Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Varlığı kuşatan sonsuz sevgi ve Saadet Asrı

Her işleyişin nihaî noktasında bir tevhid hakikati ve bütünleşme süreci hep vardır. Yeryüzünün de şu ana kadar gözlenen gelişmeleri artık şu garip gezegende de bir huzur ve ferah zamanının geldiğine işaret etmektedir. Bu huzur vahyin asra en taze yansıması olan Kur’ân himayesinde ve onun aydınlığında olmalıdır. Bu mânâya kalpler yöneldiğinde yeryüzünü kuşatan bir muhabbet ve tevhid hakikatinin ruhlarda etkisi ile olacaktır. Belki de bu an yeryüzünü kuşatan rahmetin en uç noktaya ulaşması ve küresel bir saadet asrının başlangıcıdır.

Dünya gerçek saadetin arayışı içindedir ve bu arayışın ulaştıracağı nokta saadet asrı olacaktır. Her biyolojik yapı gibi dünya da kemaline doğru bir seyir içindedir ve bir gün o noktaya ulaşacaktır. Dünyanın kemal noktasında muhakkak tüm insanlığın huzur ve refahı bulduğu bir sosyal düzen ortaya çıkacaktır. Bu düzene doğru dünya genelindeki gidiş bedenin tekâmülüne benzer şekilde refleks davranışlardan kortekse doğru bir süreç içinde ortaya çıkmalıdır.

Varlık âlemindeki tüm yapıların tehdit ve saldırılara karşı refleks şeklindeki tavrı kapanma, büzüşme ve alanını küçültme şeklindedir. Bu, bitkilerden insanlara ve insanların teşkil ettiği sosyal bünyelere kadar her şeyde ve her işleyişte kendini gösterir. Diğer taraftan canlılık düzeyinde gelişmişliğe paralel olarak davranış şekilleri omurilikten kortekse doğru kayar. Omurilik beynin omurga içerisinde yer alan alt düzey fonksiyonları, refleksleri ve sinir iletimlerini yürüten kısmı, korteks ise beyin kıvrımlarının üzerini en dışta kaplayan gri renkli ve entelektüel boyuttaki insan fiillerini yürüttüğü düşünülen kısımdır.

Canlıların en gelişmişi olarak gözlenen insanın diğer canlılardan en belirgin farkı en gelişmiş kortekse sahip olmasıdır. Şuur boyutundaki tekâmül omurilikten kortekse doğru bir gelişim şeklindedir. Canlılar âleminde tarih boyunca gelişim bu şekilde olduğu gibi, her insanın ana rahmindeki embriyoloji gelişimi ve daha sonra doğumdan yetişkinlik dönemine doğru gelişimi de aynı şekilde omurilikten kortekse doğru bir seyir takip eder. Omurilik daha çok refleks şeklinde hareketlerin yönetim merkezi korteks ise şuurlu, kontrollü, planlı, koordine hareketlerin ve davranışların merkezidir. Korteksi gelişmiş varlıklar daha şuurlu ve planlamış, kişilik katılmış davranışlar sergilerken omurilik düzeyindeki varlıkların davranışları daha tek düze ve refleksler şeklindedir.

Sosyal bünyelerde de benzer bir süreç yaşanır. Toplumu oluşturan fertler omurilikten kortekse doğru gelişim kaydettikçe davranışlar daha kontrollü, daha çok şahsiyet kazanmış ve daha çok üretilen bir şekle bürünmüştür. İlkel toplumlar belirli kabullerin ve kalıpların dışına çıkamayan refleks tarzı tavırlarla yaşarken gelişmiş sosyal yapılarda beynin ürettiklerine, düşünceye, san’ata ve farklı fikirlere daha açık bir yapı vardır. Kalıplaşmış tavırların yerini daha kontrollü, içi doldurulmuş ve sebepleri açıklanabilmiş beynin ürünü olan davranışlar alır. Yersiz korku ve endişelerin ve bunlarla bağlantılı olarak içe kapanan, dıştan gelen her türlü uyarıyı engelleyerek varlığını devam ettirmeye çalışan nebatî bir davranışın yerini dışa açık ancak dıştan gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıklı ve savunma mekanizmalarını iyi geliştirmiş bir yaklaşım alır.

