Başbakan Erdoğan’ın Lübnan’a asker gönderme konusunda halkı ikna konuşmasındaki mantık kaba bir hamaset, ucuz bir böbürlenmeden öteye geçememiştir.
“Ülkemizin yüksek menfaatleri” sözünü bol bol kullanmakla ülkenin menfaatleri korunmuş olmaz.
“Bize neci bir anlayışla sorumluluk almaktan kaçınmamak” da sadece asker göndermek anlamına gelmez.
Başbakan’ın savunmasındaki bir başka unsur da “Kosova’da, Bosna’da benzer insanlık trajedilerine nasıl seyirci kalmadıysak burada da kalamamayız, kalmamalıyız” şeklinde. Ama bu cümlenin de tek karşılığı asker göndermek değildir. Bir insanlık trajedisine seyirci kalmamak için insanların evlerinin yapılmasına, okullarının yapılmasına yardımcı olunabilir, ilaç gönderilebilir, doktor gönderilebilir. Başbakan’ın “ulusa seslenip” kendi görüşlerini içi doldurulmamış hamaset cümleleriyle savunma çabasının başarılı olması mümkün değildir.
Erdoğan, Güney Lübnan’a neden asker gönderilmesi gerektiğini anlatamamıştır, çünkü anlatabilmek için gereken ciddi ve gerçek kanıtlara sahip değildir.
***
Türkiye’nin Orta Doğu savaşlarına bulaşması ihtimali, Başbakan’ın bütün söylediklerinin ötesinde, gerçek bir ihtimaldir.
Bu ihtimalin yüksekliği de bizzat Birleşmiş Milletler’in barış gücünün görevleri arasında saydığı “silahlı sivil güçlerin silahtan arındırılması” ifadesiyle ortaya çıkıyor.
Güney Lübnan’da zayıf ve hiçbir etkinliği bulunmayan Lübnan ordusunun dışındaki silahlı güç Hizbullah’tır ve BM belgesindeki tanım bu örgütün silahsızlandırılmasını işaret ediyor.
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Gül’ün “tabii ki bir saldırı olursa Türk askeri cevap verir, kendini korur” sözleri bu ihtimalin yüksekliğinin bir başka ifadesi olmuştur.
Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın asker gönderme konusunda herhangi bir somut gerekçe gösterememesi, basit ifadelerle kendi tavırlarını savunmaları ciddi bir zafiyeti sergilemektedir.
Bu zafiyetin bir başka örneği de Başbakan’ın konuşmasında bu konudaki tepkileri “hükümet ne yapsa karşı çıkma hastalığı” diye nitelemesidir.
Vatan, 2 Eylül 2006
|