Türkiye, AB uyum sürecinde yaşadığı demokratikleşmeye karşı gelişen reaksiyonun arkasındaki zihniyetle yüzleşiyor. En son örnek, Kuvayı Milliye Derneği adıyla faaliyete geçen bir grubun silah ve Kur’an üzerine yemin ederek, ölmek ve öldürmekten, ırkçı bir Türk anlayışından bahsetmesi...
Aslında her şey çok açık: Eğer zihnimiz ve irademiz dumura uğramadıysa, çeteler artık, demokrasiyi ve iç barışı katledeceklerini açıkça ihbar ediyorlar. Şimdi skandal yemin töreni hadisesini ele alalım, düşünelim bu insanlar neden böyle düşünüyorlar? Ülkenin kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk ve resmi ideolojisi olan Atatürkçülük nasıl “ölmek- öldürmek” konulu konuşmalarda dayanak olarak kullanılabiliyor? Derneğin genel başkanının emekli kurmay albay, Mersin şube müdürünün emekli polis olduğu düşünülür ve diğer dernek ve çetelerde bu iki meslekten birçok insanın bulunduğu hatıra getirilirse bunu nasıl tahlil etmeli?
Kemalizm sivilleşmeye engel mi oldu?
Türkiye 14 Mayıs 1950’de demokrasiye geçtiğinde, ülkeyi Birinci Cihan Harbi’ne sokan İttihatçılıkla ve ülkeyi 1946’ya kadar yöneten tek parti diktatörlüğüyle hesaplaşmadı. Bu iki anlayış zaman zaman farklı, zaman zaman kaynaşmış versiyonlarıyla Türkiye’nin demokratikleşmesine muhalefet etti. Bu anlayışlarla hesaplaşmamak, bu anlayışlarla yetişmiş ve işbaşındaki asker ve sivil kadroların adeta seçilmiş hükümetler karşısında müstakil bir zümre olarak kendilerini yeniden üretmelerine izin verdi. Bu zümre, dönemin anti-demokratik ve anti-Batıcı sosyalizan fikirleriyle eklemlenmiş Kemalizm’i kullanarak, demokratik parlamentoya ve hükümete karşı muhalefet etmeye başladı. Bu muhalefet, oluşan cuntalarla darbe yapmaya kadar gitti. Bu şekilde sivil ve bilhassa askerî okullarda demokrasiyle telifi zor bir müfredatın hakim olmasının yolu açıldı. Bu müfredat içinde yetişen ve amirleri tarafından bu istikamette eğitilen kadroların, başka bir şey yapmaları da beklenemezdi. Böylece Atatürk ve Atatürkçülük, o zamanki ismiyle Kemalizm, Türkiye’nin demokratikleşmesine, modernleşmesine, serbest piyasaya geçmesine ve dünyayla bütünleşmesine muhalefetin ideolojisi haline getirildi. Bu muhalefet, kısa zamanda orduda hizipleşme ve cuntalara yol açtı. Öyle ki, Türk ordusunun 1960’tan 1980’e temel sorunu ve faaliyeti, ordu içindeki hizipleşme ve cuntalaşma hareketlerini nizam altına almak şeklinde tanımlanabilir. Asker ve sivil bürokrasinin hakimiyeti çerçevesinde çok bir dar bir şekilde yeniden oluşturulan Kemalizm, darbelerin meşruiyet ideolojisi olmanın ötesinde, anayasal kurumlar tarafından Türkiye toplumuna vesayetin bir ideolojisi haline geldi. 2006’nın Ağustos ayında ordunun yeni komuta heyetinin muhtelif vesilelerle yaptıkları konuşmalarda demokratikleşmeye, AB’ye, serbest piyasaya, askerî kurumların sivil denetimine ve dinî hayatın tanzimine ilişkin sert ithamlar, aradan geçen onca zamana karşın 27 Mayıs darbesini yapan cuntanın, hatta onların içinden çıkan radikal 14’lerin zihniyet yapısının bir süreklilik içinde devam ettiğini gösteriyor. Tevhid-i tedrisatı sadece din eğitiminin kontrolü ve mümkünse ortadan kaldırılmasından ibaret gören anlayıştan, demokratik bir ülkenin askerî okullar ve polis eğitim kurumları dahil tamamında demokratik siyasi kültürün aktarıldığı kurumlar haline getirilmesini beklemek mümkün değildir. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın ciddi bir şekilde yenileyerek modern ve demokratik hale getirdiği müfredatın, askeri okulların ve polis eğitim kurumlarının kapısından girmemesi halinde, Türkiye’nin demokratikleşme ve sivilleşme projesinin başarıya ulaşması da beklenemez.