Başlangıcından bu güne dünyayı donatan insanlar ırk, din, coğrafya, dil gibi faktörlerle ayrışan ve kendi içinde tanımlanmış sosyal bir benlik oluşturma süreci yaşadılar. Bu süreç boyunca aynı zaman da omurilikten kortekse doğru gelişim seyri de devam etti. Daha omurilik ağırlıklı toplumlar düzeyinde davranışlar daha kalıplaşmış ve sosyal refleksler şeklinde iken, korteks düzeyine doğru daha üretilmiş ve daha fazla kişilik katılmış, içe kapanmaktan çok dışa açılan ve şuur boyutundaki üretimleri ile öz güveni daha gelişmiş sosyal yapılar gözleniyordu. Dünyada gözlenen teknolojik gelişmeler ve farklı etkilerin belirlediği fıtri süreç te buna zorluyordu.

Ülkemizde özellikle son çeyrek asırda dine hizmet ve ve İslâm dinini bir hayat tarzı şeklinde topluma mal etme arzu ve gayesi ile çok farklı gruplar organize oldu ve sosyal bünyeler teşkil edildi. Bu grupların oluşum ve kimliklerini belirleme sürecinde davranılar daha çok omurilik düzeyi ağırlıklı ve sosyal refleksler şeklindeydi. Bununla bağlantılı olarak bu gruplar kendi fertlerini kaybetmeme ve grubu dağıtmama gibi mülâhazalarla daha çok içe kapanan ve aynı maksada hizmet eden diğer gruplar da dahil olmak üzere her sosyal yapı ile ilişkilerini en asgarî düzeye indiren bir yaklaşım hakimdi. Oysa zamanın şartları, içe kapanmak şeklinde bu refleks tavrı zorlamaktadır. Bu zamanda içe kapanarak korunacağını ve dış tehlikelerin etkisinden kurtulacağını düşünmek ancak deve kuşu düzeyinde bir beyin yapısının ürünü olabilir.

Bütün sosyal yapılar özellikle İslâm gibi cihanşumül bir dine hizmet arzusunda olanlar çok iyi bilmelidir ki küreselleşen bir dünyada diyaloğa kapalı, gelişmeleri takip etmeden bunlara aklın ve şuurun ürünü olan çözümler üretmeden, sadece içe kapanmakla ve kapalı yapılar oluşturmakla ayakta kalamayacaklardır. Kâinat kitabını doğru okuyan herkes bunu açıkça görebilir. Üstadlarından aldıkları ders ile bunu en iyi şekilde yapmaları beklenen Nur talebelerinin artık dünyaya topluma açılmaları ve özellikler kendi iç grupları arasında daha sıkı diyalog ortamları geliştirmeleri ve yeni gelişmeleri takip ederek Risâle-i Nur çerçevesinde yorum ve tezleri vaktinde üretmeleri gerekmektedir. Artık senin, benim gibi algıları bir tarafa bırakıp biz şuurunu oluşturmanın vakti gelmiştir, belki de geçmektedir. Bunun aksi yönde tavırların Risâle-i Nur hizmetine ve Kur’ân dâvâsına zarar vermekten başka hiçbir işe yaramayacağını ve grubu himaye etmekten çok bir sel gibi gelen gelişmelerin önünde heba edeceğini düşünüyorum.

Her işleyişin nihaî noktasında bir tevhid hakikati ve bütünleşme süreci hep vardır. Yeryüzünün de şu ana kadar gözlenen gelişmeleri artık şu garip gezegende de bir huzur ve ferah zamanının geldiğine işaret etmektedir. Bu huzur vahyin asra en taze yansıması olan Kur’ân himayesinde ve onun aydınlığında olmalıdır. Bu mânâya kalpler yöneldiğinde yeryüzünü kuşatan bir muhabbet ve tevhid hakikatinin ruhlarda etkisi ile olacaktır. Belki de bu an yeryüzünü kuşatan rahmetin en uç noktaya ulaşması ve küresel bir saadet asrının başlangıcıdır.

10.11.2006


 

Birey ve devlet

Üstün siyasî güç kullanım yetkisiyle donanmış devlet karşısında birey, temel hak ve özgürlükleriyle korunmaya muhtaçtır. Bu sebeple, devletin sahip olduğu siyasî güç ve yetkilerin çerçevesi ve sınırları mutlaka belirlenmiş olmalıdır. Devletin varlık sebebi bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Kutsal olan devlet değil, insandır ve onun hak ve özgürlükleridir.

Liderlik

Yönetişim olgusu içinde liderlik kavramının da yeri vardır. Bu bakımdan yöneticilik sorumluluğu almış bir kimsenin, insan davranışlarının oluşumuyla ilgili temel bilgi donanımına veya iletişim becerilerinin dayandığı temel gerçekçi düşünce yapısına sahip olması önem taşır.

