AB üyeliği teklifini reddetmişti
Dünden devam
Ecevit’in bu dönemde en iddialı olduğu konulardan birisi de, “Köy-Kent Projesi”ydi. Her söyleminde bu konuya ısrarla vurgu yapıyordu. Kitaplarında da ısrarla vurguladığı konuların başında geliyordu. Buna göre “Şehirde ne varsa köylere de getirilecek,” büyük, modern ve çağdaş köyler kurulacak ve böylece köyden şehire göçün önü kesilmiş olacaktı. Hükümeti döneminde Ordu’nun Mesudiye İlçesi Çavdarlı Köyü başta olmak üzere birçok yerde bu proje büyük iddialarla uygulamaya konulmuş, ancak bunun fiyaskoyla sonuçlanacağı yıllar sonra anlaşılmıştı. Köylerden şehirlere olan göç yavaşlayacağı yerde daha da hız kazanmıştı. Ecevit’in köykent projesi, tıpkı bir zamanlar ortaya atmış olduğu Türkiye’ye ‘Yugoslav modeli’ gibi abuk bir girişimdi. Yetmişli yılları hatırlayacak kadar yaşı tutmayanlar bu Yugoslav saçmalığını bilmezler, fakat köykent saçmalığını duymuşlardır. İkisi de yıkıldı gitti, Yugoslavya da, köykent de... Köykent, tıpkı kırklı yılların Köy Enstitüleri girişimi gibi, ‘köylüyü köyünde tutmaya yönelik’ bir ütopyaydı. Köy o kadar kalkınacaktı ki kent gibi olacaktı ve köylünün artık Ankara gurbetine, İstanbul gurbetine gitmesine ihtiyaç kalmayacaktı.”3 Diğer bir çok projelerinde olduğu gibi bu proje de hüsranla sonuçlandı.
CHP-MSP koalisyonunun en önemli icraatı, genel af çıkararak anarşistleri affetmek olmuştu. 12 Mart öncesi Türkiye’yi karıştırmak için kullanılan bütün anarşistler, bu ikilinin koalisyonu ile affedilmiş, Türkiye 1980 yılına kadar sürecek ve 12 Eylül’e bahane olarak kullanılacak bir anarşi ve kaos ortamına sürüklenmişti.
Kıbrıs Türkleri, uzun bir zamandır çok zor şartlarda yaşıyorlardı. Rumlar uluslar arası antlaşmalara uymamakta direniyorlardı. 15 Temmuz 1974’te EOKA’cı Nikos Sampson bir darbeyle yönetimi ele geçirerek Makarios’u görevden uzaklaştırıyordu. Bu durum Rumları Enosis’e bir adım daha yaklaştıracaktı. Zaten Rumların öteden beri en büyük amaçları Kıbrıs’ı tamamıyla Yunanistan’a ilhak etmekti. Bu darbe sonucu Türklerin durumu daha da zorlaştı. Bazı Türk köylerine baskınlar düzenlenmeye ve katliâmlar yapılmaya başlandı. Rumlar, yapılan bütün ikazları kulak ardı edince, İngiltere de, “beraber müdahale edelim” teklifini kabul etmeyince, Türkiye Londra Antlaşmasının verdiği garantörlük hakkını kullanarak, adaya müdahale etme kararı alacaktı. 20 Temmuz 1974’te ilk Türk birlikleri Kıbrıs’a çıkartma yaptılar. Burada kararın siyasî iradeye ait olduğu doğrudur, fakat topyekûn bir milletin her türlü bedeli göze alarak giriştiği, 1974 yılında yapılan bu askerî müdahale, her iki koalisyon ortağı tarafından kullanılarak oya tahvil edilmek istenmiş, buna muvaffak olamamışlardı. Kıbrıs çıkartması, koalisyonun iki lideri Erbakan ve Ecevit arasında uzun yıllar sahiplenme noktasında tartışma ve çekişmelere konu olacak ve birbirlerini suçlayacaklardı. “Kıbrıs Fatihi” ünvanını her iki lider bir türlü paylaşamıyordu. Bu koalisyon hükümeti, iki hükümet ortağı arasında çatışmalar sebebiyle yedi buçuk ay kadar sürecek ve Ecevit, Erbakan’ı uzlaşmazlıkla suçlayarak istifa edecekti. Bu hükümetin istifa etmesinden sonra, Süleyman Demirel tarafından 1. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulacaktı.
