|
|
|
Heder olan dört yıl |
Başlıktaki ifadeye AKP’lilerin öfkeleneceğini, iktidara geldikleri günden itibaren yapılanları bir bir sıralayarak haksızlık ettiğimi söyleyeceklerini biliyorum...
‘Heder olan dört yıl’ derken Türkiye bu dört yılda hiç mesafe almadı demek de istemiyorum. Değişim süreci devam ediyor elbette. Ve az-buz iş yapılmadı. Ama dikkat edin, AKP’nin başarı hanesine yazılabilecek hususların büyük çoğunluğu münhasıran ekonomi alanındadır.
Bunun dışında, olanca iddiasına ve kendi tabanından yükselen şikâyetlere rağmen kanımca AKP’nin geçekleştirdiği ciddi tek bir siyasi reform ya da açılımdan söz edilemez.
AKP’nin ‘kurumlararası uzlaşma gerektiği’ gerekçesiyle kimi konuları askıya aldığını biliyoruz. Haklıydı da bunu seslendirirken; ama kurumlararası uzlaşıyı sağlamak için bunca zaman zarfında AKP ne yaptı sorusunun cevabına baktığınızda ortada hiçbir girişim göremezsiniz... Hükümet yapmayacaksa kim sağlayacaktı kurumlararası uzlaşmayı? AKP’nin Türkiye’nin sinir düğümü konuları ara ara kenarından köşesinden gündeme getirip kendisine mazeret kanıtı ararmışcasına söz düellosuyla gerilim doğurduktan sonra mutadı üzere geri çekilmesinden başka neyi hatırlıyorsunuz...
Keza Türk demokrasisinin önündeki en büyük engelin Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’ndan kaynaklandığı bilinmesine rağmen AKP’nin bu konuda parmağını oynattığını iddia edebilir misiniz?.. Parti içi demokrasi, lider sultası diyordu AKP; peki yok mu oldu, hafifledi mi yoksa pekişti mi bu dört yılda liderlerin her konuda tek belirleyici konumu. Temsilde adaleti sağlayacak düzenleme, siyaset alanında genişleme, sivil toplum ağırlıklı ve yeni toplumsal örgütlenme anlayışına dayalı demokratik derinlik... Ne oldu bunlara?..
Seçilme yaşının düşürülmesi vs. diye gelebilecek itirazları düşünerek hemen söyleyeyim ki, gerçekleştirilmek istenen düzenleme kanımca ‘nanik’ seviyesinde ve en ufak kıymeti harbiyesi olmayan bir iştir.
Yazının başlangıcında ‘Az-buz iş yapılmadı’ dedim... Bu doğru. Ama yapılanların hangisine ancak Anayasa’yı değiştirecek çoğunlukla iktidara gelmiş bir partinin yapabileceği işti, bu oranda çoğunluk olmasaydı gerçekleştirilemezdi diyebilirsiniz? Ben cevap vereyim: Hiçbiri!..
AKP TBMM’de üçte iki çoğunluğa sahip bir parti gibi icraat sergileyemedi. Ne köklü bir Anayasa değişikliği, ne de herhangi bir konuda köklü bir reform...
AB yolunda atılan adımlar bu denli yüksek oranda parlamento desteğine sahip bir parti tarafından atılabilir türden miydi? Hayır... (...)
Keza, Doğu-Güneydoğu’yla ilgili olarak, ancak bu oranda parlamento çoğunluğuna sahip bir parti tarafından gerçekleştirilebilirdi diyeceğimiz ne yaptı AKP?
Denilebilir ki, ‘Ordu, Üniversiteler, basın, muhalefet, ortalığı ayağa kaldırdılar, engellendik... Bunu küçümsüyor musun?’
Engellenmeyi küçümsemem elbette ama söylenen doğru değil...
Başlangıçta YÖK’e karşı çıkan bütün akademik çevrelerin desteği arkasındayken kendince ayak oyunları yapmaya kalkıp herkesi YÖK taraftarı, hatta destekçisi haline getiren AKP değilse kimdi?
