|
|
|
Said Nursî de bedel ödedi |
Türkiye’de muhalif olmanın, hatta farklı düşünmenin ağır bedelleri var. Bunu en ağır ödeyenler de düşünürler, yazarlar...
Liste Sabahattin Ali’yle başlar, Said Nursi’den İsmail Beşikçi’ye, Bahriye Üçok’tan Musa Kart’a kadar çok geniş bir yelpazeye yayılır.
İşin ilginç yanı Recep Tayyip Erdoğan da listededir.
Biliyorsunuz Başbakan da bir şiir okudu ve hapse girdi.
O mahkûmiyetin yol açtığı mağduriyetle, diğer mağdurların oylarını aldı ve iktidar oldu.
Şimdi masasının üzerinde düşünceyi suç sayan bir madde var.
Değiştirmek için “Tamam, değiştirelim” demesi kâfi...
Demiyor.
Hem yazarların, hem Türkiye’nin mahkûm olmasına göz yumuyor.
* * *
Erdoğan bir şiir okumuştu.
Elif Şafak bir roman yazdı.
Romanda resmî tarih düşkünlerini rahatsız edecek satırlar var.
Bu satırlar kitabın orasından burasından cımbızlanıp bir iddianamede toplandı.
İddianame toplam bir paragraftan oluşuyor; romanın 9 sayfasından cımbızlanmış 19 cümle...
Ne deniliyor o cümlelerde?..
Ermeni meselesiyle ilgili olarak herhangi bir tarih kitabında, bir belgesel röportajında, bir anı defterinde rastlayabileceğiniz türden ifadeler...
Yabancı dilde kaleme alınmış yüzlerce kitapta çok daha ağır ifade edilen suçlamalar...
Ve altında iki cümle:
“Kitabında bu sözlere yer vererek Türklüğü aşağıladığı değerlendirilmektedir. 301. maddeden cezalandırılmalıdır.”
İmza :
Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı...
* * *
Tek cümleyle yazayım:
Asıl bu dava Türklüğü aşağılayıcıdır.
Türkleri 21. yüzyılda hâlâ bir edebiyatçıyı, bir romanı yargılar duruma sokanlar tarih huzurunda suçludurlar.
Ve bu suçun vebali, fikir suçundan hapsedilip iktidara gelen Başbakan’ın omzundadır.
“Ben bu işin bedelini ödeyerek geldim” diyordu Başbakan, kendisine 301. maddeden yargılanan Orhan Pamuk’un durumu sorulduğunda...
Şöyle ekliyordu:
“Acele etmemek lâzım. Önce yargısal içtihat oluşsun, sonra yapılması gereken yapılır.”
Sanıyordu ki Yargıtay 301. madde aleyhine bir karar verir ve kendisi, “Türklüğü aşağılamayı suç olmaktan çıkarmak” müşkülünden kurtulur.
Ama öyle olmadı.
Yargıtay Pamuk’un cezasını onadı ve ters yönde bir içtihat oluşturdu.
Bombalı paketi hükümetin kucağına bıraktı.
* * *
Hükümetin yapması gereken, reform seferberliğinde yasalardan antidemokratik hükümleri ayıklarken 301’i de onların arasına katmaktı.
Bunu yapmadılar.
Şimdi 301’i tek başına kaldırmaya da çekiniyorlar.
“AB baskısıyla Türklüğe hakaret serbest bırakılıyor” demagojisinin tabanda yaratacağı tepkiden çekiniyorlar.
Oysa bunun, Avrupa’nın gözüne girmekle ilgisi yok.
Bu, Türkiye’yi bir utançtan kurtarmaktır; bu çağda hâlâ fikri yargılayan ülke pozisyonundan çıkarmaktır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ödenen bedellerden kurtulmaktır.
Ve Başbakan için de “Benim derdim kendimi kurtarmaktı. Benden sonra varsın düşünce de yazı da suç sayılsın, umurumda değil” diye düşünmediğini ispatlama şansıdır.
