Yoksa 28 Şubat süreci devam mı ediyor? Bu soruyu sormamın sebebini şu günlerde gazete manşetlerine tırmanan zihniyete bakarak çıkarabilirsiniz. Düne ait manşetlerden özellikle biri fena halde açıklayıcıydı: “İmam-hatip inadı bitmek bilmiyor.”
Habere göre, Milli Eğitim Şurası’nda, meslek liseleri ile düz liseler arasında var olan katsayı farkını ortadan kaldıracak bir formül bulunmuş; üniversiteye girişte, kurumlar arasında herhangi bir ayırım gözetilmeden ‘olgunluk sınavı’ uygulanacakmış…
İmam-Hatip liselerini beğenir veya beğenmezsiniz… Düz liselerle imam-hatiplerin de bir parçası sayıldığı meslek liseleri arasında fark gözetilmesini doğru veya yanlış bulabilirsiniz… ‘Olgunluk sınavı’ formülünü benimser veya yadırgayabilirsiniz… Benim takıldığım nokta bunların hiçbiri değil. Ancak, bir medya organıysanız ve “İmam-hatip inadı bitmek bilmiyor” manşetini kullanmışsanız, bu söyleminizin hesabını vermek zorundasınız…
Türkiye ‘28 Şubat süreci’ adını taşıyan olağanüstü bir dönemden geçti; o dönemde neler olup bittiğini burada hatırlatmam gerekmiyor. Dönemin şartlarının, süreçte görev üstlenmiş konumda bulunanlar kadar onlara âlet olanları da utandırdığını sonraki gelişmelerden biliyoruz. O tür âdetleri olmayan medya neferleri bile, sürecin ardından, yapıp-ettikleriyle ilgili günah çıkarma ihtiyacı duymuşlardı.
Sanki yakın geçmişte öyle bir arınma ihtiyacıyla ortaya atılmamış gibi yeniden 28 Şubat sürecinin söylemini bugünlerde hortlatmanın anlamı ne?
Elbette, herkes ve her medya organı, beğendiğini alkışlayıp yanlış gördüğüne karşı çıkabilir. İmam hatip liseleri de, bu yönüyle, eleştiriden muaf değil tabii. Eğitim düzeyi mi yetersiz, yoksa öğretilen konular mı günün ihtiyaçlarına cevap vermiyor, öğrenciler ve öğretmenlerden kınanası davranışlarda bulunanlar mı var; bunların her biri hem haber hem de yorum konusu yapılabilir…
Ancak, “İmam-hatip inadı bitmek bilmiyor” diye bir manşet atarsanız, bu, 28 Şubat’ın söylemini günümüzde hortlatmak anlamını taşır. Bunu da yapabilirsiniz elbette, ancak toplumdan saygı görmeyi bir daha aklınıza getirmemeyi göze alıyorsanız…
O manşetteki gibi kişisel ve kurumsal farkları göz ardı eden ‘totalci’ yaklaşımlar sadece bizde değil başka ülkelerde de görülmüştür; ancak hepsi de olağanüstü dönemlerde… Hitler’in belli bir ırktan ve bazı kurumlardan hoşlanmadığını, etkisi altına aldığı Alman basınını kişisel nefretini topluma yaygınlaştırmak için kullandığını biliyoruz. Nazilerin bunu yaparken sarıldıkları söylem de totalciydi…
Demokrasilerde ise, herkesi veya toplumun bir bölümünü yakından ilgilendiren uygulamalara farklı bir üslup egemen olmak zorunda. Milli Eğitim Şurası eğitim câmiasının en geniş biçimde temsil edildiği bir platform; orada konuşulan ve ilke kararına bağlanan konular siyasî iktidarlar için her zaman yol gösterici olmuştur. Şura’ya katılanlar görüşlerini açıklar ve varsa itirazlarını kayda geçirirler; karara bağlanan ilkeleri uygulamak (veya uygulamamak) hükümetlerin takdirine kalmıştır.
Bu defa da öyle olacaktır herhalde; iktidar, Şura’ya katılan uzmanların üzerinde etraflıca düşünülmüş görüşlerini, 28 Şubatçı reflekslerle manşet atanların keyfî tutumlarına yeğleyecektir.
Bir grup medya leşkerinin geçmişte yaptıklarından gerçekten utandıklarını sanmış ve günahlarını biz de unutulmaya terk etmiştik; meğer hâlâ bıraktığımız yerde duruyorlarmış…
Yeni Şafak, 18.11.2006
|