Bir haftadır Türkiye, İsmailağa Camii’nde yaşanan cinayeti konuşuyor. Bilindiği gibi Bayram Ali Öztürk Hoca hayatını kaybetmiş, ardından çıkan olaylar sonucunda katil de öldürülmüştü. Hadisenin her iki aşaması da kuşku uyandırıcı ve üzücü. Katilin linç edildiği söyleniyor. Tasvip etmek mümkün değil.
Ancak bu konuyla ilgili öyle şeyler yazılıyor, öyle iddialar gündeme getiriliyor ki insanın aklına “işin içinde başka işler mi var?” sorusunu getiriyor. Bir camide bir hocanın öldürülmesi ne kadar vahimse, suçlunun adalete teslim edilmeyerek linç edilmesi de o kadar vahim. Bu üzücü hadiseden hareketle medyatik bir linç havasının estirilmesi de vahim. N’oluyoruz? Yalan-yanlış ve abartılı bir kısım bilgilerin peşine bu kadar düşmeye gerek var mı? Olayın adli boyutları çoktan unutuldu, mafya lideri olmakla yargılanan bir adamın iddiaları gündemi işgal etti. Sanki bir senaryonun parçaları ile karşı karşıyayız. Olayın adli ve aslî yönü çoktan unutuldu.
Meselenin bir de sosyolojik boyutu var. Dinî ihtiyaçlar bir şekilde sürekli baskı altında tutuluyor. Oysa ortada tabii bir ihtiyaç var. Geçen haftaki Bilişim Fuarı’nda (CeBIT) ziyaretçiler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın standına hücum etti. Neler sorulmuş neler Diyanet yetkililerine. Demek ki ortada bir merak var, arzu var; onu karşılayacak makul bir alternatif sunmadığınızda toplumun talebi kendine yeni mecralar açabiliyor. Şimdi İsmailağa Camii’ne İBDA-C sızacaktı haberleri yapılıyor. O da iş mi? Güneydoğu’daki boş camilere Hizbullah sızıyor. Çünkü bir yandan manevî alanlarda boşluk bırakılıyor; diğer yandan iyi niyetli çalışmalar üzerine baskılar kuruluyor.
Meselenin özü şudur: Modern toplumlarda dine duyulan ilgi azalmamış; tam aksine iç huzuru arayan birey için dini gerekçelerle dayanışma noktaları ruhani bir sığınak haline gelmiştir. Bugün insanoğlu sadece varlığının sebebini soruşturmuyor; aynı zamanda yokluğun elîm hüznünden yakasını kurtarmaya çalışıyor. Bu asrın başında gürül gürül ifade edilen pozitivist kehanetler tutmadı. Bilim, tek başına bir kurtarıcı olamadı. Pozitivist yaklaşımlar “nasıl” sorusuna cevap yetiştirse bile, “niçin” suali karşısında çaresiz kaldı. Ve insanoğlunun manevî arayışları katlanarak büyüdü, derinleşti. Sadece Türkiye’de değil bütün bir beşeriyette devam ediyor manevî arayışlar. O yüzden metafizik dünya ile irtibatın koptuğu sanılan modern toplumlarda insanlar Çin felsefesinden Hint kültürüne kadar uzanan ruhanî bir huzur formülünün peşinde. Mevlana’ya duyulan ilgi de bundan.
Ortada bir ihtiyaç varsa, bunu yasaklarla, baskılarla yok etmek mümkün değildir. Hatta tam aksini düşünmek gerekir. Baskı sonunda gizli kapaklı faaliyet yürütüleceğine, insanların dernekleşmesine, vakıflaşmasına; kısacası sivil toplum kuruluşları haline gelerek şeffaflaşmasına yardımcı olmakta fayda var. Aksi takdirde dindar topluluklar içe kapalı hale gelir ve bir zaman sonra toplumun diğer kesimleriyle bütün bağlarını koparabilir. Bir de bu yanlışın tam zıt kutbunda yer alan başka bir yanlış var: Her dinî duyuşu resmî bir kalıbın içine sokarsanız bu sefer de dinî devlet organizasyonu haline getirirsiniz. Ortada ne laiklik kalır o zaman, ne devletin vatandaşın inancına karşı eşit mesafeli yaklaşımı. Resmî disiplinlerin dar kalıpları tek tip insan öngördüğü için hayatın paletleri arasında tutunma şansı yakalayamaz.
Denge çok önemli. Din de bu kelimeye çok derin anlamlar yüklüyor. Öyle ki beş vakit namaz kılan bir insana Fatiha’yı okuma mecburiyeti getiriyor. Böylece her fert Allah’a yakarırken “Bizi sırat-ı müstakîme hidayet eyle” diyor. Yani, Allah, her gün 40 defa “bizi orta yola hidayet eyle” dedirtmek suretiyle aşırılıktan sakındırıyor mümini. Hz. Peygamber’in ibadet nevinden şeylerde bile aşırıya kaçılmamasını öğütlemesi bu açıdan önemli.
Güncel konuya dönecek olursak; İsmailağa’da yaşananlar her insanı derinden üzmüştür. Ancak yargıya intikal etmiş bir olayı medyatik bir linçe dönüştürmenin manası yok. Meselenin aslını unutturacak kadar olayları dallandırıp budaklandırmak, akla devamı planlanan bir komplo senaryosunu getiriyor
Zaman, 12.9.2006
|