Milliyet, 21 Eylül 2006
|
Can DÜNDAR
23.09.2006
|
|
|
Bir beraatin ardından |
Elif Şafak jet hızıyla beraat etti. Biz söylesek, mahkemeye hakaret olurdu belki de ama “elin oğlu” söylemiş işte... “Mahkeme AB’nin yoğun baskısı altındaydı” demiş...
Durum Atlantik ötesinden bile belli olacak kadar ayan beyan gördüğünüz gibi; saklanacak, inkâr edilebilecek bir yanı yok. Ehh, dava konusu bu kadar politik, davanın açıldığı madde bu kadar sübjektif olunca bunda da şaşacak bir şey yok. Hem böyle maddeleri ceza kanuna koyup hem de ne zaman nasıl işleyeceğini siyasi konjonktüre göre ayarlamak... Asıl yargıyı mahveden bu olmuyor mu sizce? Kimileri, hazır olumlu bir karar çıkmışken, şimdi bunu gündeme getirmenin sırası mı, diyebilir ama bence sırası... Böyle yazıları beğenmediğimiz kararlar çıkınca değil, aksine beğendiğimiz kararlar çıkınca yazmak lazım ki, samimiyetimize güvenilsin. Unutmayın ki bugün Elif Şafak’ı jet hızıyla beraat ettiren mekanizma yarın sizi jet hızıyla mahkûm ettirebilir. O yüzden de konu 301’in kendisinden de önemlidir; zira doğrudan doğruya hukuk devleti olup olmamakla ilgilidir.
***
Türkiye’de yeteri kadar yaşamış herkes bilir ki, bizde adaletin tecellisi ne zaman kime vuracağı belli olmayan piyangoya benzer. Ya da daha tatsız bir benzetmeyle, kimin başına düşeceği belli olmayan karga pisliği de diyebiliriz. Yasalar herkese eşit uygulanmadığı gibi ne zaman uygulanıp ne zaman uygulanmayacağı da belli olmaz. Ceza yasalarının kimi maddeleri hep aynı yerde durur; onyıllarca kimse o maddelerden yargılanmaz, sonra bir bakarsınız birdenbire seri halde işlemeye başlamış.(...)
Eski 159, şimdiki 301 de böyle “sağı solu” belli olmayan maddelerinden biridir TCK’nın. Doğal afet gibidir, ne zaman, ne şiddette “vuracağı” hiç belli olmaz. Zaman olmuş, kimse “devletin manevi şahsiyeti” rencide oldu mu, olmadı mı diye pek aldırmamış; zaman olmuş bütün savcı ve hakimlerimiz dereden bahsetsek, “vay sen devlete ördek mi” dedin, diyecek kadar alınganlaşmıştır. Adaletin kestiği parmak acımaz lafının bu topraklarda pek geçerli olmaması biraz da bu yüzdendir. Bazen bakarsınız kesilmesi gereken parmakları hiç kesmez ve bu yüzden ortalık kangren kokusundan geçilmez olur ya da yanlış dişi çeken dişçiler misali, sık sık yanlış parmak keser. Yargının siyaseti hizaya getirmekte kullanılmaya çalışılması ise olayın bir başka boyutudur. Özellikle “rejim krizlerinde” birtakım hukuk adamlarının siyasetin tetikçisi rolüne soyunduklarına tanık oluruz. Böyle zamanlarda gözü bağlı olması gereken yargı gözünü dört açar, “gece bekçisi” kesilir. İddianamelerle, suç duyurularıyla, soruşturmalarla politik savaşa yön vermeye çalışır. Taraf tutar, fırsat kollar, atağa kalkar, tıpkı siyaset adamları gibi politik stratejiler ve taktikler çerçevesinde tutum alıp davranışlara geçer.
***
Yargılamada ortaya çıkan bütün bu zaafların ve sakatlıkların ana fikri de sonucu da aynıdır. Hukukun üstünlüğü her an ve her şart altında gözetilmediği zaman ortaya çıkan tabloda yasalar adaleti sağlayan, toplumun huzur içinde bir arada yaşamasına yardımcı olan araçlar olmaktan çıkar, topluma karşı birer tehdit ve şantaj aracına dönüşür. Devletin ya da yönetenlerin ya da güçlülerin—ne derseniz deyin—elinde toplumu korkutmak, yıldırmak, boyun eğdirmek için kullanılabilecek birer silah olur yasa maddeleri. Belki hiçbir zaman vurmaz sizi... Ama hayatınız, “ya vurursa” korkusuyla geçtikten sonra neye yarar...
