|
|
|
Cumhurbaşkanına yakışmayan üslûp |
AK Parti hükümeti, Lübnan’a BM şemsiyesi altında asker gönderme kararına doğru son çalışmalarını yürütürken, uluslararası sorunlarda genellikle sessizliği yeğleyen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bu kez sükûnetini bozdu ve ‘Lübnan’a asker göndermeye karşıyım.’ dedi.
Cumhurbaşkanı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki devir teslim töreninin ardından gündemin sıcak konuları üzerine programa katılan gazetecilerle sohbet etti.
Burada Birleşmiş Milletler kararının beklentileri karşılamadığını vurgulayan Sezer, özetle ‘Biz maşallah karar çıkmadan talip olduk. Kendi sorunumuz varken başkalarının sorununu çözmek bizim görevimiz değil. Asker göndermesek de güçlü devletiz.’ dedi. Sözlerinden, Cumhurbaşkanı’nın benzer düşüncelerini MGK toplantısı gibi olağan zeminlerde doğrudan hükümet üyelerine aktardığı anlaşılıyor. Ancak önceki gün bununla yetinmeyerek görüşlerini kamuoyuna da açıklama gereği duydu.
İnsan sormadan edemiyor; acaba neden?
Cumhurbaşkanı Sezer, uygun ortamın oluşmadığını düşünerek Lübnan’a Türk askerinin gönderilmesini doğru bulmayabilir, bu konuda ciddi itirazları da olabilir. Nitekim bu şekilde düşünen Ankara’da sokakta da çok insan var. Sezer, Türkçeye ‘oydaşma’ gibi bir kavram kelime kazandırarak 1 Mart tezkeresine de muhalefet etmişti.
Fakat bunu kamuoyuna açıklarken hükümete yönelik sergilediği üslubu fazlasıyla yadırgadım. Adeta muhalefet lideri gibi konuşuyor. Dikkatlice bakıldığında görülecektir; söyledikleri CHP sözcülerinin açıklamalarına, Cumhuriyet Gazetesi’nin yazılarına ne kadar çok benziyor. Görüşlerini mutlaka kamuoyuyla paylaşmak istiyorsa, bu arzusunun önünde kimse duramaz, lakin bunu yaparken daha dikkatli dil kullanması, daha nazik üslupla konuşması gerekmez mi? Benim cevabım belli: ‘Evet kesinlikle bu hassas konuda mesajını verirken sözcükleri özenle seçmeli, çok dikkatli dil kullanmalıydı’.
Her şeyden önce ‘hükümetle görüş ayrılığı içinde bir Çankaya’ görüntüsünün hem içeriye hem de dışarıya dönük ciddi sonuçları var. En başta istikrar ortamına darbe vurduğu ortada… AB yolundaki ilerlemeler, ekonomideki kazanımlar, 4 yıllık siyasi istikrarın bir sonucu.
İç çekişmelerin, devletin içindeki kavgaların bedeli Türkiye’ye pahalıya patlıyor. Bu noktada Cumhurbaşkanı Sezer’in önceki Başbakan Bülent Ecevit’e karşı sergilediği bir fevri davranışının Türkiye’yi nerelere sürüklediğini hatırlatmak isterim. Gerçi acılarıyla, dramatik örnekleriyle yaşananlar henüz unutulmuş değil.
Bir tartışmanın sonunda Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a Anayasa kitapçığını fırlatmasıyla başlayan süreçte Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşadı, yüz binlerce işyeri kapandı, bir gün içinde milyonlarca insan işsiz kaldı, geleceğe umutla bakan toplum fakirleşti, siyasi ve ekonomik tüm dengeler altüst oldu.
Sezer’in üslubuna takılmamın asıl sebebi bu… Farkında mı bilmiyorum, fitilini ateşleyeceği ikinci bir krizin altından hiç kimse kalkamaz. İki ay önce dövizde yaşanan küçük bir dalgalanma herkesi nasıl panikletti? Üstelik yeni kriz sadece ekonomiyle de sınırlı kalmaz, iç içe başka bunalımları doğurur.
