|
|
|
Mahpus toplum ve mahpus siyaset |
Değişime direnç ile değişmezlerin ülke sofrasına getirdiği sorunlar, ülkeye hakim zihniyet ve beklentiler açısından kurduğu kuşatmayı henüz kaldırmadı. Genelkurmay Başkanlığı değişimi yaşandı.
Adeta ülke seçimler sonrası yeni bir hükümete kavuşmuş gibi yeni gelen Genelkurmay Başkanı’nın siyasete vereceği tonu, havayı anlamaya çalışıyoruz.
Sert mi olacak yoksa yumuşak mı?
Siyasete ne kadar müdahale edecek?
Yeni Genelkurmay Başkanı ordunun siyasi rolünü savunarak başladı görevine… Bu rolü milli çıkarlar, irtica ve bölücülükle tanımladığı iç tehdit üzerine temellendirdi. TSK’nın bu çerçevede görevini Anayasa’nın değişmez maddelerini, cumhuriyetin laik, üniter, sosyal niteliğini korumak olarak tanımladı.
Bu sadece TSK’nın görevi değil; tüm devlet organlarının işi ve görevi.
Ama ne var ki TSK kendisini ayrı bir konumda görüyor, hatta ülkeyi bu diğer devlet organlarına karşı koruma işini de üstleniyor.
Demokrasi açısından büyük sorun da burada…
Örneğin siyasi karar almaya kim yetkilidir, karar nasıl alınır? Tehlike ve siyaseti bu çerçevede kim tanımlar, neye dayanarak, nasıl tanımlar?
Bölücülük ve irtica tehlikesini anlıyoruz…
Ama mesele neyin irtica ve bölücülük içine girdiğini tespit etmekte ve buna karar vermekte…
Silahlı bürokrasi burada ana belirleyici faktörse, siyaset ve hukukun önüne geçiyorsa, onlara ton veriyorsa, sorun gerçekten büyük olur…
Nitekim ülkenin değişmezi ortadadır: Siyasetin, hatta toplumun devletin içine hapsolması...
Böyle bir ülkede önce, toplumsal talepler siyasetin meşru kaynağı olmaktan çıkar. Siyaset iyiden iyiye devlet rantının paylaşımı haline gelir.
Devlet ise bu rantın muhafazası için her türlü değişime direnen ve bunun için topluma ilişkin tasarrufları uhdesinde toplayan bir mekanizma olmaya yüz tutar. Ve ardından ülke, hem devlet aktörleri hem toplumsal aktörler açısından bir fiili durumlar cehennemine döner.
Son yıllarda hem devleti hem toplumu kuşatan Susurluk, 28 Şubat, Hizbullah, milliyetçilik, rantçılık, vurgunlar, siyasileşen yargı, yasaların ihlali, yerel ve evrensel değerlerin aşırı siyasallaşması, ekonomik krizler gibi fiili durumlar; birbirini besleyen bütünleşme ve yönetim krizlerine işaret ederler. ...
Aslında Türkiye, maddi manevi rant dağıtımı adına karşılıklı kollama sistemine, kaba dayanışma ilişkilerine dayanan; kişilerin kurallar ve kurumlar üstü olma kabiliyetini ifade eden Osmanlı-Türk devlet geleneğinin iflasını yaşıyor.
Yani, kurumların ardına kollamacılığı gizleyen, kollamacılık vasıtasıyla devlet imkânlarını kullanmaya yönelik, Sokullu’dan bu yana süren bir geleneğin iflasını...
Yani, aşırı kurumlaşma vasıtasıyla devlet içindeki yetki ile sorumluluğun ayrı ayrı kişilerde toplandığı, her kurumda tek adama dayalı garip bir meşruiyet anlayışının iflasını...
Fikirlerin değil, çıkarların farklılaştığı, mücadele ettiği ya da ittifak yaptığı ilkesiz bir dayanışma üzerine kurulu klanlar, gruplar, devlet cihazının motorunu oluşturdukça, devletin devasalığı başlı başına bir “ekonomik bir rasyonalite” haline gelmiştir, bu topraklarda. Ve böyle oldukça devlet topluma galebe çalmış; siyaset devlete endeksli olmuştur.
Ana ve asli neden ortadadır: Mahpus toplum ve mahpus siyaset…
Ve biz tüm bunu reddeden bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Yeni Şafak, 31 Ağustos 2006
|
Ali BAYRAMOĞLU
01.09.2006
|
|
|
Elinde çekiç olan, herşeyi çivi görür |
Amerika’nın Irak Savaşı’yla ilgili olarak bugünlerde okuduğum İngilizce bir kitap var:
Fiasco!