Bugün, 22 Eylül 2006
|
Gülay GÖKTÜRK
23.09.2006
|
|
|
301 Batıda ‘zarar doğmuşsa’ var |
Bütün değerlerin allak bullak olduğu, doğrularla yanlışların birbirine karıştığı, yalanların gerçekmiş gibi sunulduğu bir ülkede, bir soru. 301 diğer ülkelerde var mı, yok mu?
Bu soruyu soranlar arasında Deniz Baykal da var. Baykal kendi sorusunda kendi yanıt veriyor ve “301 diğer ülkelerde de var” diyor.
Bir bilgi aktarıyorum, bunu Deniz Baykal’a armağan ediyorum.
Evet, 301 diğer ülkelerde de var, ancak devlete karşı zarar doğmuşsa, var. Doğabilir, tehlikesi filan değil. Fiilen zarar doğmuşsa var.
Yoksa, bizdeki gibi, her tarafa çekilebilecek, her türlü yoruma açık, muğlak bir madde, Batı’da yok.
“Kıbrıs’tan asker çekelim” demek bile, 301 kapsamında, Türklüğe hakaret olabiliyorsa, daha neyi tartışıyoruz?
ALTMIŞ YIL
Tam altmış yıl, çoktan tarihe karışan 141 ve 142, Türkiye üzerinde Demokles’in kılıcı. 1980 sonlarında Özal’ın kaldırdığı, eski TCK’nın maddeleri. Düşünce özgürlüğünü yok eden, düşünce akımlarına karşı, sözüm ona, devleti koruyan ceza maddeleri.
Kutsal devlete ve kurulu düzene karşı ise, ister düşünce açıklamak, ister çeviri yapmak, altmış yıl boyunca, reçete hazır, 7.5 yıl hapis.
Bir kaç kuşağın ömrü, 141 ve 142 karşısında hesap vermekle geçiyor. Zaten o nedenle, Türkiye’de düşünce hayatı güdük kalıyor. Batı zihniyetini kavramakta uzağa düşüyor.
AYNI İSTASYONDA
141, 142 bitiyor, yerine 301 geliyor. Gerçi, hukukçular 301’in eski 159, yani devletin manevi şahsiyetine hakaret maddesi yerine geçtiğini söylüyor.
Ancak, işin özünde ifade ve düşünce özgürlüğü var. Teknik olarak 159 olsa bile, uygulamaya bakınca, 301’in, 141 ve 142 ile benzerliği ortada.
Bu benzetmenin sonucu vahim. Altmış yıl düşünce özgürlüğü diye çırpınan Türkiye, AB süreciyle birlikte, sözüm ona, demokrasi trenine biniyor.
Tren uzun süredir aynı istasyonda bekliyor. Demokrasi filan geldiği yok.
CHP ÇOK VAHİM
(...)Ya CHP?
Aslan sosyal demokratlar yine duvara tosluyor. İki gündür Baykal’ın ve bazı CHP milletvekillerinin açıklamaları facia.
Bu açıklamalara bakınca, CHP ne AB’den yana, ne de düşünce özgürlüğünden.
CHP bahtının rüzgarına kapılmış, bilinmeyen bir limana doğru yol alıyor. Bilinen bir şey var. O yolun ve limanın sosyal demokrasiyle ve başlı başına demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi yok.
AKP ile birlikte, muhalefet partilerinin de, 301’e sahip çıkması, Türkiye için çok ağır bir fatura.
KUTSAL DEVLET
Türkiye’de önde gelen siyasal partilerin hiç biri demokrasiye teğet bile geçmiyor. Çünkü, böyle bir kültür, böyle bir zihniyet yok.
Bu eksikliğin temeli belli. Eksikliğin temelinde, devlet kutsaldır, anlayışı yatıyor.