Doğrusu böyle bir amacı olacağını hiç ihtimal vermiyorum. Çankaya seçimine doğru, sonucu yönlendirmek için bazı manevralara girişeceğinin ipuçlarını yakın dostu olan Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk birkaç ay önce vermişti. Açık söyleyeyim, Sezer’in bu çıkışını, bu sürecin başlangıcı olarak görenler var.
Zaman, 27 Ağustos 2006
|
Mustafa ÜNAL
28.08.2006
|
|
|
Bilinçli bir seçim mi? |
Başlangıçlar, taze bir umutla, bir iyimserlikle, bir dostluk çağrısıyla yapılır genellikle. Biraz safça da olsa, işin olumlu tarafları vurgulanır.
Bu güzel bir gelenektir. Yeni bir ders yılının başlangıcını düşünün. Okul yöneticileri açılış töreninde çocukların karşısına geçip öğrenci milletinin ne kadar haylaz, tembel ve okul düşmanı olduğunu, zaten çoğunun bu yıl sınıfta çakacağını, başaramayacağını söylemezler elbette; herkese umut aşılayan, iyimser bir konuşma yaparlar. Herhangi bir seçim ertesini düşünün. Kazanan çıkıp seçim süreci boyunca kırıp geçirdiği rakiplerine elini uzatır. Herkesle kucaklaşır, herkesi birlikte çalışmaya, dostluğa ve birliğe çağırır.
Doğrusu yeni genel kurmay başkanımızdan ve kara kuvvetleri komutanımızdan da en azından devir teslim töreni konuşmalarında bu güzel geleneğe uymalarını beklerdik. Ama o ne hiddetti öyle! Bölünmekten, bölmekten, parçalamaktan, saldırıdan, cezadan, hesap vermekten, iğrenç bataklıklardan geçilmeyen, burnundan soluyan bir konuşma yeni bir başlangıca uydu mu şimdi yani?
***
İşin daha da vahimi, gerek Büyükanıt’ın gerekse Başbuğ’un konuşmalarında, saldırı hedefinin genişliği, “düşman”ın yaygınlığı ve her şeyin birbirine karışmış oluşuydu. Evet, anlaşılıyordu ki Büyükanıt Paşa, son dönemde kendisinin genelkurmay başkanlığını engellemek amacıyla bazı çevrelerin başlattıkları internet ve telefon mesajlarıyla karalama kampanyasına çok içerlemişti. Haklıdır, insan gerçekten de içerler. Ama “patlamak” için bu devir teslim törenini seçmenin hiç de “şık” kaçmadığı da ortada. Hadi, bunu pek hoş karşılamasak da anladık diyelim. Ama bu karalama kampanyasına çatarken, araya bir de “insan hakları, özgürlük ve demokrasi gibi kavramların arkasına saklananlar” diye bir laf sokuşturmanın; ordunun siyasetteki ağırlığından şikâyetçi olan çevreleri de araya katmanın, onları da aynı üslupla suçlamanın âlemi ne? Kim Türkiye’de askerin siyasetteki ağırlığından en çok şikâyet ediyor; böyle bir yapının demokrasiyle bağdaşmadığını söylüyor? Avrupa Birliği... Peki ordumuzun en üst kademe yöneticilerinin Avrupa Birliği karşıtı görüşlerini, daha görevi teslim aldıkları ilk günde ve böyle bir üslupta ortaya koymaları bilinçli bir seçim mi? Esrarengiz iftira mesajları çekenlerle, teröristlerle, Avrupa Birliği yöneticilerini ve Avrupa Birliği taraftarlarını bir araya koyup, hepsini birbirine karıştırıp hepsine birden Cumhuriyet düşmanı, ordu düşmanı, bölücü, hain diye saldırmak bilinçli bir politikaysa, doğrusu bu politikayla başımız epey dertte demektir.
***
Ne tesadüftür ki, yeni Genelkurmay Başkanımızın ve Kara Kuvvetleri Komutanımızın görevi devraldıkları gün yaptıkları konuşmaların en etkili eleştirisi eski genel kurmay başkanının yaptığı konuşmanın içinde saklıydı. “Siyaset kurumunun güçlenmesi ve itibarının artması önemlidir” diyordu Sayın Özkök ve şöyle devam ediyordu: “Demokrasi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tek şeydir. Demokrasiyle ülkemizin daha da güçleneceğine ve bölgesinde örnek bir ülke olacağına, demokratikleşme çabalarının devam edeceğine inanıyorum.” Özkök’ü çok özleyeceğimiz daha şimdiden anlaşılıyor.
