antidemokratik çevreler, vatan elden gidiyor sloganıyla vatanseverlik, ulusalcılık adı altında bir takım dernekler ve illegal yapılanmalarla kitleselleşmeye ve devşirdikleri kitleleri şiddete mobilize etmeye çalışıyorlar... Buna karşılık, emniyet güçleri ve Genelkurmay Başkanı’nın tehdit listesinde, demokrasiye yönelik artık ayyuka çıkan bu tehditler yer almıyor. Sadece bu durum bile emniyet işlerinde, sivilleşmenin gerekliliğini ortaya koymaya yetiyor. 1980 öncesinin ülkücü-devrimci kutuplaşmasını bu kez yaratamayan bu çevreler, büyük bir siyasi partinin ve şefin şemsiyesinden yoksun kaldıkları için birçok fraksiyona ayrılmış durumdalar. İçlerinde çok miktarda eski askerin bulunduğu bu gruplar, para-militer yapı oluşturmaya çalışırken ideoloji olarak ırkçı, yabancı düşmanı ve faşizan bir koordinatta duruyorlar.
İşin tuhafı uzun bir süredir faaliyet gösteren bu grupların kamuoyunda eylem ve söylemleriyle yarattıkları korkuya rağmen, emniyet güçlerince ciddiye alınıp takip edil(e)memesidir. Bunun iki temel sebebi vardır. İlki 2005’e kadar aşırı sağcı milliyetçi örgütlenmeleri bir tehlike olarak kabul eden MGK, bu unsurları artık bir tehdit olarak kabul etmemektedir. Keza her fırsatta konuşan Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da bu unsurları değil tehdit olarak kabul etmek, onlardan rahatsız olduklarını bile ifade etmiş değiller. İkincisi Şemdinli olaylarından sonra hadiseyi aydınlatmaya çalışan Savcının ve Emniyet İstihbarat Başkanı’nın başına gelenler, diğer savcı ve polisleri sindirmiştir.
İşte bu yüzden Danıştay baskınının faillerinin Cumhuriyet Gazetesi’ne yönelik üç bombalamada kullandıkları ordu malı el bombalarının araştırılması talebi, mahkeme tarafından reddedilebilmektedir. Bu vadide Genelkurmay Başkanı’nın konuşmaları da dikkat çekicidir. Büyükanıt bir yandan Türkiye 1919’daki kadar kötü durumda değil derken diğer yandan da 1923’ten bu yanan hiç bu kadar yüksek bir tehdit ile karşılaşmadık şeklinde karışık mesajlar vermektedir. Büyükanıt konuşmanın devamında kendimize güvenelim, Türkiye’nin dinamik güçleri problemleri çözecektir gibi ifadeler kullanabilmektedir.
Burada TBMM, demokrasi, seçim, demokratik hukuk devleti gibi anayasal kurumlara bir kez dahi atıfta bulunulmadan, Türkiye’nin geçmişinde varolan darbe yapacak zinde güçleri hatırlatan muğlak bir dinamik güçler kavramının kullanılması Türkiye’nin demokratikleşmesine ve medenileşmesine katkı yapmamaktadır.
Büyükanıt’ın ve ordunun, bu tür karışık mesajlar yerine, vatandaşları birbirine kırdırmak için silahlı birlikler oluşturmaya yönelen ve birtakım cinayetlere karıştıkları yönünde ciddi şüpheler uyandıran çete ve derneklere, onların içinde yer alan emekli askerlere karşı demokrasi ve hukuk safında yer aldıklarını göstermeleri gerekiyor.
Çünkü çetelerin temel amacı, orduyu tahrik etmektir. Ordu, demokrasiye ve hukuka bağlı oldukça, Türkiye bu yeni tehditle daha kolay başa çıkacaktır.
Bugün, 21.2.2007
|
Murat YILMAZ
22.02.2007
|
|
|
Hâlâ mı fişleme? |
İddia korkunç aslında, öyle sessiz sedasız geçiştirilemeyecek türden. Ama kamuoyunda pek yankılanmadı. Haber önceki gün Zaman’ın manşetindeydi. 2002-2004 yılları arasında jandarma genel komutanlığı yapan Şener Eruygur, devletin zirvesindeki isimleri bile fişlemiş.
Hakkında fişleme yapılanlar arasında bakan ve milletvekilleri de var. Buna göre şu an hükümette görev alan bakanların dörtte biri hakkında fiş düzenlenmiş.
Neler yazıldığı sürpriz değil, az çok tahmin edebilirsiniz. Ömer Şahin’in haberine göre fotoğraflarının yanında ‘şucu bucu’ diye sıfatlar eklenerek irticai faaliyette bulunduklarına ilişkin birtakım bilgiler anlatılıyormuş. ‘Eruygur Paşa normal vatandaşları da fişledi mi?’ diye sormaya gerek yok herhalde, fişleme bakanlara kadar uzandığına göre, varın gerisini siz düşünün. Bu normal kabul edilebilir mi? Kesinlikle hayır.
