1920’li yıllarda faşist politikalara destek İtalya’da giderek yayılırken faşist partiden bir yetkili, sosyalist bir köylüyü faşist partiye katılması yönünde ikna etmeye çalışıyormuş. “Bu nasıl olabilir” demiş potansiyel aday, “Nasıl katılabilirim ki partinize? Babam bir sosyalistti, dedem de bir sosyalistti. Faşist partiye asla katılamam.”
“Bu nasıl bir akıl yürütme” demiş faşist yetkili, “Babam katil, deden de bir katil olsaydı ne yapacaktın?” “Haa, o zaman” demiş bizim sosyalist köylü, “elbete, tereddütsüz faşist partiye katılırdım”.
Dünyaya buyurmak isteyenler, kimlikleri katı ve tekil aidiyetler olarak tanımlıyor. Bu şekilde GWB gibi faşistin feriştahı olan bir adam, kalkıp İslamo-faşist gibi çirkin bir ifade kullanabiliyor. Üstelik babasının kasaplığı da tescilli iken. Bu tanıdık bir hile: Hedeflenen kategorideki insanlar yanlış tarif edilir ve bu yanlış tarifin hedefteki insanların tek anlamlı özelliği olduğu vurgulanır. Sonuçta düşman olarak tarif edilen kişinin insanlıktan tenzil-i rütbeye uğratılması, onun yok edilmesine de cevaz verecektir.
Medeniyetlerin çatışmasından bahsedenler de dünyayı İslâm dünyası, Batı dünyası, Hindu dünyası şeklinde bölerek insanları katı kutucuklar içine yerleştiriyor. İnsanlar arasındaki farkı dinler ekseninde tanımladığımız zaman, değişik sınıflar ve meslekler, diller ve milliyetler, zengin ve fakir, farklı politik mensubiyetler arasındaki ayrımlar önemini kaybediyor. Bu görüş, medeniyetlerin birbirinden alıp verecek bir şeyi olmadığını ve önünde sonunda kavgaya tutuşacaklarını öngörüyor. Bu bakış sadece medeniyetlerin kendi içindeki farklılıkları gözden kaybettirmiyor, medeniyetlerin birbiriyle etkileşimini de görmezden geliyor. Böylece dünya, birbiriyle kavgaya tutuşmaya hazır bir din ve medeniyetler federasyonu olarak sunulmuş oluyor. Bu ideolojik el çabukluğunda, yeryüzünü ateşe vermeye niyetli bir tamahkârlığın izleri var.
Nobel ödüllü iktisatçı ve yazar Amartya Sen, Identity and Violence adlı son kitabında, yaşadığımız dünyada tekil aidiyetlerden ve tekil kimliklerden söz edilemeyeceğini tartışıyor. İnsanları tek bir bağlılık üzerinden tanımlayan ideolojiler, onların sadece ve sadece bir gruba mensup olabileceklerini öne sürüyor. Oysa her birimiz, açıkça pek çok gruba mensubuz. Farklı aidiyetler arasında ‘ya bu, ya öteki’ şeklinde bir seçim yapmamız gerekmiyor, sadece önem sırasına koyuyor ve farklı bağlamlarda farklı kimliklerimizi öne çıkarıyoruz. Yaptığımız seçimler, belirli bir sağlamda, hangi öncelik ve sadakatin bizi daha çok bağladığını, hangi kimliğimize daha fazla önem atfettiğimizi belirliyor. Yazara göre dertli dünyamızın temel umut kaynaklarından birisi kimliklerimizin çoğulluğunda yatıyor. Sahip olduğumuz farklı kimlikler birbiri içine geçerek kategorileştirmeye direniyor ve keskin ayrımları yumuşatıyor. İnsanlığımıza en büyük saldırılardan birisi, aramızdaki farklılıkların törpülenerek, hepimizin bir kategoriye tıkıştırılmamız.
Amartya Sen, Batılılar’ın ‘ılımlı Müslüman’ arayışının bir kafa karışıklığıyla malul olduğunu düşünüyor. Bu arayış politik inançlardaki ılımlılık ile dini inançtaki ılımlılığı birbirine karıştırıyor. “Bir insanın dini inancı çok kuvvetli olduğu halde hoşgörülü politikalar izleyebilir” diyor Sen: “12. yüzyılda Haçlılar’la İslâm için cansiperane savaşan Selahaddin, Avrupadaki tahammülsüzlükten kaçan Yahudi bilgin İbn Meymun’a sarayında onurlu bir yer bahşetmekte hiç tereddüt etmemişti. 16. yüzyıl başında Roma’da ‘sapkın’ Giordano Bruno yakılırken, Müslüman olarak doğup Müslüman olarak ölen büyük Moğol hükümdarı Ekber, Agra’da azınlık haklarının yasal statüsü için büyük bir proje yürütüyordu.”
İnsanları tek kimlik üzerinden tanımladığınızda cadı avına çıkmak kolaylaşıyor. Mesela ‘başörtülüler’ dediğinizde başını örten insanların hepsinin birbirine benzediğini, benzer davranış kalıplarına sahip olduğunu ima etmiş oluyorsunuz. Din ve ideoloji, insana bir kıvam verdiği kadar, insanın ruhunda da bir kıvam buluyor. Görünüşleri birbirine benzese de insanların iç dünyaları farklı ve biricik. Her birimizin kendimizi ait hissettiğimiz pek çok mensubiyetimiz var. Bir çiçek tarhının üzerinde süzülen rengârenk kelebekler gibi, çoğul kimliklerimiz dünyayı renklendiriyor, şenlendiriyor ve tüm zorbalıklara karşın, birbirimizle konuşmamızı mümkün kılıyor.
Yeni Aktüel,
31 Ağustos-6 Eylül (2006/43)
|