Türkçesi Fiyasko...
Pulitzer ödüllü Amerikalı bir meslektaşımın yazdığı kitabın bir iki yerinde, Türkçeden de aşina olduğumuz bir deyiş geçiyor:
“Elinde yalnız çekiç varsa, senin gözüne her şey çivi gibi gözükür.”
Başkan Bush yönetimini Irak Savaşından dolayı eleştirirken kullanıyor bu deyişi. Belki daha doğrusu, “Ben her şeyi bilirim!” kibriyle elde silah her şeyin yapılabileceğini sanan Yeni Muhafazakâr kliğin Irak’la ilgili büyük yanlışlarını sergilerken çekişle çivi deyişini anımsatıyor.
Washington’daki bu klik, Amerika’nın askeri üstünlükle her şeyi yapabileceğini, topla tüfekle dışarıdan demokrasiyi, rejim değişikliğini dayatılabileceğini sandı.
Ama olmadı.
Pandora’nın Kutusu böyle açıldı, kötülükler ortalığa öyle saçıldı ki, şimdi herkes çok pahalıya mal olan acı bir faturayı ödemeye devam ediyor.
Mıntıka temizliği nedir, bilir misiniz?
Ben askerlikten bilirim.
Kışlada yapılır.
Erat, her sabah vakti erkenden, kıyıda köşede kalmış ne varsa, cigara izmaritinden başlayarak toplar temizler.
Emir demiri kestiği için kışlada kolaydır bu temizlik...
Ama böyle bir düzeni, yani kışla düzenini sivil hayatta sağlamak öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Çünkü toplumun yapısı farklıdır, toplumsal ilişkiler karmaşıktır. Bir emirle, bir komutla, bir düdükle, yani mıntıka temizliği mantığıyla istenen değişim olmaz, düzen sağlanmaz.
Tarihte ‘zorun rolü’nden, tepeden dikte edilen değişimlerden bazı örnekler akla gelebilir tabii. Ama o örnekler aynı zamanda tarihin bazen çok kanlı, bazen çok kepaze, bazen ikisini de kapsayan sayfaları olduğu da malumdur.
Tarihin bu sayfalarını, biliyorum, bugün bile Aydınlanma adına, Atatürkçülük adına, ulusalcılık adına, Kızılelmacılık adına Türkiye’ye örnek göstermeye çalışan aymazlar maalesef hâlâ var. Mıntıka temizliği mantığıyla askeri siyasete müdahaleye çağırmaya devam ediyorlar.
Beklentileri darbe!
Sanki bu yol hiç denenmedi.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri bu ülkede sanki olmadı. 12 Eylül askeri yönetiminin bu ülkeye giydirdiği deli gömleğiyle demokrasinin, hukuk devletinin kolu kanadı bu ülkede sanki kırılmadı. İdamlar, işkenceler, siyaset yasakları sanki yaşanmadı.
Hepsi yaşandı.
Ve bütün bunlarla Türkiye’de ne yazık ki daha büyük çatışma ve cepheleşmelerin tohumları ekildi. Siyaset normal rayından saptırıldı. Demokratik hukuk devleti daha beter geciktirildi.
Bu acıların olumsuz sonuçlarını bugün de yaşamaya hâlâ devam ediyoruz. Ama bu iflah olmaz aydınlanmacı, ulusalcı, Kızılelmacı takım, yirmi birinci yüzyılda bir kez daha aynı oyunun peşindeler.
Darbe çığırtkanlığı yapıyorlar.
Askercilik oynuyorlar.
Eski, kötü alışkanlıkları yani...
Oyuna gelebilir mi asker?..
Sanmıyorum.
Genelkurmay’daki devir teslim törenini izlerken bu konuları düşündüm.
Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın sert konuşması kafamda bazı soru işaretlerine yol açmadı değil.
Büyükanıt Paşa, askerin siyasetle ilgisi yoktur, olmamalıdır derken, bir doğruyla birlikte demokrasinin bir temel ilkesini de belirtmiş oldu.
Ama bununla yetinmedi.
Aynı zamanda asker ve siyaset konusunda öylesine geniş alan tarifi yaptı ki, böylece birçok can alıcı konu askerin yetki alanına sokulabilir. Asker “Anayasal görevim!” diyerek, siyasî otoritenin ya da hükümetin yetkili olduğu bazı önemli konulara el atabilir.
Diliyorum, böyle bir şey olmaz.
Ve rejim normal rayında yürür.
Bu ülkenin ihtiyaç duyduğu en son şey asker-sivil çatışmasıdır, krizdir, siyasal gerginliktir çünkü... Bu ülkede aş ve iş sorununun çözülmesi için kesinlikte gereksiz olan tek şey varsa, o da siyasî istikrarsızlıktır çünkü...
