Türkiye’nin bugünün Avrupa Birliği ile olan tam üyeliğe aday bir ülke olma statüsünün başlangıcı, 1950’li yıllarda Adnan Menderes kabinesinin son dönemine kadar gider. Türkiye’nin, o dönemde bir Avrupa Ortak Pazarı olarak adlandırılan bu siyasi ve ekonomik oluşuma dahil olma iradesi, 31 Temmuz 1959 tarihinde, Topluluğa katılmak için başvuruda bulunulmasıyla resmen açıklanır. Görüşmeler sonucunda, Türkiye ve Topluluk arasında bir ortaklık kurulmasına ilişkin andlaşma Ankara’da, 1963 yılında, Türkiye siyasi tarihinin bir başka 12 Eylül gününde imzalanır. Bu, 47 yıldan daha uzun bir dönemi ifade ediyor.
Sürenin bu denli uzamasında, her iki tarafın da kendilerinden kaynaklanan birtakım faktörler rol oynadı elbette. Bunlara itiraz etmemekle birlikte, asıl vurgulamak istediğim konu, yarım yüzyıla yakın bir zaman diliminin geçmesine rağmen bu iradenin sönmemiş olması. Ancak karşılıklı çabalar olmaksızın bunun bu şekilde süreceğini garanti etmek de zor.
Bugün, ne Avrupa ne de Türkiye 1959 yılındaki koşullara sahip. Ancak bu gerçeğin Avrupa bakımından dikkate alınması gereken cephesi, Türkiye’nin, Soğuk Savaş sonrasının yeni demokrasilerinden biri konumunda ve kıvamında bir aday ülke olmaması. Türkiye bakımındansa, bu iradeyi böyle bir dönem korumuş olmanın siyasi ağırlığını küçümsemenin mümkün olmaması. Sanırım, böyle bir yaklaşım, iki taraf arasındaki bugünün sorunlarını karşılamak bakımından da yardımcı olabilir.
Bu yaklaşım, her şeyden önce, taraflar arasındaki iletişimi önemli kılıyor. Ama bu sadece diplomatik görüşmelerle sınırlı bir çaba da değil. Her iki tarafın bu tür ilişkileri dışındaki uygulamaları ve bunlarla bağlantılı gelişmeler de bu iletişim kanallarını açıyor veya tam aksi tıkayabiliyor.
Örneğin Türkiye tarafının, bazı hak standartları konusunda, kendi uygulamalarında birtakım sorunlar olduğu açıkça görülmesine rağmen bunun zamanla düzeleceğinden dem vuran açıklamaları, bu ‘iyileşme’ beklentisi garanti edilemeyeceğine göre, konunun yeterince özenle değerlendirilmediği mesajını veriyor. Öte yandan Türkiye’nin tam üyeliğinin tartışmalı bir konu olduğu izlenimi uyandıran, AB çevrelerince yapılan beyanlar da iletişimi olduğu kadar, karşılıklı güveni de sarsıyor.
Bu yüzdendir ki, Türkiye’nin, kendi siyasi ve hukuki referanslarında bir karmaşaya yer bırakmaması, bu ilişkilerdeki kendi konumunu güçlendirecektir. Bir süredir Türkiye’deki ifade özgürlüğünü tartışıyoruz. Üstelik bu tartışmalara neden olan dava açma girişimlerinin, literatürdeki tam adıyla, ‘özgürlüğü yok etme özgürlüğü’ olarak tanımlanan bir anlayışla icra ediliyor olmasına rağmen, bu abes tartışmayı sürdürmek durumunda kalıyoruz.
Ayrıca, o girişimlere karşı, birçok davada beraat kararı verilmiş olması, bu dava açma tavrını değiştirmiş görünmüyor. Halen sürmekte olan çok sayıda dava var. Kaldı ki, verilen beraat kararlarının Türkiye bakımından anlamı da çok net değil. Zira bunlar, sistem adına yapılan açıklamalarda müstehzi siyasi yorumlara konu olabiliyor.
O zaman, ‘hukukun üstünlüğü’nü ilke edinmiş bir sistemde, bu mahkeme kararlarının anlamı nedir sorusunu sormak da, daha vahim başka bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
Avrupa hukuku standardı, siyasi kişilerin, hele başbakanlık veya bakanlık mertebesinde bulunmaları halinde, geniş yelpazede bir eleştiriye konu olmalarını makul ve olağan kabul ederken, Türkiye’de, Başbakan’ın kendisine karşı dava açmadığı neredeyse hiçbir karikatüristin kalmadığını görüyoruz. Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin son paragrafı, “eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” dese de, siyasi kültürümüzün bu daraltılmış kanun hükmünü kabul etmekte bile zorlandığı ortada.
Acaba, sürekli olarak tekrar edilen, bu konuda zamana ihtiyaç duyulması ve sabırlı olunması yolundaki telkinler, aslında topluma yönelik bir zaman faktörüne mi işaret ediyor? Yoksa bu, insanların, bu siyasi kültüre uygun bir düşünce ve ifade tarzına sahip olmasını beklemek için geçmesi gereken bir zamana olan ihtiyaç mıdır?
Radikal, 7.11.2006
|