Yöneticiler hakka ve halka dayanarak çalışmalı, iyilikleri ve olumlu sonuçları milletle paylaşmalı, güzel gelişmelere milleti de ortak kılmalı, milletin duygularına muhabbet ve aklı göndererek onların şevklerini uyandırmalıdır. Halkın omuzlarına basarak kendilerini yükseltip, onları aşağıya indirmemeli, sosyal sınıflar arasında uçurum meydana getirerek toplumda husûmet uyandırmamalıdır. Bu şartlarla da "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır". "Milletin efendisi milletine hizmet edendir." hâdislerine de mazhar olacaklardır.1

Etkin ve şeffaf yönetim

Demokrasilerde halkın en temel denetim mekanizması seçimler olmakla birlikte, bunun yanında halkın temsilcileri olan vekillerin (parlamento-mebusan) hükümet üzerindeki sürekli denetimi de etkin bir demokratik yönetimin araçlarındandır. Halkın sivil örgütler ve medya aracılığıyla yönetimi etkilemesi ve denetlemesi mümkündür. Yönetenlerin halka karşı siyasî sorumluluğu yanında, hukuk devletinde işlem ve eylemlerinden dolayı hukukî ve cezaî sorumlulukları da vardır. Yönetimin şeffaflığı ve halka karşı sorumluluğu demokrasinin bir gereğidir.

Kamuoyunun fikirlerinin kaynağını oluşturan, herkesin kalbindeki şefkat ve hamiyet duygularıyla hâsıl olan elmas gibi keskin nuranî sütun belirleyici ve karşı konulması son derece zor büyük bir güçtür. Bu gücü harekete geçirmek ve etkin kılmak fevkalâde önemlidir.2

Asr-ı Saadette sahabelerin hayatında etkin yönetimin ve murakabenin en güzel numunelerini görmek mümkündür. Bunlar kıyamete kadar insanlara rehber ve ölçü niteliğinde numunelerdir. Hazreti Ömer'in (ra) hutbede üzerindeki ganimetten aldığı cübbenin kumaşının nasıl olup da bir cübbe çıkacak kadar olduğunu soran sahabiye cevap vermiş ve bundan dolayı Allaha şükrünü ifade ile memnun olmuştur.

20. Söz'de Hz. Süleyman’ın (as) mucizesi ile ilgili olarak yapılan açıklamada, yeryüzünün her tarafının görülmesi ve her köşesindeki seslerin işitilmesi ile tam bir adalet yapılabileceğini3 dikkatlere sunmuştur. Buradan adaletin şeffafiyetin sağlanmasıyla gerçekleşebileceği, bunun için de ileri teknolojiden yararlanmak suretiyle memleketin her tarafında olup bitenlerden haberdar olacak şekilde bir alt yapı oluşturulması gerektiği anlaşılmaktadır.

Sivil toplum

Sivil toplum demokratik bir toplumun olmazsa olmaz şartıdır. Kendilerine özgü örgütlenme biçimleri olan sivil birlikler devamlı birbirleriyle etkileşim halindedirler ve hak ve hürriyetleri tehdit eden tehlikelere karşı devamlı uyanıktırlar. Dernek ve vakıflar sivil toplum kuruluşlarının en tipik örneklerindendir.4

Sivil toplum örgütleri, iktidarı sınırlayan, vatandaşlara kişisel özellikler kazandıran, aidiyet duygusu ihtiyacını gideren, toplumsal ilişkilerin daha sağlıklı işlemesini sağlayan ve demokrasinin kurumlaşmasına zemin hazırlayan kuruluşlardır. Bu bakımdan hayatî önem taşımaktadır. Ayrıca bu kuruluşlar, demokrasilerde birey veya sivil alanla yönetim arasında bağ kuran aracılardır.

Demokrasilerin motoru, özgür birey ve aktif vatandaş anlayışıdır. Bireyin özgürlüğü, toplumun temel yapıcı birimi olan tek bir insanın hayat alanını toplumsal/siyasal müdahalelerden bağımsızlaştırırken, aktif vatandaşlık, bireysel olanla toplumsal olan arasında bir bağlantı noktası teşkil eder; bu niteliğiyle de bireyi toplumsallaştırır.5

Sivil itaatsizlik

Demokraside siyasî iktidar gücünün kullanılmasında keyfîliğin olmaması asıl ise de, her şeye rağmen yönetenlerin keyfi tutum ve uygulamaların içine girmesi halinde halkın keyfiliğe karşı tepkisi nasıl olmalıdır?