Basının muhalefetinden söz etmek için de AKP’lilerin insaf ölçülerini kaybetmiş olmaları gerek... Türk basınının iktidar karşısında bu denli suskun, uysal, ürkek olduğu bir dönem Cumhuriyet tarihi boyunca olmadı... Basından yakınanlara Atatürk hakkında ‘Köylü milletin efendisidir’ sözü üzerine çizilen karikatürlere, onu horoza benzeten çizimlerle yapılmış sataşmalara, İnönü, Menderes, Bayar, Demirel, Ecevit’e basının nasıl yaklaştığına göz atmalarını öneririm...
Orduya gelince de AKP’nin herhalde şu soruya cevap vermesi gerek: “Biz kurumsal uzlaşma çerçevesinde problem çözmeye matuf hazırladığımız bir projeyi askerlerin önüne koyduk ama reddettiler, denilebilecek ne var?”
Bütün bunlara bakarak dört koca sene heba oldu diyorum... Türkiye böylesi güçlü iktidarları çokpartili hayata geçtikten sonra nadiren yaşadı... 1950’de DP, 1965’te AP, 1983’te ANAP’la... Ve üçü de Türkiye’de kökten değişimin önünü açtı.
AKP’nin başardıklarını inkâr etmem; ama bu, eline geçen şansını iyi kullanamamamış olmasına üzülmeye mani değil. Genel seçime bir yıl kalmışken ve ilaveten önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi konusu varken 2006’nın son çeyreği ve 2007’ye de ‘kayıp’ demek çok mu haksızlık?
Radikal, 25.10.2006
|
Avni ÖZGÜREL
26.10.2006
|
|
|
Dikkat, irtica geliyor! |
Bugün Mehmet Ağar’ı yazacaktım ama şu sapık katilleri okuyunca önceliği onlara verdim. Bizleri irtica masalı ile oyalaya dursunlar, gençlerimiz sapıklığın, uyuşturucunun ağına düşüyor.
Dindar insanlar mı olmalı, yoksa vahşi inançsız katiller mi? Bu sorunun cavabı kolay, hepimiz dindar insanların olmasını isteriz. İstiyoruz da bizi korkutmaya çalışıyorlar: “Dikkat irtica geliyor” diye. Ne geliyor, nereye geliyor, kim geliyor? Türkiye’de gerçekten irtica var mı?
İlk önce irticanın tanımını doğru yapmalı, gerçek mümin ile din üzerinden geçinenleri ayırmalıyız. Samimi dindardan, içinde Allah aşkı olan insandan kimseye zarar gelmez, aksine iyi bir toplumun oluşmasına vesile olur. İrticadan korkanlar, burunlarının dibindeki tehlikeyi görmezden geliyor. Yozlaşan, yıkılan, dejenere olan bir gençlik yetişiyor.
Gençleri dinden soğutarak, boşlukta bırakıyoruz. Onlar da uyuşturucuya, fahişeliğe ve sapıklığa dadanıyorlar. İrtica tellallarını ayakta alkışlıyorum, iyi yapıyorsunuz. Dinden, imandan milleti soğutmaya devam edin, bu katiller, sapıklar sizin eseriniz.
Gazete manşetlerinde 2 katilin işledikleri cinayetleri okuyunca ürperdim, irkildim. Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz demekten kendimi alamadım. Hadi teröre, töre cinayetlerine, kıskanç kocanın intikamına alışmıştık. Ama hiç sebepsiz, zevk için adam katline yeni şahit olduk. 2 genç, tanımadıkları 7 kişiyi hunharca 60 saat içinde tek tek öldürmüştü.
O sapıklar şuursuz bir zevki tadarken, 7 suçsuz insan ebedi yolculuğa çıkıyor, bayram günü 7 aile sönüyordu. Bebeler babasız, hanımlar kocasız, analar evlatsız, yuvalar direksiz kalmıştı. Ortada fol yok yumurta yok, çıkar çatışması yok. Sadece 2 kendini bilmez, dinsiz imansız var!
Biri “Rahşan affından” yararlanarak cezaevinden çıkmış, diğeri 18 suçtan sabıkalı, 2 yaratık. “Zevk için öldürdüm” diyebilecek kadar zavallı ve alçak. Bu katillerin bir gün tekrar aramızda olabileceklerini düşündükçe, tüylerim ürperiyor. İdam cezasının neden uygulanmadığını ister istemez sorguluyorum.