Milliyet, 31 Ağustos 2006
|
Hasan CEMAL
01.09.2006
|
|
|
Askerin rolü ve hukuk devleti |
Yeni Genelkurmay Başkanımız Sayın Org. Yaşar Büyükanıt, KKK görev devir teslim töreninde ve daha sonra Genelkurmay Başkanlığı görevini üstlendiği törende basınımızın “sert mesajlar” diye tanımladığı iki konuşma yaptı.
Bu ifadeler arasında beni gerçekten tedirgin eden bir ifade yer alıyor, bendeniz de bu konuyu bugün sizler ile paylaşmak istiyorum. Sayın Büyükanıt içinde bulunduğumuz konjonktüre ilişkin kaygılarını ifade eder iken, son yıllarda AB reformları çerçevesinde ve belki de daha da önce ve AB’den bağımsız olarak da gündeme gelen “askerin rolü” konusunda ilginç bir görüş ileri sürdü. Sayın Büyükanıt’a göre “askerin rolü” kavram ve ifadesini sürekli gündemde tutan çevreler ya ülkemizin üniter yapısından ya da Anayasa’mızın 2. maddesinde ifadesini bulan Cumhuriyet’imizin temel niteliklerinden (demokrasi, laiklik, sosyal devlet, hukuk devleti) ya da her ikisinden birlikte rahatsızlar. Sayın Büyükanıt’ın bu ifadesinin çok önemli görevinin ilk günlerinde çok büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum, açıklamaya çalışacağım.
AB uyum sürecinde askerin rolü
(...)AB uyum süreci çerçevesinde askerin rolü ve konumu konusunda zaten önemli sayılabilecek değişiklikler gündeme geldi; bunların en önemlileri MGK’nın yapısı ve statüsü ve Sayıştay’ın askerî harcamalar konusundaki denetim yetkisine ilişkin olanlar idi.
Bugün Anayasa’mızın çeşitli maddeleri incelendiğinde askerin rolü ve konumu konusunda iki önemli noktanın hâlâ çağdaş ülkeler, örneğin tüm NATO ülkeleri ile çelişebildiğini görüyorsunuz. Bunlardan birincisi Anayasa’mızın 117. maddesinde ifadesini bulan, Genelkurmay başkanımızın görev ve yetkilerini kullanır iken kime karşı sorumlu olduğu konusu. Bilebildiğim kadarı ile eksiksiz tüm NATO ülkelerinde genelkurmay başkanları kabinede görev yapan savunma bakanına bağlı iken bizde Genelkurmay başkanı doğrudan başbakana karşı sorumlu. Sırf bu nedenden NATO toplantılarına bizim Savunma bakanımız ve Genelkurmay başkanımız beraber katılamıyorlar, toplantılarda bir protokol krizi çıkma potansiyeli mevcut; zira NATO toplantılarında yine bilebildiğim kadarı ile askerler savunma bakanlarının arkasında oturuyorlar. İkinci önemli bir konu yine Anayasa’mızın 125. maddesinde ifadesini bulan yargı denetimi dışında kalan alanlara ilişkin; bu maddeye göre YAŞ (Yüksek Askerî Şûra) kararları yargı dışında tutuluyor; yargı kararlarının tümünü beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, ben de azımsanmayacak sayıda yargı kararını beğenmiyorum, eleştiriyorum; ama bu eleştiri yargı kararlarının ilkesel olarak kötü olduğu ve bir kuruma zarar verebileceği anlamına asla gelmemeli.
Anayasa’mızın ilk üç maddesi bilindiği gibi değiştirilemeyen, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddeler ve bu keyfiyet Anayasa’mızın 4. maddesinde ifadesini buluyor. Bu temel maddeler dışında kalan tüm maddeler, yine Anayasa’mızın öngördüğü Anayasa değişiklik usulleri dahilinde demokratik bir toplumun gerekleri doğrultusunda değişikliğe açık maddeler. Demokratik usuller çerçevesinde değiştirilebilecek maddelere doğal olarak 117. ve 125. maddeler de dahil. Bu maddelerin değişmesinin gerekip gerekmediği siyasal düzeyin işi; diğer bir ifade ile Genelkurmay başkanının başbakana mı yoksa savunma bakanına mı bağlanacağı, YAŞ kararlarının yargı denetimine açık olup olmayacağı demokratik bir toplumda tartışılması son derece olağan konular. Olağan olmayan bu tartışmaları garipsemek.