Oysa, Batı kültürü tam tersi. Batı’da kutsal olan birey, devlet değil. Batı’da demokrasi, bireyin kutsallığı felsefesine oturuyor. Şu anda bizde önde gelen siyasal partilerin hiç biri, devletin kutsallığını aşmış değil.
Bireyin kutsallığını kavramayan bir ülkenin, AB trenine binmesi zaten çok güç.
Hürriyet, 22 Eylül 2006
|
Yalçın DOĞAN
23.09.2006
|
|
|
Bu dâvâ bitmez |
Baba ve Piç adlı romanında Türklüğe hakaret ettiği iddiasıyla Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinden hakkında dava açılan Elif Şafak dün beraat etti. Bu dava ile Türkiye’nin ‘dünya ve Avrupa’ karşısındaki ‘imajının’ bozulduğunu söyleyenler rahat bir nefes almıştır.
Ancak rehavete kapılmamak gerek.
Çünkü bu tip davalar devam edecek. Orada bir faşist, burada bir Kızılelmacı, şurada bir Kemalist başka kitaplar hakkında suç duyurusunda bulunacak. Bunu ciddiye alan bazı savcılar da davayı açacak.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini samimiyetle isteyenlerin bu mesele hakkında ‘imaj bozulmasının’ ötesinde duyarlı olması gerekiyor.
Çünkü olay ‘imaj çizilmesinden’ ibaret değil. Özellikle Avrupa’daki mekanizma üç aşağı beş yukarı şöyle çalışıyor:
AB tek sesli bir bütün değil. Farklı görüşler birbiriyle yarışıyor.
Bazısı Türkiye’yi Avrupa’nın bir parçası olarak görüyor. Birliğe katılmasını istiyor. Mesela benim geçen günlerde İsveç’in Malmö ve Lund kentlerinde bir araya geldiğim grubun çoğunluğu bu çizgideydi.
Öte yandan Türkiye’yi istemeyenler de çok. Bunların en ılımlıları, “Türklere ‘ imtiyazlı ortaklık’ verip bu işi halledelim” diyor. Kendi aralarında tartışıp duruyorlar.
İşte böyle bir ortamda... Elif Şafak davası imajın ötesinde anlam kazanıyor.
Avrupa’nın demokrat, insan haklarından yana, özgürlükçü kesimi Elif Şafak’a (ve benzeri konumda olanlara) dava açılmasını istemiyor. Bunun sebebi sadece ‘ ilkeler’ değil. Yani sadece ‘ ifade özgürlüğünden’ yana oldukları için kaygı duymuyorlar.
Aynı zamanda, kendi ülkelerindeki “Türkiye’yi AB’ye almak istemeyen kesim” karşısında kozlarını da yitiriyorlar. Yani buradaki olaylar, Türkiye yanlılarının siyasi-kültürel-ideolojik konumlarını sarsıyor.
Karşı taraf, “Hıh!” diyor, “Sizin Birliğe girmesini istediğiniz Türkler; işte böyle demokrasiden, hukuktan, insan haklarından anlamayan, barbar, şiddet yanlısı insanlar. Baksanıza, bir romana dahi tahammül edemiyorlar. Bunlar yarın öbür gün AB’ye girdiğinde kim bilir neler yapar! Zaten siz demokratlar, siz özgürlükçüler hayal âleminde yaşayan tiplersiniz. Bu ülkeyi yönetmeyi beceremezsiniz.”
Mesele kabaca böyle olduğu için Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in “ Dava açılıyor diye 301’inci maddeyi değiştiremeyiz “ demesi abesle iştigal.
Tam da böyle abuk davalara yol açarak, sadece bizi değil Avrupalı dostlarımızı da zorda bıraktığı için 301’inci madde değişmeli.
Tabii Cemil Çiçek, Türkiye’nin AB’ye girmesini istemiyorsa... Keyfi bilir.
Ama o zaman “ Ben AB’ye karşıyım “ demeli. Fikrini net bir biçimde ortaya koyarsa; katılmasam da, karşı da olsam saygı duyarım.
Sabah, 22 Eylül 2006
|
Emre AKÖZ
23.09.2006
|
|
|
|