Susurluk kazasıyla patlak veren skandal, sonrasında Türkiye’nin AB uyum paketleriyle yaşadığı demokratikleşme ve bu vesileyle Türkiye’ye yönelik dış dünya ilgisi, asker-sivil bürokrasinin milli güvenlik rejimini ortadan kaldırdı. Eski dönemdeki hiyerarşi ve disiplin bozulunca, kurumlar arasındaki uyum da bozuldu. Bu şekilde demokratikleşmeye ve sivil yönetime muhalefetin illegal ayağında aksamalar yaşanmaya başladı. “Profesyonel kadro” eksikliği ve hiyerarşinin bozulması, işin sivilleşmesine, yani “başıbozukluğa” yol açtı. Bu şekilde daha önce kendilerine merkezî bir disiplin ve hiyerarşi altında görev verilen kurumlar içinde yuvalanmış çeteler ve onların dışarıdaki uzantıları, kendi başlarına “durumdan vazife çıkarmaya” başladılar. Böylece türlü derneklerden çetelere yeni bir yapılanmayla karşılaştık. İmamesi dağılmış tesbih gibi ortaya dağılan çeteler, şimdiye kadar bildikleri düzenin ve korunup kollanmanın kalkmasından kaynaklanan bir kaos duygusuyla, şimdiki düzeni ortadan kaldırmak ve bildikleri kozmosa dönmek ihtiyacıyla taarruza geçtiler. Bu şekilde her kriz döneminde kuruluş döneminin şartlarına ve korkularına dönen bu odaklar, kendilerini Başkomutan ve Cumhuriyeti kurmuş Atatürk ile değil, Milli Mücadele’nin başlangıç günlerinde askerlikten istifa eden Mustafa Kemal ile özdeşleştirmeye başladılar. (...)
Demokrasi ciddî tehdit altında...
Ordu bir yandan bu kesimlere mesafe koyuyor. İşte Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın sözlerinden öğrendiğimize göre, kendilerine darbe yapmayı telkin edecek emekli askerlerin bulunduğu tatil beldelerinden bile uzak duruyorlar. Öte yandan bu konudaki tecrübesi malum olan 12 Eylül darbesinin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, orduyu genç subaylara karşı uyarıyor. Yine Büyükanıt, orduyu politikadan uzak tutmak konusundaki kararlılığını vurgularken, 1908-1918 dönemine atıfta bulunuyor. Peki ama ordunun politikaya karıştığı 1960 sonrası hakkında ne düşünüyor? Bu kadar özene rağmen, 30 Ağustos sonrası komuta heyetinin demokrasiyle bağdaşmayan konuşmaları nasıl açıklanabilir? Birçok çeteye karışan askerî personel tesadüfle izah edilebilir mi? Emekli askerlerin demokrasi aleyhinde odaklarla yakın ilişkisi, hatta birçok cinayet hadisesi ve çete oluşumuyla beraber anılması, meseleyi daha geniş bir şekilde ele almayı gerektirmez mi? Askerî okullardaki müfredat ve eğitim kadrosu, çağa ve demokrasiye uygun hale getirilemez mi? Orduda reform isteklerine neden bu kadar sert tepki veriliyor? Bütün bunları elbette Emniyet teşkilatı için de sormalıyız? Burada iktidar ve muhalefete, basına düşen, kurumlar arasında taraf tutmak değil, demokratikleşme ve sivilleşme istikametinde bütün kurumlarda reforma gitmek için gayret sarf etmek olmalıdır. Demokrasi ve Türkiye devleti, çetelerin ciddi tehdidi altındadır. Aksi halde Hrant Dink’in katli nasıl defalarca ihbar edilmiş ve ihbar dikkate alınmadığı için Dink katledilmişse, demokrasinin başına da gelecek vardır. Yalnız bu sefer sadece demokrasi değil, Türkiye’nin bütünlüğü de çetelerin yakacağı ateşten zarar görecektir. Türkiye 1962’de Talat Aydemir’in aylarca süren kamuya açık darbe teşebbüsünü seyretmekle yetindiği için çok ciddi badireler atlatmıştır. Şimdi aynı şey, çeşitli derneklerin çatısı altında gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Burada bilhassa yargıya büyük rol düşüyor. ([email protected])
Zaman, 15.2.2007
|