İnşallah yozlaşan toplumun eseri olan bu gibi vak’alara bir daha rastlamayız. İnançlı, örf ve ananelerine bağlı, saygılı gençlerin yetiştiği bir Türkiye temenni ediyorum.
Bugün, 25.10.2006
|
Mehmet Ali ILICAK
26.10.2006
|
|
|
Benim gözümde Ağar |
BEN ki, “derin devlet”, “kayıp silahlar” falan gibi tatsız bir sürü hikáyenin çağrışımlarıyla dopdolu hale gelmişlerdenim.
Bu nedenle...
Ne kadar “ikili ilişki dehası” olsa da...
Ne kadar samimiyet vurgusu taşısa da...
Mehmet Ağar ile yan yana geldiğimde...
Onun beni kaçınılmaz biçimde etkileyen insancıllığına ve şefkatine kendimi tam olarak kaptıramıyorum.
Çünkü... Susurluk’un, “Balıkesir’in ayranıyla meşhur bir yol üstü kasabası” olmaktan öte bir anlam taşıdığını biliyorum.
Bir an geliyor, epeyce yaklaşıyorum ama birden bir ses benim kendimi ondan uzak tutmam gerektiğini fısıldayıveriyor.
Ne adına? Ne adına olacak “ora”da çekilen bütün acılar adına!
Dikkat! Dikkat!
Bu sadece benim değil, neredeyse tüm Türk okumuş yazmışlarının yazgısı haline gelmiştir.
Bizim gür bir sesle “Helal olsun Mehmet Ağar’a” diye haykırabilmemiz için çok fazla şeyin değişmesi gerekir.
İşte buradan haber veriyorum: Galiba çok fazla şey değişiyor!
Mesela...
“Ora”nın üzerine bir demir balyoz gibi inmesi beklenen Mehmet Ağar, “ora”ya en anlayışla yaklaşan politikacı haline gelmedi mi?
Mesela...
Devletin askeri kuvvetlerinin en tepesinden gelen klasik “geri adım attırıcı” uyarı karşısında Mehmet Ağar, çatışmadan uzak ama kararlılığını koruyan bir tutum sergilemedi mi?
Mesela...
Çoktan beridir laiklik meselesi etrafındaki cepheleşme karşısında Mehmet Ağar, kimden hangi tepkiyi alacağına bakmadan demokrat ve özgürlükçü bir politik tutum sergilemiyor mu?
Peki bütün bunlar “yepyeni bir Mehmet Ağar portresi”nin doğduğunun işareti sayılmaz mı?
Bence sayılır!
Çünkü Ağar, bu yeni duruşuyla, daha şimdiden birçok kritik aşamada sınanmış ve samimiyet testinden geçmiştir.
* * *
Peki Türk okumuş yazmışlarının herkeslere tanıdığı “değişme” ve “gelişme” hakkı, neden Ağar’a tanınmasın ki?
Mesela... Baykal, bir “Çelik Bilek” haline gelerek değişti ve de bizler bunu sorgulamaksızın sineye çekmedik mi?
Mesela... Erdoğan “en hızlı AB’ci” gömleğini giyerek değişti ve gelişti... Bizler buna neredeyse razı hale gelmedik mi?
O halde neden Ağar’ın sergilediği yaklaşım farklılığına karşı içimizde bir kuşku taşıyacakmışız ki?
Eğer her şeye rağmen...
“İyi ama boşuna mı söndürdük lambaları” falan diyenlerden ve içinde hálá bir burukluk taşıyanlardansanız...
Sizi anlarım.
Ama lütfen siz de beni anlayın.
