İçten geldiği gibi, bir başkasının baskısı altında kalmadan bir şeyi yapmak gerçekten güzel değil mi? Böyle yapmakla insan kendisi olmuyor mu? Başka bir deyimle iç sesimize göre davranmak; konuşurken biz, iş yaparken, karar verirken, işe başlarken biz olmak. Her şeyde kendimiz olmak, belki de iç özgürlüğümüzün birinci ilkesidir.
Bu böyle de, çevre ve içinde bulunulan toplumun yapısı bazen buna engel oluyor. İç özgürlüğümüzü hakkıyla yerine getirmek oldukça zor. Bir masa etrafında birkaç arkadaşla otururken, bu anlamı ifade eden sözleri söyleyen, üzerimde saygınlığı olan ve her zaman benim takdirimi kazanan benim bir dostum. Söylediklerine delil olarak, başından geçen birkaç olayı örnek olarak verir. Şehir içinde arabasıyla seyrederken, aynı güzergâhta gitmekte olan bir yaşlı bayanı, kendisi çok istediği halde, muhtemel bir tehlike yüzünden arabasına alamaz. Bir başka zamanda, yolculuktan döndüğü sabahın erken saatlerinde, yine yolda gitmekte olan, üşümüş bir genci aynı ihtimalden dolayı yine arabasına almaz. Bu iki olayı düşündükçe, içi burkuluyor. Belki korktuğuna da hükmediyor. Ve ekliyor: “İçimin sesini yerine getiremedim; dolayısıyla iç özgürlük ilkemi bozmak zorunda kaldım.”
Olaya iç özgürlük açısından bakıldığında, bir ihlâl söz konusu gibi. Oysa, birey ve toplum, sosyal hayatımızın iki unsuru. İkisinin de kendine göre gerçekleri var. Hiçbiri, diğerini göz ardı ederek, orta yolun yakalanması mümkün değil. Birey için belki en önemli bir amaç olan iç özgürlük olgusu, bu iki faktörün, yani birey ve toplumun gerçeklerini dengelemekle ortaya çıkar. İfrat ve tefritten kurtulmanın yolu budur. Ne birey toplumsuz ve ne de toplum bireysiz olabilir. Yani iç ve dışın dengesinin kurulması asıldır.
İç özgürlük, ne pahasına olursa olsun ve sorumsuzca, insanın içinden geldiği gibi davranması olamaz. Yaratıcı faktörünün yanında bir de toplumun gerçeği var. “İçimden böyle istiyorum, böyle yapmam gerekir” diyerek, bulunacağımız her davranışın sonunda bir tehlike bizi her an bekleyebilir. Çünkü toplum gerçeği göz ardı edilmiştir. İç özgürlük, ihtimallerin bir arada değerlendirilmesinden sonra gelir. Hayatî bir tehlike varsa, böylesi bir tehlikeden uzak durmak da iç özgürlüktür. Her şeyden önce sorumluluk var. Hayatı korumak da belki en önemli sorumluluğumuz. Ne kadar özgürlük o kadar sorumluluk. Hiç kimse hayatını durup dururken, ortada bir hayat meselesi yokken, tehlikeye atamaz. Aksine, buna olsa olsa hayatı hoyratça yaşamak derler.
Yukarıdaki örnekte bir hayatî tehlike yok ki, o iki insanı muhtemel bir tehlikeye rağmen onları arabasına almış olsun. Şehir içinde onların bir ölüm tehlikeleri mi var? Ama onları arabasına aldığı takdirde kendisini tehlikeye karşı garanti edemez. Bu şekilde masumca iyilik yapmak uğruna kurban olanların sayıları bir hayli. Toplumda böyle fırsat bekleyen insanlarla dolu.
Böyle bir tehlikeye rağmen, “Ben içimden geldiği gibi yapmak istiyorum” demek, biraz da sonu ne olursa olsun anlayışına varır. Bu tedbirli bir davranış değil. İç özgürlüğün değil, tam aksine iç tutsaklığın bir sonucu. İç özgürlükte iç sorgulama esastır; niçin ve nasıl yapılması üzerinde yorumlar getirilir. “Bazen iyilikten maraz doğar” diye bir söz var; aslında konumuzla da ilgilidir. Oysa iyiliğin bir ölçüsü olmalı. Aşırı şefkatin zarar verdiğini unutmayalım.
Ama yukarıdaki olayı, başka şekle sokalım. Tehlikelerle dolu ıssız bir yolda ya da ıssız bir çölde üstü başı perişan bir insanın bulunduğunu düşünelim. Biz de oradan aracımızla geçiyoruz. Tedbirini almak kaydıyla tehlike ihtimali de olsa onu alma isteğimizi yerine getirmek iç özgürlüktür, bir görevdir. Çünkü bu olayda iki halde de alacağımız insan için açık bir tehlike var. İçimizin sesini dinlemede mahzur yok, sonradan bir tehlike de çıksa. Bu anlamdaki bir davranışta bir fedakârlık örneği de var. Fedakârlık, iç özgürlüğün ta kendisidir.
İç özgürlük, ince hesapların olgusudur. Orada aldatmak olmadığı gibi aldanmak da yoktur. Baskı altında kalmak da yok. Hayatî tehlikelerin olmadığı yerde vicdan sesinin yerine getirilmesidir.
[email protected]
|