Bugün, 27 Ağustos 2006
|
Gülay GÖKTÜRK
28.08.2006
|
|
|
Çırılçıplak gerçek |
Türkiye’de Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni (TSK) etkisiz hale getirmek isteyenler var mıdır? Ya da, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısının terörle ortadan kaldırılamayacağını anladığı için, kötü niyetini demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi değer yargılarıyla ‘kamufle ederek’ üniter yapıyı bozmayı amaçlayanlar?
70 milyonluk kalabalık bir ülke olduğuna göre, Türkiye’de, “TSK etkisizleşsin” diye düşünen veya “Devletin yapısı üniter olmak zorunda mı?” düşüncesini aklından geçiren birileri de herhalde vardır. Ancak çırılçıplak gerçek çok farklı: Bugünün Türkiyesi’nde gazete manşetlerini işgal edecek çapta tartışma konuları değil bunlar...
Türkiye’de bugün ekonomik sıkıntılar ilk sırayı işgal ediyor. Genç nüfus iş bulmakta zorlanıyor; iş bulabilen şanslılar gelirleriyle geçinmekte zorlanıyor. Klasik ‘köy destekli ekonomi’ hızlı kentleşme yüzünden işlemez hale gelmeye başladı; gelir dağılımı adaletsizliği de varolan sıkıntılara tüy dikiyor..
Eğitim de bir başka önemli sorun. Yaygın eğitim anlayışından çağdaş sorunlarla baş edebilecek derinlikli bir eğitim anlayışına bir türlü geçemedik. Küreselleşmede Türkiye’nin payına düşen alanlar az çok belli; ancak o alanlarda daha iyi sonuç almayı getirecek bir eğitim sistemi yolunda adımlar atılmıyor. Okuma-yazma seferberliği yerine, artık nitelikli bir yönetici sınıf yetiştirmeye çaba sarf etmek zorundayız.
Terör de ülkenin çok önemli bir sorunu. Terörle etkin biçimde mücadele edilmesi, bu alanda herhangi bir gevşemeye mahal verilmemesi neredeyse herkes tarafından paylaşılan bir genel kabul. Terörle mücadele edilirken demokrasiden vazgeçilmesi, ya da temel insan haklarının çiğnenmesi gerekmiyor. Bu dengeyi koruyarak terörün üstesinden gelebilecek olgunlukta bir sisteme sahip Türkiye bugün.
Asker daha çok zorunlu askerlik uygulaması sebebiyle halkın gündeminde. Etkin bir askerî güce sahip olmak niyetiyle bağdaştırılabilecek bir talep bu aslında; hayatını savunma alanına adamış ‘profesyoneller’ için gerekecek maddî kaynağı, başka alanlarda çalışma imkânı bulmuş gençler bedelli askerlik uygulamasıyla ödemeye hazır olduklarını ifade ediyorlar.
‘Üniter devlet’ denilince akla ilk gelen coğrafî bütünlük oluyor; oysa o konuda endişeyi gerektiren güçlü bir ‘tehdit’ ortada yok. Ancak, zihniyet dünyası söz konusu olduğunda birlik ve bütünlüğü berhava edecek nice bubi tuzakları önümüzde kurulu. Temel değerlerin çoğu zihniyet açısından insanımızı bölecek biçimde kullanılıyor. Farklılıklarımızı zenginlik kabul etmemiz şart; aksi halde imparatorluk mirasçısı bir ülke olarak çok zorlanırız. Giyim-kuşamımızdan yaz tatilini nasıl geçirdiğimize, mezun olduğumuz okula ve günlük hayatımızdaki alışkanlıklarımıza kadar pek çok özelliğimiz birer çatışma unsuru haline dönüştürüldü. Bizi tıknefes bıraktıracak olan bu yanlışlıkta ısrar edilmesidir.