Taksim Meydanında 1977 yılında CHP’nin yapacağı miting sırasında, bir suikast olabileceği ihbarı, istihbarat birimleri tarafından hükümete ulaştırılınca, Başbakan Demirel durumu Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Bülent Ecevit’e bildirir. Bunun üzerine tartışmalar olur. Ecevit hükümet ile birlikte bazı karanlık güçlerin tezgâhından bahseder. Bu olay üzerine, kontr-gerilla tabirini ülkemizde önemle telâffuz eden bir siyasetçi olarak, devletin bazı derin ilişkilerden kurtulabileceği umudunu yeşertti, ancak iddiasının arkasında kararlı bir şekilde durmadığından, belki de o günlerin anarşi ve kaos ortamında bu meselenin üzerine kararlı bir şekilde gidilemediğinden, ülkenin ve milletin yolunu tıkamaya devam eden bu önemli konu aydınlatılmadan, yeniden karanlıklara gömüldü. Tercüman gazetesi yazarı Osman Özsoy konu ile ilgili olarak Ecevit ile yapmış olduğu bir görüşmesini anlatırken enteresan bir konuya parmak basar:
“Ecevit, 1980 öncesinin karışık ortamını anlatırken bir ara sustu, peşinden şunları söyledi:
- Kontrgerillanın olayların içinde olduğunu anlamıştık. İşin daha da vahimi, kontrgerillanın Amerikan Büyükelçiliğinden yönlendirildiğini öğrendik.
Bir gazeteci açısından bu sözler bomba gibi haberdi.
Yayın bitti. Kaseti alarak İstanbul’a geldim. Ertesi sabah programın tanıtımı için fragman hazırlamak üzere izleme yaparken, sıra Ecevit’in o sözlerine gelince durdum. Ecevit’i aradım. Önce yayın için teşekkür ettim. Ardından, yukarıdaki açıklamasını hatırlattım. Eğer, bu sözlerinizin sıkıntı doğuracağını düşünüyorsanız, bu kısmı çıkarabilirim dedim. Bunu benim için yapar mısınız? dedi. Elbette dedim.
Ardından Ecevit, “O sözlerimden dolayı daha sonra çok huzursuzluk duydum. Uykum kaçtı. Türk-Amerikan ilişkileri günümüzde çok iyi durumda. Dün yaşananları bugün gündeme getirerek araya soğukluk girmesini ve iki ülke ilişkilerinin sıkıntıya düşmesini istemem” dedi. Kasetin arşivdeki ham halinde o sözler hâlâ dursa da, yayın kasetinden o kısmı çıkarttım.4
1977 VE SONRASI
1977 yılı 6 Haziran seçimlerinde, bu sefer “Kıbrıs Fatihi” ve “Halkçı Ecevit” sloganlarını kullanarak ve basının da büyük bir desteğini alarak girdiği seçimlerde % 41 oy oranı ile 213 milletvekili çıkaracaktı. Seçim sonrası sonuçlar tam netleşmeden, bir basın toplantısı düzenleyerek tek başlarına iktidar olduklarını açıkladı. Günaydın gazetesi o gün tam sayfa fotoğrafla ve “BAŞBAKAN ECEVİT” yazısıyla çıktı. Sonraki saatlerde kesin seçim sonuçları geldikçe geriledi ve 213 milletvekilliğinde kaldı. Bu oy oranı, Türkiye’de demokratik olarak 1950 yılından beri yapılan seçimlerde bir sol partinin kazandığı en yüksek oydu. Bediüzzaman Said Nursî 1950 yılından sonra yazdığı bir Emirdağ mektubunda “Bu asil Türk milleti o partiyi (CHP) ihtiyarıyla kat’iyen iktidara getirmeyecek” demişti.5 Bir sol partinin görüp göreceği en yüksek oy oranı bu olacaktı ve bu oran da o zamanlar tek başına iktidar olmaya yetmiyordu. O seçimden sonra da hiçbir sol parti bu oy oranına ulaşamayacaktı. Tek başına iktidarın eşiğine kadar gelmiş, kurduğu ve Demirel tarafından “Çankaya Hükümeti” olarak isimlendirilen azınlık hükümeti güvenoyu alamayınca, Cumhuriyet döneminin en kısa ömürlü hükümetinin Başbakanı olarak tarihe geçmişti.
1977 seçimlerinden sonra, MHP’nin desteğiyle, Meclis Başkanlığına CHP’li Cahit Karakaş seçilmişti. Bu sıralarda MHP’de yönetici olan Taha Akyol’un belirttiğine göre MHP, CHP ile koalisyona yeşil ışık yakmış, ancak Bülent Ecevit, “Kurt seslerine elimizi uzatmayacağız” diyerek bu hükümete kapıları kapatmıştı.6
70’li yıllar boyunca, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş ile olan şiddetli tartışmaları ve karşılıklı olarak yapılan büyük suçlamalar, bugün bile hafızalarda canlılığını korumaktadır. Kaderin garip bir cilvesi olarak, 1999 seçimlerinden sonra MHP ile bir koalisyon kuracak, Devlet Bahçeli ile büyük bir uyum içinde, kamu kuruluşlarına ait yaz kamplarına bile, başörtüsü ile girmeyi yasaklayacaklardı.