İddianın sahibi eski bakanlardan Hasan Celal Güzel. Malum, Güzel, 28 Şubat sürecinde devletin içindeki illegal kimi oluşumları deşifre eden isimdi. Güzel, devlette kritik mevkilerde görev yaptı. Bazı özel bilgilere ulaşmakta oldukça mahir... Yani iddianın doğru olma olasılığı hiç de düşük değil, aksine çok yüksek. Güzel, kendinden emin ‘Rapor elimde’ diyor, Silahlı Kuvvetler’i yıpratmamak için daha fazlasını söylemiyor. İddia belgesiz değil anlayacağınız.
Eruygur Paşa’nın birilerini fişlemek için ne tür haklı gerekçesi olabilir bilmiyorum; ama ortada vahim bir durumun olduğu açık. Devletin ilgili birimleri suçun etrafında dolaşanları elbette izleyebilir, sonuna kadar takip de edebilir. Ancak bir bulguya ulaştığında yapması gereken tek işlem, dosyayı yargıya sevk etmekten ibarettir. Daha ötesi düşünülemez. Ama nedense düşünülmüş. Kolay yaftalamalarla insanlar fişlenerek, haklarında rapor tutularak ‘g gününe’ saklandığı anlaşılıyor. ‘Fişleme yaparken Eruygur Paşa’nın planı neydi acaba?’ diye sormak hakkımız. Cevabını ancak kendisini verebilir.
Neresinden bakılırsa bakılsın fişlemenin doğru kabul edilmesi, anlayışla karşılanması asla mümkün değil. Bu aynı zamanda suç... Yasadışı bir eylem çünkü. Yeni Türk Ceza Kanunu’na göre kişisel bilgilerin hukuka aykırı olarak verilmesi, alınması, ele geçirilmesi, yayılması ve kaydedilmesi suç kapsamına giriyor. Fişleme faaliyetlerini hukuka aykırı olarak gerçekleştiren kişi eğer kamu görevlisiyse ve görevinin verdiği yetkiyi kötüye kullanarak bunu yapmakta ise cezası daha da ağırlaştırılıyor. Bu tür bilgilerin toplanması sırasında kişilerin özel hayatının gizliliği ihlal edilirse ayrıca cezalandırılıyor. 6 yıla kadar hapis öngörülüyor. Aslında Güzel’in ‘belgeleri elimde’ dediği iddiayı savcıların dikkate alması gerekir.
İnsanın zihnine başka sorular da düşüyor. Fişleme Eruygur Paşa ile birlikte sona erdi mi yoksa aynen devam ediyor mu? Jandarma veya devletin başka birimleri yasal olmayan şekilde kendi vatandaşlarını ‘şucu bucu’ diye yine fişliyor mu? Eskinin uzantısı olarak bu kötü alışkanlıklar tümden terk edildi mi?
Bu sorulara keşke bir çırpıda ‘hayır’ diye kesin cevap verebilsek. Fişlemenin sürdüğüne dair birtakım kuşkular yok değil. Sağda solda konuşulan mide bulandırıcı ciddi söylentiler var. Hatırlayacaksınız bir ara yasal Kur’an kurslarına giden öğrencilerin bile fişlendiği öne sürülmüştü. Fişlemeyi devam ettirenler büyük suç işlemektedir. Eğer belgesi ortaya çıkarsa savcılar buna kayıtsız kalmayacaktır.
Artık Türkiye ancak üçüncü dünya ülkelerinde rastlanan bu tip davranışlardan, çağdışı uygulamalardan kurtulmalıdır. Bırakın doğruluğunu, iddiası bile korkunç...
Zaman, 21.2.2007
|
Mustafa ÜNAL
22.02.2007
|
|
|
Maliye, Kanaltürk ve 5 milyon dolar |
Son zamanlarda Maliye Bakanlığı’nın iktidarın “baskı” aracı olarak kullanıldığı yönünde bir algı oluştu...
Kim kafasını iktidara karşı kaldırıyorsa sanki tepesinde Maliye’yi buluyormuş gibi.. Gerçek belki böyle olmayabilir... Ama algı böyle...
En son Tuncay Özkan Kanaltürk’ünün “mali kıskaca” alınarak etkisiz hale getirilmeye çalışıldığı tartışılıyor. Tuncay Özkan “17 milyon dolarlık varımı yoğumu Kanaltürk’e yatırdım” deyince hemen hakkında soruşturma başlatılmış... Tabii ki basında bazı arkadaşlarımız da Kanaltürk’e yapılanın gizli ya da dolaylı sansür olduğunu söylüyorlar. Ama bir şeyi de dillendirmiyorlar. Kanaltürk’ün “gölge adamvari” reklam toplama yöntemlerini.
Kanaltürk’ün Türkiye’nin önemli gruplarından “baskı” yoluyla reklam toplamaya çalıştığını, hatta birinden reklam karşılığı 5 milyon dolar istediğini, grup vermeyince bir gece programında saatlerce bu grup aleyhine yayın yaptığını... Bu konunun hem Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e, hem de Başbakan Tayyip Erdoğan’a aksettirildiğini... Maliye’nin baskısı, sindirilme amaçlı yönlendirilmesi (algı düzeyinde bile) tabii ki önce Maliye’ye sonra demokrasiye zarar verir. Ama televizyon kanallarının her biri de birer tetikçiye (ideolojik tetikçi de olabilir) dönüşürse demokrasiye verilen zarar herhalde Maliye’nin demokrasiye verdiği zarardan az olmaz...