Yönetenlerin keyfiliği karşısında halkın itaate mecbur olduğu demokratik bir sistemde kabul edilemez. Ancak keyfiliğe karşı gösterilecek tepkinin emniyet ve asayişi bozmayacak, kargaşa ve kaosa yol açmayacak ve özellikle masum insanlara ve kamu mallarına zarar vermeyecek şekilde olması gerekir. Bu da toplantı gösteri ve yürüyüşü, medya aracılığıyla fikir açıklaması gibi demokratik araçlarla mümkündür. Bu anlamda tepki gösterilmesi kamunun da yararınadır.6

İç demokrasi

İç demokrasi kavramıyla, demokratik yöntem biçiminin sadece devlet yönetiminde değil, aile içinde, işletmelerde, meslekî kuruluşlarda ve sivil toplum örgütleri gibi çeşitli seviyelerde kişi ve kurumlarda da uygulanması amaçlanmaktadır. Çünkü demokratik yöntem hayatın her alanında geçerli ölçüler ihtiva etmektedir.

Bediüzzaman 1910 yılında gittiği Doğuda aşiretlerle sohbetinde meşrûtiyetle ilgili soruları cevaplandırırken, onların meşrûtiyetperver (demokrasi yanlısı) tabiatları gereği dersi münâzarâ ve münakaşa suretinde okuduklarını, medreselerinin küçük bir meclis-i mebusan-ı ilmiyeyi andırdığını belirterek, karmakarışık gürültülü suallerine nasıl cevap vereyim diye sormuş ve onlara soru sorma kaidesini şöyle göstermiştir: "Meşrûtiyet kânunuyla suâl ediniz. Yani içinizde bir iki zekî adamı intihap ediniz; tâ size vekil olarak müşteri olup, suâl etsin. Siz de dinleyiniz."7

Tek kişinin görüşüne dayanan baskıcı anlayış, zulmün temelidir, insanlığın mahvedicisidir. Aşağılanmak, sefillik, fakirlik, sömürü düzeni, çatışmalar, husûmet ve düşmanlıklar hep bu anlayışın ürünüdür.

Buna karşı demokratik hayat şekli bir yerde uygulamaya geçtiği zaman fikir özgürlüğü uyanır. Hakkın, iyinin, güzelin gerçekleşmesi için müsbet bir yarış başlar. Bu yarışın içinde meşveret, uzlaşma, yardımlaşma ve dayanışma vardır.8

Uygulamada ve icraatlarında fiilen baskıcı, dayatmacı, tepeden inmeci bir tarzda hareket edildiği halde, halka demokrasinin faziletlerinden bahsedilmesi, halkın demokrasiye olan güvenini sarsar. O sebeple demokrasinin alanda fiilen uygulanması gerekir.

Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti

Üstün siyasî güç kullanım yetkisiyle donanmış devlet karşısında birey, temel hak ve özgürlükleriyle korunmaya muhtaçtır. Bu sebeple, devletin sahip olduğu siyasî güç ve yetkilerin çerçevesi ve sınırları mutlaka belirlenmiş olmalıdır. Devletin varlık sebebi bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Kutsal olan devlet değil, insandır ve onun hak ve özgürlükleridir.

Hukuk devleti ise, kısaca esas itibariyle kanun hâkimiyeti yanında, kanunların hukuka uygunluğunu da arayan ve hukukla bağlı olan devlet demektir.

Hukuk devletinde milletin kendisine hizmet etmesi için görevlendirdiği devlet yetkilerini kullanan yöneticilerin keyfiliğe kaçmasının yolları kapatılmıştır.

Bediüzzaman, adaleti sağlayacak temel hukuk prensiplerinin İslâmın temel kaynaklarında mevcut olduğunu, delilleriyle ortaya koymuştur. 9

Kanun hâkimiyeti

Kuvvet kanunda olmalıdır. Hukuk düzeni dışında, meşrû olmayan ve gücünü kanundan almayan yetkisiz kişiler tarafından hukuk dışı yollarla kuvvet kullanılır ve sistem de buna müsaade eder, göz yumarsa, keyfilik kokuşmuşluk, baskı ve dayatma yer yer, mevzi mevzi dağıtılmış olur. İstibdat, zulüm ve tahakküm bulaşıcı hastalıklar gibi yayılır. Toplumda kanun hâkimiyeti tesis edilemezse otorite boşluğu doğar. Münferit veya topluluk şeklinde çetelerin barınabileceği müsait bir ortam vücuda gelir, komitecilik şiddetlenir.10

Adalet, meşveret ve kuvvetin kanunda toplanmasından meydana gelen cumhuriyet, kanun hâkimiyeti sağlanamadığı takdirde içi boş bir şekilden ibaret kalır.