Benzer bir durum, yetkisiz etki kullanımında da kendini belli ediyor. Türkiye gibi anayasal cumhuriyetlerde görev ve yetkiler yazılı kurallarla belirlenmiştir; devletin bütün birimleri anayasanın kendileri için belirlediği alanda yetki uygularlar. Kimse, hiçbir kurum, anayasanın kendisine vermediği bir yetkiyi, gerekçe ne olursa olsun, kullanamaz. Türkiye, henüz, “Ya kullanmaya kalkarsa?” sorusunun cevabını veremediği için de sıkıntı yaşıyor.
Türkiye’de askerleri etkisiz hale getirmek, üniter yapıyı ortadan kaldırmak isteyen kişiler ve gruplar herhalde vardır. O kişi ve grupların istedikleri sonuca ulaşabilmeleri, ancak daha gerçekçi sıkıntıların üstesinden gelinmemesiyle söz konusu olabilir. Ekonomisi sağlam, vatandaşlarını iyi eğitmiş, terörü devre dışı bırakabilmiş, vatandaşlarının hiçbir ayrımcılığa uğramadan özgürlüklerini en geniş biçimde kullanabildiği bir ülke asla bölünemez.
Türkiye doğru yolda ilerliyor; karamsar olmak için bir sebep yok.
Yeni Şafak, 27 Ağustos 2006
|
Fehmi KORU
28.08.2006
|
|
|
’Giden Komutan’a dair |
“Giden Komutan”ın arkasından “Gitti de gitti” diye ağlaşanlara soruyorum:
“Giden komutan”, görev yaptığı süre içinde, laiklik konusunda bir duyarlılık zaafı mı gösterdi?
Bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat’ın idam fermanını mı çıkardı?
Devam edelim:
“Giden komutan”, sakallılara şefkat mi sergiledi? Orduevlerine giriş genelgesini mi değiştirdi? Akreditasyon uygulamasında bir esneme mi sağladı?
Siyasi konuları tümüyle sivil siyasete bırakıp, bütün enerjisini güvenlik konularına mı yoğunlaştırdı?
Hani “Demokrat komutan” falan diyorsunuz ya...
Söyler misiniz? “Paşa”, başında bulunduğu kurumsal yapıda, hangi radikal çizgi kaymasını yaratarak bu sıfatı almayı kazanmaya hak kazandı?
Yoksa...
“Sert çıkmadı, yumruğunu masaya vurmadı, kodu mu oturtmadı! Daha ne olsun?” mu diyorsunuz.
Eğer bu kafadaysanız...
Yani bütün geleneğe olduğu gibi sahip çıkan ancak üslubu kendinden öncekilere göre biraz daha yumuşak olan bir genelkurmay başkanı, sizi bu kadar heyecanlandırıyorsa...
Yani... “Yaşasın sert değildi! Yaşasın masaya vurmadı! Yaşasın kodu mu oturtmadı!” diye bu kadar sevindirik oluyorsanız...
Bilin ki: “Giden” ile ağlamak, “Gelen” ile dövünmek kaderiniz olacaktır.
* * *
Tamam, “Giden Komutan”ın insana itimat telkin eden bir duruşu vardı.
Tamam, “Giden Komutan”, hakikaten yetkin ve gösterişsiz bir askerdi.
Tamam, “Giden Komutan”, üslupsuz değildi, entrikacı olmadı.
Bütün bunlara tamam...
Ama...
Sırf üslup sahibi diye, “Giden Komutan”ın arkasından, “Sen ne demokrat komutanımızdın Özkök Paşa” diye mersiye okumak da neyin nesidir?
Yani demem o ki:
Bu kadar heyecanlanmayın! Abartmayın! Kendinizi kaptırmayın!
Unutmayın:
Mesele kişilerin üsluptaki yumuşaklığı değildir, kurumsal yapıdaki demokratikleşmedir.
Hürriyet, 27 Ağustos 2006
|
Ahmet HAKAN
28.08.2006
|
|
|
Büyükanıt’ı yadırgadım |
Kara Kuvvetleri Komutanlığındaki değişim törenini dikkatle izledim. Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı Diyarbakır bölge komutanlığı sırasında tanımıştım. Güneydoğu’nun ve terörle mücadelenin siyasiler tarafından askere ihale edildiği o dönemde, “Terörizmle mücadele sadece askeri bir mücadele değildir. Siyasi boyutu da vardır. Siyasiler üzerlerine düşeni yapmalı” diyen çok az kişiden biriydi. Terörle mücadelede uzman bir ekip ile yeni görevine başlarken, daha az siyasi mesaj verebilirdi.
Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkisizleştirilmek istendiğini söylemesini yadırgadım.
Türkiye’nin demokratikleşmesi, ordunun siyasetten elini çekmesi TSK’nın etkisizleştirilmesi anlamına gelir mi? Demokrasi halkın gücünü sağlamlaştırır, rejimin gerçek garantisi de budur.
Komutanların, sadece cumhurbaşkanını muhatap alarak başbakan ve bakanları dışlamalarını da, AKP politikalarını ne kadar eleştirirsem eleştireyim, doğru bulmadım. Ben seçmemiş olsam bile halkın temsilcisi olarak o davette hazır bulunan başbakanın muhatap alınmamasını iyi karşılamadım. Devlet kurumlarının zirvelerine hákim olan bu zıtlaşma üslubu, vatandaş olarak beni tedirgin ediyor.
Cumhurbaşkanı Sezer’in, Meclis’teki tartışmayı beklemeden Türk askerinin Lübnan’a gitmesini istemediğini açıklaması gibi. Konuşmadan önce en çok düşünen cumhurbaşkanı sıfatına hak kazanan Sezer’in, böylesine kritik bir tartışmaya apar topar neden ağırlık koyma ihtiyacı duyduğunu da anlamadım.
Bana mı öyle gelmeye başladı yoksa gerçekten her şey iyice tuhaflaştı mı?
Hürriyet, 27 Ağustos 2006
|
Ferai TINÇ
28.08.2006
|
|
|
Yeni bir dönemin işaretleri |
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki devir teslim töreni, Özkök döneminin kapandığının resmi açıklaması şeklinde oldu.
Askerin sadece kendi alanıyla ilgili konularda açıklama yapmasını isteyen, görev süresinde bu konuda başarılı da olan Özkök’ün ayrılmasıyla eski döneme dönüş çabalarına tanık olacağız.
Devir-teslim töreninde yapılan açıklamalar bunun göstergesiydi.
Cumhurbaşkanığı seçimine doğru Silahlı Kuvvetlerin Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevine ilişkin açıklamalarının artacağını göreceğimizin ilk işareti bir konuşmalardı bence.
İç siyasi mülahazalarla Avrupa Birliği sürecini arka plana itenlerin çok pişman olacağı bir döneme giriyoruz gibi geliyor bana.
Umarım yanılıyorumdur.
Sabah, 27 Ağustos 2006
|
Ergun BABAHAN
28.08.2006
|
|
|
Neden Somali’ye asker gönderdik? |
Lübnan’a asker göndermeye Cumhurbaşkanı Sezer de karşıymış.
Şöyle diyor:
“Başkalarının ulusal çıkarını korumak zorunda değiliz. Biz iç güvenliğimizi sağlayalım, o yeterli. Kendi sorunlarımız varken başkalarının sorunlarıyla uğraşılmaz değil ama bunda ulusal yarar görmüyorum.”
İyi güzel de...
Madem “Başkalarının ulusal çıkarlarını korumak zorunda değiliz”, o halde neden Somali’ye asker gönderdik? Bosna’da ne işimiz vardı?
Kosova’da Mehmetçik kimin çıkarını korudu?
Peki Afganistan’a neden asker gönderdik?
Ya da şöyle soralım:
Somali, Afganistan, Kosova ve Bosna’ya asker göndermek ulusal yararlara uygun da Lübnan’a asker göndermek mi uygun değil?
İyi ama neden?
Keşke Cumhurbaşkanı Sezer bu sorulara bir yanıt verse...
Hürriyet, 27 Ağustos 2006
|
Ahmet HAKAN
28.08.2006
|
|
|
Püf noktası |
Acaba kadın bilinçlendikçe teşhir duygusu da artıyor mu?
Başka bazıları ise kadının bilinçlendikçe örtündüğünü iddia ediyor.
(...)O nedenle şuna inanıyorum:
Bu çağın en büyük mücadelesi, inanç ile kadın arasında olacak.
Hürriyet, 27 Ağustos 2006
|
Ertuğrul ÖZKÖK
28.08.2006
|
|
|
|