Ne dersiniz eğer bir standardımız varsa herkese aynı şekilde uygulamamız gerekmez mi?
Bugün, 21.2.2007
|
Ali Atıf BİR
22.02.2007
|
|
|
Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı sorunu |
Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçimi öteden beri önemli bir mesele olmuştur. Bu önem 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden buyana daha da artmış görünüyor. Bunun nedenlerinin başında, siyasî rejimimizde cumhurbaşkanlığının taşıdığı sembolik önem gelmektedir. Ancak, bu sembolizm Cumhurbaşkanının ‘devletin başı’ olmasından ve ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmesinden daha fazla bir şeyi ifade ediyor.
Bizde cumhurbaşkanlığı makamının çok önemsenmesinin temel nedeni, cumhurbaşkanının temsil etmek durumunda olduğu ‘Cumhuriyet’in kendine özgü karakteristiğidir. Bu şu demek: Bizim cumhuriyetimiz, demokratik bir cumhuriyet olmaktan önce, bir ideoloji cumhuriyetidir; açıkcası Kemalist bir cumhuriyettir. Bu da kendisini en belirgin olarak -devlet seçkinlerinin ve devletçi aydınların genellikle kullanmayı tercih ettikleri deyimle- ‘láik Cumhuriyet’ ifadesinde gösterir. Her halde dikkatinizi çekmiştir, Cumhuriyet’in başka birçok anayasal vasfı bulunmasına rağmen, bu zümrenin dilinde öne çıkan hep bu ‘láik Cumhuriyet’ tanımı olmuştur.
İşte cumhurbaşkanlığı makamı da böyle bir cumhuriyetin sembolik ‘kale’lerinden biri olarak görülmektedir. Dolayısıyla, kimin cumhurbaşkanı olacağı en başta bu nedenle çok önemlidir. Bu durum bize başka bir şey daha anlatıyor: Türkiye’de devlet başkanının ‘cumhurbaşkanı’ olarak adlandırılmış olması yanlıştır; çünkü adı ne olursa olsun o resmen ‘cumhur’un değil fakat ‘Cumhuriyet’in, yani ideolojik devletin temsilcisidir. Cumhurbaşanlığı bu nedenle de ‘avam’ın tercihine bırakılmayacak kadar önemli bir makamdır.
Cumhurbaşkanlığının önemini artıran başka bir etken, 1982 Anayasası’nın bu makama ilişkin olarak getirmiş olduğu ekzantrik düzenlemedir. ‘Ekzantrik’ demem tamamen parlamenter anlayış bakımındandır. Nitekim, bu düzenlemede cumhurbaşkanı, dolaylı bir seçimle göreve gelmesine ve siyasî sorumluluğu bulunmamasına rağmen fazlasıyla yetkilidir. O kadar ki, son yıllarda tanık olduğumuz gibi, cumhurbaşkanı istediğinde hükümeti bloke edebilecek, kamu idaresine vesayet edebilecek ve hatta parlamentonun yasama yetkisine makulün ötesinde müdahale edebilecek konumdadır. Oysa, doğrudan doğruya genel oyla seçildikleri yerlerde bile cumhurbaşkanları, güçlü olmak şöyle dursun, genellikle kayda değer politik aktörler konumunda bile değildirler.
Mamafih, Türk anayasa yapıcısının mantığı açısından, güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı tercihinin tuhaf bir tarafı yoktur. Nitekim, 12 Eylül cuntası cumhurbaşkanlığı makamının açıkça Kemalist rejimin bekçisi olmasını öngörmüş ve ümit etmişti. Buna ilâveten, askerler ‘güçlü yürütme’ arayışı içindeydiler; ama bunu yürütmenin sorumlu kanadı olan bakanlar kurulu ve başbakanı değil de cumhurbaşkanını güçlendirerek yapmayı tercih ettiler. Çünkü, onların tasavvur ettikleri, kamu işlerini halk adına çekip-çevirecek demokratik bir yürütme değil, fakat ‘devlet otoritesi’ni bihakkın temsil edecek ve gerektiğinde kayıracak bir yürütmeydi.
Onun için de bu makama, önceliği halkın talep ve beklentileri yerine devletin öncelikleri olan kişilerin gelmesi gerekiyordu. Bu anlamda cumhurbaşkanlığı sistemin kilit noktası olacaktı. Sonuç olarak, gelecekte bu göreve her defasında askerlerin seçileceği varsayımı altında, 12 Eylülcüler demokratik siyasete vesayet etmesini arzu ettikleri cumhurbaşkanına bu beklentiye uygun bir statü kazandırdılar.
Star, 21.2.2007
|
Mustafa ERDOĞAN
22.02.2007
|
|
|
|