Bediüzzaman'ın 19 Ocak 1923 tarihinde, Meclis-i Meb'usana hitaben yayımladığı Beyanname'de, meclisin milletin kendisine verdiği kuvveti yine milletin istek ve iradesi doğrultusunda kullanarak kanun hâkimiyetini tesis etmesi gerektiğini ifade etmiştir.11

Adalet

Hak haktır, küçüğü büyüğü önemli değildir. Küçük, büyük için iptal edilemez. Bireyin kendi rızasıyla toplumun selâmeti için kendini feda etmesi bir fazilet olmakla birlikte, bireyin rızası yoksa hayatı ve hakkı toplum için feda edilemez.

Adaleti sağlamak devletin en temel görevlerinden biridir. Bu da hak sahibine hakkını vermek ve haksızları terbiye etmekle, yani haksızlığını önlemekle olur.

Kanun önünde eşitlik adaletin gereğidir. Hiçbir şahsa, guruba imtiyaz tanınamaz. Herkes adalet karşısında eşit olarak işlem görmelidir.12 Adaletin gerçekleşmesi için, Mahkemelerin de tam bir bağımsızlık ve tarafsızlık içinde karar vermesi şarttır. 13

DİPNOTLAR

1- "Bir büyük adam, hakka isnad ile aklı istimâl edip muhabbetle milletini kendisine rabt, zîrdostânının omuzları üstüne çıkmaz, altına girer, yükseltir, şevklerini uyandırır, bir iyilik olursa mânen millete tevzî eder, herkese bir parça nâmus düşmekle şevki artırır, hak yerini bulmak için milletini ziyâ-i mârifete karşı tutar, gonca-misâl olan o milletin hissiyâtına zülâl-i muhabbet ve aklı gönderir, neşv ü nemâ verirse, (Halkın efendisi, ona hizmet edendir: Keşfü'l-Hafâ,1:463.) hadîs-i şerifte meşrûtiyetli reise misâl-i müşahhas olur. Meşrûtiyeti gözle görmek istiyorsanız, işte şu aynaya bakınız. (Münâzârat, s. 36).

2- "İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz." Sözleriyle bu gerçeği dile getirmiştir." (Münâzarât, s. 44).

3- Sözler, s. 233.

4- Atilla Yayla, LDT web sitesi.

5- Demokrasi ve insan Hakları El Kitabı, İhsan D. DAĞI, Necati POLAT (TDV-Türk Demokrasi Vakfı), s. 15.

6- "İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adâlet ve Şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halîfedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehâlet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san'at, marifet, ittifak silâhiyle cihâd edeceğiz." (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 23.)

"Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risâle-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer'in (r.a.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer'iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere, Nasârâya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalifler ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.

İşte, bu nokta-i nazardan, Risâle-i Nur'un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel'in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder". "Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir".

"Vela teziru vaziretü'n vizra uhra" düsturu ile-ki "Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz"-işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz." (Kastamonu Lâhikası, s. 206.)

7- Münâzarât, s. 21-22.

8- Münâzarât, s. 31.

9- Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır." (İşârât-ül İcaz, s. 141)

10 - Divan-ı Harb-i Örfî, s. 47.

11- Tarihçe-i Hayat, s. 124.

12- Bediüzzaman bu konudaki şu sözleri dikkate değerdir: "Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim." (Lem'alar, s. 174).

13- "Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki…" (Şuâlar, s. 330).

10.11.2006


 

Abdurrahman bin Zeyd (626?-690)

Hicretten sonra Medine'de doğan sahabelerdendir. Hazret-i Ömer'in (ra) kardeşi Hazret-i Zeyd'in oğludur. Henüz kundakta iken dedesi tarafından Peygamber Efendimize (asm) götürülmüş ve duâsına mazhar olmuştur. Risâle-i Nurda bu duâ münasebetiyle ismine yer verilmiştir. Peygamber Efendimizin bu duâsının bereketiyle büyüdüğünde, hem fizikî görünüm, hem de yüz görünümü olarak çok güzel bir hal alması ile mucizeye masadak olmuştur. Peygamber Efendimizin son döneminden Emevilerin kuruluş dönemine kadar yaşamış olmakla birlikte hakkında fazla bir bilgi ve nakil yoktur. Emeviler döneminde valilik yaptığı ve muhalifleri desteklediği için de valilikten azledildiği bilinmektedir. Künyesi Abdurrahman bin Zeyd ibnü'l-Hattab şeklindedir.