Kurulan 2. Milliyetçi Cephe Hükümetinin dağılmasına sebep olarak, 1978 yılında Adalet Partisinden bakanlık karşılığı istifa ettirilen 12 milletvekili ile bir hükümet kurmuş, yirmi ay süren bu iktidarı döneminde, ülke büyük kriz ve kaos ortamına sürüklenmişti. Akaryakıt, tüpgaz, şeker, yağ, sigara ve birçok önemli ihtiyaçlar, piyasadan yok olmuş, tefecilere ve karaborsacılara gün doğmuştu. Millet kuyruklarda sabahlara kadar bir kilo şeker, bir paket margarin için beklemek zorunda kalmış, bu kuyruklarda birçok dramatik olay yaşanmıştı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi devletin önemli makamları militanlara teslim edilmiş, özellikle Millî Eğitim Bakanlığındaki kadrolaşma ve kıyım çok yüksek seviyelere ulaşmıştı. Neredeyse bazı devlet dairelerinde ve okullarında “kurtarılmış bölgeler” oluşturulmuştu. Bazı beldeler ve şehirler bile “kurtarılmıştı.” Bunun en çarpıcı misali ise Fatsa’ydı. Orada Belediye Başkanı “Terzi Fikri” kendi ideolojisine uygun bir yönetim kurmuştu. Bunun benzerleri diğer bazı yörelerde de uygulanmaya çalışılıyordu.
Sonradan AT (Avrupa Topluluğu) ve AB’ye dönüşecek olan AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) için Yunanistan 12 Haziran 1975’ te tam üyelik için başvurmuştu. Türkiye’nin Brüksel’de bulunan AET nezdindeki Büyükelçisi Tevfik Saraçoğlu Ankara’ya tarihî bir telgraf göndererek şu talebini iletir: “AET’ye tam üyelik müracaatının derhal gerçekleştirilmesi, ali menfaatlerimiz açısından hayatidir.” O dönemde MC hükümeti işbaşındaydı ve MSP ve MHP’nin olumsuz tavırları sebebiyle teklif destek bulmadı.7 Sonraki gelişmeleri Hürriyet Gazetesinden Yalçın Doğan şu şekilde ifade ediyordu: “Yıl 1978. AB, o zamanki adıyla, AET, yani Avrupa Ekonomik Topluluğu Brüksel’de bir toplantı yapıyor. Üç yıl sonra, 1981’de Yunanistan AET’ye üye oluyor. Ya Türkiye? Brüksel’de karar hemen veriliyor: ‘AET’den birinin derhal Ankara’ya giderek, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunması için, teklif götürmesi. Böylelikle, Yunanistan ile Türkiye arasında siyasal denge kurulması.’ Dönemin Belçika Dışişleri Bakanı Tindemans, Ankara’ya bu teklifi götürmesi için, biçilmiş kaftan. Çünkü, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’le dostlukları var. Tindemans işte o uçaktaki yolcu. Gece yarısı özel bir uçağa atlıyor, ver elini Ankara.
“Bu ziyaret Ankara’da çok gizli tutuluyor. Belçikalı Bakan hava alanından doğru Başbakanlık Konutuna gidiyor. Ecevit’e teklifi götürecek ve aynı akşam ülkesine geri dönecek. Hayatî bir toplantı! O sırada İspanya ve Portekiz de AB için sıra bekliyor. Ama, öncelik Türkiye’de. Üstelik, ekonomik olarak, o sırada Türkiye İspanya ile hemen hemen aynı, ama Portekiz’den ilerde.
“Tindemans, AET’nin tarihsel önerisini sunuyor Ecevit’e: ‘Haydi, hemen başvurun! Yunanistan giriyor, daha sonra ne olur bilinmez. Ama, şimdi Türkiye ile üyelik görüşmelerini hemen başlatacağız.’ Son yirmi yıldır, görüşme tarihi alabilmek için yırtındığımız bir gerçek. Yıl 1978 ve işte fırsat ayağımızda. Başbakan Ecevit’in yine tarihsel cevabı: ‘Biz AET’ye girmeyi düşünmüyoruz!..’
“Tindemans şaşkın. Ecevit sürdürüyor: ‘Çünkü, biz AET’ye girersek, sizin pazarınız oluruz. Bizim ekonomimiz bu ortaklığı kaldıramaz.’’8 Türkiye’nin şu sıralar AB’ye girmek için çırpındığı ve her vesileyle önüne engeller konulduğu göz önüne alınırsa, çok basit gerekçelerle, ne kadar büyük bir şansın heba edildiği anlaşılacaktır.
— Devam Edecek —
Dipnotlar:
3- Engin Ardıç, Akşam, 21.06.2006.
4- Halka ve Olaylara Tercüman. 25.05.2006.
5- Bediüzzaman Said Nursî. Emirdağ Lâhikası. Yeni Asya Neşriyat. Sayfa. 422
6- Milliyet. 24.05.2006
7- Serdar Murat. Yeni Asya Gazetesi. 20 06. 2006
8- Yalçın Doğan. Hürriyet Gazetesi. 03.01.2004
|
Abdülkadir MENEK
08.11.2006
|