Hürriyet, 25.10.2006
|
Ahmet HAKAN
26.10.2006
|
|
|
Siyasete merhaba |
Siz ne düşünüyorsunuz bilemem ama bana göre Ağar’ın bir müddettir peş peşe yaptığı açıklamalara en fazla kulak kabartması gereken siyasal oluşum AKP’dir
(Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, geçenlerde, Ağar’ın açıklamalarını dikkatle izlediğini belirtmişti zaten.) Niçin? Çünkü Ağar’ın (“çekinceler” bir yana) “siyaset”ten epeydir unuttuğumuz tarzda söz edişi, seçimlere kadarki bir yıl içinde bazı siyasi partileri de derinden etkileyecek türdendir. Bir kere herşeyden önce, yakın dönemde -tam da seçim sözcüğü tekrar telaffuz edilmeye başlanan bir dönemde- AKP’nin “milliyetçi” damara doğru meyletmekte olduğu yolundaki yorumların sonunun gelmesi bu etkileşime bağlıdır. “Milliyetçi Ağar”ın ülke gündemine saldığı sözler ortada dururken, AKP’nin hâlâ “milliyetçi damar”dan “nemalanma” hesapları içinde olduğunu tasavvur etmek imkansızdır. Yani özetle, “siyaset” söz konusu olduğunda hiç de fena olmayan bir döneme giriyoruz... Kendisini bir “merkez partisi” olarak tanımlayan AKP’nin tekneyi “milliyetçi sancak” yönüne çevirmemesi -herhalde- büyük ölçüde “merkez”in bir diğer partisinin etkisiyle oluşacaktır. Aslına bakarsanız bu durum da bize (yani Türkiye’ye) özgü bir “enteresanlık”tır. Çünkü aslında AKP’nin “milliyetçi sancak” yönüne meyletmesini engelleyecek olan asıl partinin kendisini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan Meclis’in ikinci büyük partisi olması icabederdi. Fakat ne talihsizliktir ki “iskele” söz konusu olduğunda bu partinin dümeni çoktan kilitlenmiş durumdadır... Demek ki bu ülkede sağ’ı terbiye edecek olan yine sağ’dır. Gerçekten “enteresan” bir tablo...
(...)
Bu çerçevede şu hususun da altını çizmek gerekir sanıyorum. Suavi Aydın, Neşe Düzel’e verdiği mülakatta bakın ne diyor: “Ağar, devletin içinden çıkmış ve hatta adı ‘derin devlet’le özdeşleşmiş bir kişi olarak bunu söylüyor. Dolayısıyla politikanın ve politik alanın önünü açan bir öneri bu. Ağar, bunu tek başına düşünmüş olamaz. Dikkat edin Ağar, taşra politikacılarıyla değil de devletin içinden gelen ya da devletle hâlâ ilişkisi olan kişilerle çalışıyor. (...) devletin içinde belli unsurların böyle bir açılımdan yana olduklarını seziyorum ben. Ağar’ın önerisi, devlette pek çok kişinin aklında olan bir çözüm.”
Benim açımdan da yerinde “sezgiler”dir bunlar...
Suavi Aydın’ın değerlendirmeleri içinden şu bölümü de özellikle aktarmak istiyorum: “Siyasette artık iki cephe var. Bir yanda AKP ve DYP’nin oluşturduğu demokratik açılımlardan yana olan cephe. Diğer yanda CHP’nin ve şu andaki ANAP’ın temsil ettiği demokratik açılımların karşısında olan, kapamacı cephe.”
Siz ne dersiniz, doğru mu bu tespitler... İşler bu tespit doğrultusunda giderse bir yıl sonra (şimdilik lafı bile Ağar’ı sinirlendiriyor ama..) ortaya bir AKP-DYP koalisyonu çıkabilir mi? Yoksa bu iki partinin -artık besbelli olan- yarışı sağ ve sol milliyetçi partilere mi yarar? Şimdiden bilemeyiz tabii ki; ancak şurası bir gerçek herhalde: Önümüzdeki seçimler “siyasetler”in yarışı ve seçimi şeklinde cereyan edecek.
Yeni Şafak, 25.10.2006
|
Kürşat BUMİN
26.10.2006
|
|
|
Kökler |
DYP Genel Başkanı Ağar’ın söylemleri, siyaset gündemindeki yerini sürdürüyor.
Bu kez “Koydu mu oturtan komutanlar savaş meydanında olmalıdır” demiş. PKK için “Dağda silah sıkmak yerine hepsi düzde siyaset yapmayı tercih ederler” mesajını da yineliyor.
Konuyu, “askerin demokrasideki yeri” merceğinden farklı bir bakış açısına kaydıralım.
Önümüzde genel seçimler var, bu duruşun “oy getirisi” denklemini çözmeye çalışalım.
.....................................