Abdurrahman Medine'de 626 yılında doğdu. Peygamber Efendimizi (asm), çocuk yaşta da olsa, görme şerefine ulaştı. Dolayısıyla yaş itibariyle küçük sahabelerden biri oldu. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgilere sahip olmamakla birlikte henüz kundakta iken anne tarafından dedesi Ebu Lübabe'nin, hurma liflerine sarılmış bir şekilde Peygamber Efendimizin huzuruna götürdüğü bilinmektedir. Peygamber Efendimiz de yediği hurmadan bu bebeğe tattırmış ve başını okşayarak duâ etmiştir.

Peygamber Efendimizin vefatından birkaç yıl evvel doğan Abdurrahman, onun huzurunda ve eğitiminde kalma fırsatını elde edememiştir. Çünkü, o zaman, henüz altı yaşlarında bir çocuktu. Bu sebepten dolayıdır ki, Peygamberimizden doğrudan hadis nakledememiştir. Naklettiği hadisler ise; amcası Hazret-i Ömer (ra) ve İbn Mesud (ra) olmak üzere, sahabeden öğrenip duyduğu hadislerdir.

Risâle-i Nurda Abdurrahman'ın Peygamber Efendimizin duâsına nasıl mahzar olduğu şu şekilde aktarılmaktadır: Abdurrahman yeni doğduğu zaman hem ufak hem de çirkindi. Dedesi Ebu Lübabe tarafından huzura çıkarılınca Peygamber Efendimiz eliyle başını meshedip duâ etti. Bu duânın bereketiyle hem boy, hem de yüz görünümüyle çok güzelleşti. Gençliğinde yörenin yakışıklıları arasında yer aldı. (Mektubat, 1994, s. 151)

Abdurrahman'ın önemli özelliklerinden bir tanesi babasına çok benzemesidir. Bu yüzdendir ki, Hazret-i Ömer kardeşine çok benzeyen Abdurrahman'ı çok sever ve ilgi gösterirdi. Bu sevgisinin bir göstergesi olarak kızı Fatıma ile de evlendirdi.

Peygamber Efendimizin son dönemi, dört halife devri ve Emeviler döneminde yaşayan Abdurrahman'ın hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Kaynaklarda kendisine ayrılan bilgiler çok sınırlı kalmaktadır. Hazret-i Ebu Bekir (ra) ve Hazret-i Ömer (ra)zamanlarında yaşı itibariyle kendisinden fazla söz edilmemesi tabiidir. Ancak, Hazret-i Osman (ra) ve Hazret-i Ali (ra) dönemlerindeki hayatı ve faaliyetleri ile ilgili olarak da elimizde fazla bir bilgi yoktur.

Abdurrahman, Muaviye'nin oğlu Yezid tarafından Mekke valiliğine getirildi. Epey bir süre bu valiliği yaptı. Bilindiği gibi, Yezid dönemi çok büyük acıların yaşandığı bir dönem olmuş ve Hazret-i Hüseyin (ra) feci bir şekilde şehit edilmişti. Özellikle bu olay, Yezid ve adamları için kara bir leke olmuş ve İslâm dünyasında büyük üzüntülere sebebiyet vermiştir.

Fiili olarak harekete geçip halifeliğini de ilân eden Abdullah bin Zübeyr, Emevileri epey uğraştırmıştır. Bütün bu gelişmelerden rahatsız olan Abdurrahman da Abdullah bin Zübeyr'e meyletmiştir. Bu meylinin Yezid tarafından öğrenilmesi üzerine görevine son verilmiştir.

Abdurrahman bin Zeyd ibnü'l-Hattab 690 yılında Mekke'de vefat etmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi az sayıda hadis rivayet etmiş ve bunları da doğrudan Peygamber Efendimizden aktaramamıştır. Dolaylı olarak aktarmıştır. Bazı hadis âlimleri de kendisinden nakletmişlerdir. Hüseyin bin Haris, Salim bin Abdullah ve kendi oğlu Abdülhamid söz konusu nakilcilerden birkaçıdır.

10.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004