Sayın Büyükanıt ve başkalarının nasıl bu iki maddenin mevcut şekilleri ile kalmasını isteme hakları var ise, başkalarının da demokratik bir toplumda bu iki maddenin başka bir şekil alması gerektiğini savunması o kadar normal. Sayın Büyükanıt konuşmalarında TSK’nın Anayasa’mızın ikinci maddesine olan duyarlılığını ifade etti; bu hissiyatı toplumun kahir bir ekseriyetinin de paylaştığını yani demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkelerine sahip çıkıldığını, derinden benimsendiğini düşünüyorum. Ancak, Sayın Büyükanıt şayet bu ilk dört maddeye yönelik bir güçlü duyarlık ifadesini seslendiriyor ise Anayasa’mızın değiştirilebilir maddelerine ilişkin yurttaş tercihlerine de aynı duyarlılığı göstermesi, 2. maddede ifadesini bulan demokrasi umdesi çerçevesinde saygı duymasını gerektiriyor.
Hukuk devletine saygı
Bendeniz Sayın Büyükanıt’ı TV ekranlarından izler ve bu ifadesini dinler iken ister istemez örnek olarak görüşlerini en yakından bildiğim bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını yani kendimi düşündüm; bendeniz de 117. maddedeki Genelkurmay başkanının başbakana bağlı olduğu ifadesinin ve 125. maddedeki YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında tutulması gerektiği biçimindeki ifadenin değişmesini talep edenlerdenim, yani Sayın Büyükanıt’ın ifadesi ile askerin rolünü tartışmak isteyenlerdenim. Ancak, bendenizin ne ülkenin üniter yapısı ile ne de Anayasa’mızın ikinci maddesinde ifadesini bulan Cumhuriyet’in temel nitelikleri ile, başta laiklik olmak üzere, en küçük bir problemi dahi yoktur, böyle bir suçlamadan da ciddi bir biçimde alınganlık ve rahatsızlık duyarım.
Anayasa’mızın ikinci maddesinde ifadesini bulan çok önemli bir değer de hukuk devleti kavramıdır ve bu kavram yani hukuk devleti kavramı toplumda kimi kişi ve çevrelere, kendileri gibi düşünmeyen ama düşüncelerini hukuk ve meşruiyet içinde ifade etmek isteyen insanlara üniter devlet ve Cumhuriyet düşmanlığı suçlamalarında bulunma hakkı vermez, vermemelidir. Zaten bu tür suçlama mantığı da Anayasa’mızın lafzına ve ruhuna aykırıdır.
Zaman, 31 Ağustos 2006
|
Eser KARAKAŞ
01.09.2006
|
|
|
‘Andıç’ hazırlayana dur! |
Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, geçenlerde, “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin siyasetle ilgisi yoktur ve olmamalıdır” dedi. Cümlenin ikinci yarısı... Yani ‘ olmamalıdır’ bölümü; temenni, amaç ve vizyon olarak doğrudur. Cümlenin ilk bölümü, yani ‘ yoktur’ sözü ise tartışmaya açık.
Osmanlı’yı bir yana bırakalım... 1923’ten beri TSK siyasetle ilgili. Bir kere cumhuriyetin kurucu liderleri subay: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ... Tasfiye edilip, unutturulmaya çalışılanlar da öyle: Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay vd. Hepsi ordu kökenli.
Gelelim 1950’lere: Tek parti dönemi bitip Demokrat Parti seçimi kazanınca, bazı komutanlar “Hükümet kurmalarına izin verecek miyiz” diye İnönü’ye soruyor. (...)
Ancak 1960’lı yıllara darbe ile giriyoruz. Bugün anıtmezarını diktiğimiz Başbakan Menderes idam ediliyor.
1970’ler de farklı değil: 12 Mart (1971) darbesi döneme damgasını vuruyor. 12 Eylül 1980’de bir darbe daha.
“Galiba 1990’larda tank sesiyle uyanmayacağız” derken... Bu kez de 28 Şubat (1997) ‘ örtülü’ darbesi geliyor. Andıçlar hazırlanıyor, Çevik Bir ve Erol Özkasnak gibi generaller telefonla gazete manşetlerini belirliyor, Batı Çalışma Grubu’nun hazırladığı haberler servis ediliyor.
Hepsi kitaplara ve gazetelere yansımış olan bu olaylar, TSK’nın siyasetle yakından ilgili olduğunu gösteriyor.
O halde bu noktada önemli olan şu: Org. Büyükanıt, “TSK’nin siyasetle ilgisi olmamalıdır” sözünü hayata geçirmek üzere yapısal tedbirler alacak mı, almayacak mı?
