İhanet suçlamalarının yeniden revaçta olduğuna daha önce işaret etmiştim. En son Bilecik’te meydana gelen Başbakan’a yönelik saldırı da milliyetçilerin ‘hainler’e, kendi tarzlarına uygun bir ders verme girişimiydi. İroniye bakınız ki, ihanetle suçlayanın hainlikle suçlanması da varmış kaderde!
Yine de ben en çok -başkalarının değil- milliyetçilerin ‘hain’ avına çıkmasından korkarım.
Bu karşılıklı ihanet suçlamaları görünüşte sadece partizan politikanın tarafları arasında cereyan etmekle beraber, başka bazı olaylarla birlikte düşünüldüğünde, bunun ne yazık ki bütün bir toplumu etkisi altına alma ihtimali vardır. Bir süredir ülkenin içine sürüklenmekte olduğundan yakınılan ‘kutuplaşma’ eğiliminin böylece daha da artacağından korkulur.
Kürt meselesi ve onunla bağlantılı ‘şehit cenazeleri’ dolayısıyla yaşanan olaylar zaten öteden beri toplumu fazlasıyla germektedir. Batı Anadolu’nun muhtelif yerlerinde Kürtlere yönelik saldırganlığın linç girişimi boyutlarına vardığı zamanlar oldu. Hükümetlerin Kürt sorununun barışçı yoldan çözümü için inisiyatif alamamalarıyla paralel giden ayrılıkçı terörün yol açtığı ölümler sadece Türkler değil Kürtler arasında da derin acılar bırakmaya devam ediyor.
Şehit cenazeleri bunun sadece ‘Türk tarafı’yla ilgili olanı. Bir farkla ki; bu cenaze törenleri eskiden sadece PKK’ya lanet okunduğu ortamlar olurken, şimdi, bu ‘kardeş kavgası’nın anlamsızlığından söz edilmesine de vesile oluyor. Dahası, artık şehitlerinin ardından boynu bükük şekilde ‘vatan sağolsun!’ demekle yetinmeyip, bu işin mantığını sorgulayan ebeveynler de var. Bu, hem demokratik karar-alıcıları zamanla ‘intibah’a getirebilecek bir tepki olduğu, hem de zorunlu askerliğin sorgulanması sürecini başlatabileceği için hayırlı bir gelişmedir.
Mevcut gerilimi besleyebilecek başka bir gelişme de, geçenlerde ortaya çıkan ‘İsmailağa cinayeti’ ile onu izleyen linç olayının sonuçlarıdır. Özellikle camide gerçekleşen lincin doğru-dürüst soruşturulamamış olmasının ve hükümetin bu olaya kayıtsız kaldığı izlenimi vermesinin toplumda rahatsızlık yaratmış olmasına şaşmamak gerekiyor. Gerçekten de İstanbul’un ‘göbeğinde’ meydana gelen böyle vahim bir olayın hiç bir resmî sanığının olmaması ve Emniyet ile İçisleri’nin adeta işi oluruna bırakması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu durumdan rahatsızlık duyulmasında şaşırtıcı bir yan yoksa da, bu olayla ilgili olarak şaşırtıcı olan başka bir şey var. O da, kimi gazete ve televizyonların ‘şeriat’, ‘kadı mahkemesi’ filan derken, bu olaydan yeni bir ‘Eyvah, irtica geliyor!’ hikâyesi çıkarmalarıdır. Olağan ve meşru bir gazetecilik merakının gereği olarak olayın adlî yönünü irdelemekle yetinmeyip, yeni bir ‘28 Şubat’ hazırlamaya çalışırcasına, söz konusu cemaat mensuplarının kılık-kıyafetlerini ve hayat tarzlarını karalamak, cemaatin üstüne üstüne gitmek, hatta devletin bu cemaati baskı altına almasını sağlayabilmek üzere feryat-figan bağıran yayınları inatla sürdürmek nasıl izah edilebilir?
Kimileri bu gelişmeleri, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde iktidar partisini baskı altına alma planının bir parçası olarak görüyor. ‘Plan’ olarak adlandırılması ne kadar doğrudur bilemem ama, böyle bir niyetle hareket edenler gerçekten de var olabilir. Nitekim, böyle bir eğilimin varlığını son zamanlarda belirli aralıklarla meydana gelen başka bazı olaylar da göstermişti. Bu noktada asıl merakı mucip olan, sözümona ‘özgür’ medyamızın ne ölçüde bu işin içinde olduğudur.
Keşke ‘dördüncü kuvvet’imizden emin olabilsem. Ne yazık ki, tecrübelerim ve gözlemlerim bu konuda safca bir iyimserlik içinde olmamı engelliyor. Çünkü, bizde büyük medya demokrasinin değil, ‘rejim’in bir ‘kuvvet’i ve sadık bekçisidir.
Star, 14.9.2006
|