DYP gövdesinin kökleri Adalet Partisi’dir. Onun da daha derinlerden beslendiği kaynak Bayar ve Menderes’in Demokrat Parti’sidir.
Demokrat Parti, Milli Şef İsmet Paşa’lı CHP’nin tek parti yönetimine ve jandarma egemenliğine tepkiyle kurulmuştu.
Otoriteye başkaldırıydı.”Beyaz Anadolu İhtilali” etiketliydi.
Bu sivil başkaldırı ile Demokrat Parti, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren aralıksız iktidar olan CHP’yi 1950’de devirmişti. Dahası, seçim sandıklarında silip süpürmüştü.
10 yıllık Demokrat Parti iktidarı “Çarıklı ve sarıklı bizdendir” sloganına dayalıydı. Kendi burjuvasını yaratmıştı.
Yani “militarist” eğilimli bir taban olduğu söylenemez.
....................................
Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960’ta üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albaylardan oluşan ve ancak birkaç generali son anda aralarına aldıkları askeri cunta ihtilaliyle devrilmişti. Tabandaki “antimilitarist” psikoloji çıtasını bu ihtilal yükseltmiştir.
Askeri yönetimin kurduğu Yassıada özel mahkemesinde, tüm Demokrat Parti milletvekillerinin yargılanması, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan’ın idam edilmeleri, İçişleri Bakanı Gedik’in Harp Okulu penceresinden atlayarak intiharı da bir “travma” yaratmıştır.
................................
Demokrat Parti’nin yerine ve onun devamı olarak kurulan Adalet Partisi, ilk yıllarında itelenip kakılıyordu..
Onlara, “düşükler” diye aşağılanan Demokrat Partililerin “kuyrukları” deniyordu.
Adalet Partisi’nin amblemi şaha kalkmış “kır at” idi. Meydanlarda gençlik çatışmaları oluyor ve bu kavgalarda “Ata binen eşekler, millet sizden ne bekler” sloganları atılıyordu.
Bütün bunlar duygusal bir med hareketi oluşturdu.
1965 seçimlerinde 40 yaşındaki Süleyman Demirel’in başkanlığında Adalet Partisi tek başına iktidar oldu. Başarılı bir iktidardı. 1969 seçimlerinde Adalet Partisi gene tek başına iktidara geldi.
1971’de 12 Mart komutanlar muhtırasıyla devrildiğinde, halkın satın alma gücü yüzde 30 yükselmişti.
Merkez Bankası döviz rezervlerinde ilk kez bir birikim vardı.
Bu ikinci militarist darbe, Adalet Partisi tabanında gene izler yarattı.
.................................
Ve 9 yıl sonra Demirel’in başbakanlığındaki AP azınlık hükümeti de 12 Eylül 1980 ihtilaliyle devrildi.
.................................
Böyle bir siyaset yolculuğu olan parti ve tabanında “antimilitarist” ruh hali, kolektif travmanın derinleşmesidir.
Mehmet Ağar gibi geçmişinde askerle yakın ilişkileri olan bir liderin, tabanıyla da uyum sağlaması bağlamında, son söylemleri, yadırgansa da galiba bir mantığa dayalı.
Milliyet, 25.10.2006
|
Güneri CIVAOĞLU
26.10.2006
|
|
|
Askeri susturmanın yolu! |
Türkiye’nin alışık olduğu bir tavır değil Ağar’ın tavrı. Kırmadan, dökmeden askere görev alanını hatırlatıyor sadece. DYP lideri, bir siyasetçi olarak muhatabının kim olduğunu dile getiriyor, çekinmeden, tırsmadan, eğilip bükülmeden!
Ağar gibi bir iki siyasetçi kışlanın dışına çıkan ‘rap rap’ sesine tepki duysa, AB yolundaki Türkiye’de askerin konuşması, sadece askeri konularla sınırlı kalabilir.
Ama Türkiye’de bu böyle olmuyor ne yazık ki. Asker her ağzını açtığında, kimi çevreler neredeyse zil takıp oynayacak kadar sevinç çığlıkları atıyor!
Acı olan da bu çığlıkların en çok CHP Genel Merkezi’nden yükselmesidir.
Star, 25.10.2006
|
Hadi ÖZIŞIK
26.10.2006
|
|
|
|