Mesela birileri yine o ‘malum’ andıçtan hazırlamaya kalkışırsa, “Dur bakalım arkadaş, sen ne yapıyorsun, masum insanları ne hakla töhmet altında bırakıyorsun” denecek mi?
Daha da önemlisi: Akıllarından geçse dahi, andıç hazırlamaya cesaret edemeyecekleri bir ortam yaratılacak mı?
Sabah, 31 Ağustos 2006
|
Emre AKÖZ
01.09.2006
|
|
|
Sürekli tehdit vurgusu |
Terör hâlâ bu ülke insanlarını birbirine düşürme hevesi için kullanılıyor. Amaç, bu toprakları kardeş kanına bulamak. Ancak bu toprakların insanının sağduyusu her türlü oyunu bozacak kadar güçlü.
Turistik bölgelerde meydana gelen alçakça saldırıların ardından bölge halkının gösterdiği metanet örnek gösterilecek nitelikte.
Acıların paylaşılması, kalleş saldırıların kınanması ama ardından hemen ortalığın toparlanıp normale dönülmesi.
Türkiye’nin sınırlarının kan gölüne döndüğü, Ortadoğu’da yeni haritalardan söz edildiği bir gerçek. Ülkemizin ciddi bir terör tehdidi altında olduğu da bir gerçek.
Ancak sürekli bu tehditleri vurgulamak, elde edilen başarıları göz ardı etmek ne kadar gerçekçi, bunu sorgulamak da gerekmez mi?
Terörün amaçlarından biri de halkın moralini bozmak, yaşam tarzını allak bullak etmek, sokaktaki insanı yarınından şüphelenir hale getirmek.
Ülkeyi yönetenlerin amacı da bunun tam tersi olmalı.
Her gün “Türkiye, tarihinde görmediği bir tehdit altında” şeklinde açıklamalar yapıp mesajlar vererek insanlara moral verilmez.
Ne yazık ki, yeni Genelkurmay Başkanımız sürekli bunu yapıyor.
Oysa geçmiş 84 yıla baktığımızda gelecek için umutsuz olmaya neden olacak bir gelişme görmüyoruz. Anadolu’da yoksul bir devlet olarak yola çıkan Cumhuriyet, bugün NATO’dan AB’ye kadar Batılı birçok kuruma demir atmış durumda.
Yerli malı haftalarında incir, fıstık, sabun sergileyen bir ülkeden ihracatı milyarlarca dolarlarla ifade edilen bir demokrasi yeşertmeyi başarmışız. Türkiye’nin dört bir yanı inşaat sahasına dönmüş.
İstediğimiz hedefe ulaştığımız söylenebilir mi, elbette hayır. Ama 84 yılda bir arpa boyu yol aldığımız da söylenemez.
Bu toprakların insanı, her türlü hukuksuzluğa, kayırmacılığa, yolsuzluğa, engele rağmen sınırları aşmış, tüm dünyaya girişimci ruhunu göstermiş durumda.
Eğitim sistemimizde, hukuk sistemimizde, sağlık sistemimizde eksiklerimiz, gediklerimiz var. Ama nedense bunları gündeme getirmektense sürekli insanların moralini bozacak konuları tartışıyoruz.
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana üzerine vurgu yapılan iki konu irtica ve bölücülük.
84 yıl sonra hâlâ bu konuları tartışıyor olmamız aslında sistemin diğer açıklarını serbestçe tartışmamızı engelliyor.
Kendini sürekli tehdit altında hisseden demokrasi serbestçe serpilip gelişemiyor çünkü attığınız her adımda karşınıza farklı bir tehdit unsuru konuluyor.
Terör bir tehdit ama bugün içinde bulunduğumuz ortam bu en önemli sorunun kökten çözümü için çok elverişli.
Terörist örgüt son açıklamalarıyla bir “teslim olurum” demedi. Ancak Ankara’da bu sorunu kökten çözmeye kararlı bir irade görünmüyor.
Her ortamda bu sorunu sadece askeri yöntemlerle çözemeyeceğimizi söylüyoruz ama diğer yöntemleri denemekte son derece çekingen davranıyoruz.
Bakın Başbakan Erdoğan’a, Diyarbakır’dan sonra bir daha bu meseleye değindi mi?
Oysa cesaretle üzerine gitmeyi sürdürse bugün bambaşka bir ortamda yaşıyor olabilirdik.
Biz ne yapıyoruz, korkuyu gösteriyor çareyi aramıyoruz.
Lütfen biraz cesaret ve kararlılık gösterin.
Sabah, 31 Ağustos 2006
|
Ergun BABAHAN
01.09.2006
|
|
|
|