Elif Şafak jet hızıyla beraat etti. Biz söylesek, mahkemeye hakaret olurdu belki de ama “elin oğlu” söylemiş işte... “Mahkeme AB’nin yoğun baskısı altındaydı” demiş...
Durum Atlantik ötesinden bile belli olacak kadar ayan beyan gördüğünüz gibi; saklanacak, inkâr edilebilecek bir yanı yok. Ehh, dava konusu bu kadar politik, davanın açıldığı madde bu kadar sübjektif olunca bunda da şaşacak bir şey yok. Hem böyle maddeleri ceza kanuna koyup hem de ne zaman nasıl işleyeceğini siyasi konjonktüre göre ayarlamak... Asıl yargıyı mahveden bu olmuyor mu sizce? Kimileri, hazır olumlu bir karar çıkmışken, şimdi bunu gündeme getirmenin sırası mı, diyebilir ama bence sırası... Böyle yazıları beğenmediğimiz kararlar çıkınca değil, aksine beğendiğimiz kararlar çıkınca yazmak lazım ki, samimiyetimize güvenilsin. Unutmayın ki bugün Elif Şafak’ı jet hızıyla beraat ettiren mekanizma yarın sizi jet hızıyla mahkûm ettirebilir. O yüzden de konu 301’in kendisinden de önemlidir; zira doğrudan doğruya hukuk devleti olup olmamakla ilgilidir.
***
Türkiye’de yeteri kadar yaşamış herkes bilir ki, bizde adaletin tecellisi ne zaman kime vuracağı belli olmayan piyangoya benzer. Ya da daha tatsız bir benzetmeyle, kimin başına düşeceği belli olmayan karga pisliği de diyebiliriz. Yasalar herkese eşit uygulanmadığı gibi ne zaman uygulanıp ne zaman uygulanmayacağı da belli olmaz. Ceza yasalarının kimi maddeleri hep aynı yerde durur; onyıllarca kimse o maddelerden yargılanmaz, sonra bir bakarsınız birdenbire seri halde işlemeye başlamış.(...)
Eski 159, şimdiki 301 de böyle “sağı solu” belli olmayan maddelerinden biridir TCK’nın. Doğal afet gibidir, ne zaman, ne şiddette “vuracağı” hiç belli olmaz. Zaman olmuş, kimse “devletin manevi şahsiyeti” rencide oldu mu, olmadı mı diye pek aldırmamış; zaman olmuş bütün savcı ve hakimlerimiz dereden bahsetsek, “vay sen devlete ördek mi” dedin, diyecek kadar alınganlaşmıştır. Adaletin kestiği parmak acımaz lafının bu topraklarda pek geçerli olmaması biraz da bu yüzdendir. Bazen bakarsınız kesilmesi gereken parmakları hiç kesmez ve bu yüzden ortalık kangren kokusundan geçilmez olur ya da yanlış dişi çeken dişçiler misali, sık sık yanlış parmak keser. Yargının siyaseti hizaya getirmekte kullanılmaya çalışılması ise olayın bir başka boyutudur. Özellikle “rejim krizlerinde” birtakım hukuk adamlarının siyasetin tetikçisi rolüne soyunduklarına tanık oluruz. Böyle zamanlarda gözü bağlı olması gereken yargı gözünü dört açar, “gece bekçisi” kesilir. İddianamelerle, suç duyurularıyla, soruşturmalarla politik savaşa yön vermeye çalışır. Taraf tutar, fırsat kollar, atağa kalkar, tıpkı siyaset adamları gibi politik stratejiler ve taktikler çerçevesinde tutum alıp davranışlara geçer.
***
Yargılamada ortaya çıkan bütün bu zaafların ve sakatlıkların ana fikri de sonucu da aynıdır. Hukukun üstünlüğü her an ve her şart altında gözetilmediği zaman ortaya çıkan tabloda yasalar adaleti sağlayan, toplumun huzur içinde bir arada yaşamasına yardımcı olan araçlar olmaktan çıkar, topluma karşı birer tehdit ve şantaj aracına dönüşür. Devletin ya da yönetenlerin ya da güçlülerin—ne derseniz deyin—elinde toplumu korkutmak, yıldırmak, boyun eğdirmek için kullanılabilecek birer silah olur yasa maddeleri. Belki hiçbir zaman vurmaz sizi... Ama hayatınız, “ya vurursa” korkusuyla geçtikten sonra neye yarar...
Bugün, 22 Eylül 2006
|