|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
İnkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. İmân eden ve güzel işler yapanların hakkı ise günahlarından bağışlanma ve pek büyük bir mükâfattır.
Fâtır Sûresi: 7
|
19.08.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki Kâbe’yi yedi defa tavaf eder ve iki rek'ât namaz kılarsa bir köle azad etmiş gibi olur.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3688
|
19.08.2006
|
|
Bediüzzaman’ın savaş ahlâkı -2-
—Dünden devam—
Bir müddet sonra, Ruslar, Van ve Muş tarafını istilâ edip, üç fırka ile Bitlis’e hücum ettiği sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman’a, “Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz,” dediler.
Bediüzzaman onlara, “Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çoçukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört beş gün mukavemete mecburuz,” demesi üzerine; onlar, “Muş’un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur” dediler.
Bediüzzaman, “Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm,” diyerek üç yüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takip eden bir alay Rus Kazağına kendi muhbirleri, “Bitlis’i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhur Mûsa Bey bin kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar” diyerek, pek ziyade mübalâğa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bediüzzaman da, beraberindeki üç yüz gönüllüyü rast geldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis’e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis’e gelmesini temin eder. O toplarla, üç-dört gün, asker ve gönüllüler düşmana mukabele edip, bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.
Bediüzzaman, o harbde, gönüllülere cesaret vermek için, sipere girmeyerek, avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve rûhuna ilişir ki, “Şu anda şehit olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın, mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk mânâsı olmasın” diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir.HAŞİYE
HAŞİYE:
İşte, muharebenin şiddetli ânında, hayat-memat meselesi vaktinde “Benim zahiren kahramanlık gibi görünen bu vaziyetim hakîki ihlâsa aykırı olmasın?” diye düşünmesi, kemâlât-ı insaniyenin bir misalidir, denilebilir. Meydan-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde, talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu sûretle cesaret-i îmaniye ve şehamet-i İslamiyeyi en âlâ bir derecede, bir kumandan mânâsıyla îfa ederken, rûhunda ve niyetinde en alî ve safî bir mertebe-i kemal olan sırr-ı ihlâsı kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi, onun zahiren takdire şâyân hizmet-i dîniyesi, fedakârâne mücahedesi kadar, belki daha ziyade, rûhunun kemaline de delâlet eder.
İşte, Molla Said bütün hayatının şehadetiyle gerçi beyne’l-İslâm “Bediüzzaman”, “Sahibüzzaman”, “Fahrüddeveran”, “Fatînülasır” ünvanlarıyla yâd edilmiş; fakat bu, hiçbir zaman hakîkatsiz ve bir sözden ibaret değildir. Risâle-i Nur ile yaptığı muazzam hizmet-i îmaniye ve Kur’âniyesi ve teşkil ettiği hamiyet-i dîniye ile serfiraz milyonlar fedakâr talebelerin kudsî şahs-ı manevîsi, bir şahid-i sadık ve bir delil-i katîdir.
Tarihçe-i Hayat, s. 99
|
Bediüzzaman Said NURSİ
19.08.2006
|
|
Arzîlik ve ârızîlik
Dünya hayatının nizamını tevhid eksenli vahyin ışığı altında oluşturmaya bedel, kafa fenerini asıl alan beşerî sistemleri kapsayan “arzîlik” meselesi, bırakınız ehl-i dünyaya, ehl-i ahirete bile dünyevîlik-bünyevîlik ikileminde ciddî bir “kırılma noktası” yaşatmakta.
Burada dikkatleri çeken önemli bir husus vahy-i semavînin de, beşerî sistemlerin de odak noktasının “insan” olması. Ancak bakış açıları farklı olduğundan birinden bünyevîlik, diğerinden dünyevîlik meyvesi hâsıl olmuştur. Bizim ferd olarak “kırılma noktası”nın neresinde olduğumuz ise “İnsan nedir?” sorusuna yüklediğimiz mânâda saklı olduğu kanaatindeyim.
Sahi nedir insan? Et ve kemik yığınından ibaret bir varlık mı? Yoksa ebede namzed duygularıyla huzura koşmak isteyen bir mevcud mu? Sonra, insanın bütün varoluş sebebi bu dünya hayatı mı? Öyle ise ölüm neden? Gidiş nereye? Düğümü çözecek ve hakikate bir adım daha yaklaştıracak sorular yumağı...
İnsanı, “kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi” olarak tanımlar Said Nursî. Yine onun diliyle, insan “Kâinat Sultanı’nın esmâsına mazhar en geniş âyine”dir. Acaba diyorum Sultan-ı Ezelî’nin üzerimizde tecellî eden isimlerini okuyamayışımızdan ve kâinat ağacının bir meyvesi olduğumuzu kavrayamayışımızdan mı kaynaklanıyor dünyevîce hayatlarımız?
Oysa kâinat bir kitaptı. Kur’ân ve Peygamberimiz (asm) ile birlikte Cenâb-ı Hakk’ı bize tanıtan üç küllî muarriften biriydi. Allah’ın bir san’atı ve eseri olan kâinatın bir tefsiri Kur’ân. Kur’ân’ın bir tefsiri ise Hz. Muhammed (a.s.m) idi. Ve Hâkim-i Hakîm’in Kur’ân kitabına koyduğu şeriatla, kâinat kitabına koyduğu şeriat paralellik arz ediyordu. İnsan ise bu küllî düsturları fark edemediğinde dünyayı üçüncü yüzüne indirgiyor ve “arz” ediyordu.
“Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz” diyordu meselâ Kur’ân. Sâni-i Zülcelâl, ism-i Hakîm’in muktezasıyla kâinat kitabında da “en hafif sûret”i, “en kısa yol”u, “en kolay tarz”ı, “en faideli şekl”i takip ediyordu. Demek israf, abesiyet, faidesizlik “fıtrat”ta yoktu. Ve bu kavramlar ism-i Hakîm’in zıttıydı. İktisat ise onun lâzımıydı. Oysa bugünkü çağdaş ekonominin temeli menfaate, tüketime, israfa dayalıydı. Arzî düşünceye sahip insanlar, bütün kâinatın bir düstur-u esâsîsi olan “iktisat”ı yapmadığından ârızîleşiyordu.
Gerçekten insan, Kur’ân ve kâinat okumalarını yap(a)madığında “arzî”leşiyor ve “ârızî”leşiyordu.
Bu da ciddî bir esmâ tâlimi eksikliğini ortaya koyuyordu ahirzaman insanının. Kâinat kitabını tahkik gözüyle incelediğimizde, Allah’ın tasarrufunun her an devam ettiğini ve her bir mevcudun Onun isimlerine âyine olduğunu müşâhede ederiz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bütün kâinatın hakikatı, Esma-i İlâhiyeye istinad eder. Ve bakıp da görebilen gözler için “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlâhiyedir.”
Bu ifadeleri kâinattan delillendirecek olursak; meselâ bir çiçek, filizlenip, ağaç olup, çiçek açıp meyve verir. Bu süreçte bir hareket, bir amaç, bir kast vardır. Harekete bağlamak bir “irade”nin neticesidir. Süreçteki amaç, bir plan ve programı; mükemmeliyet ise “ilim ve hikmet”i nazarlara sunar. Ve artık tohum “Fettah” ismiyle açılacak, “Hayy” ismiyle canlılık kazanacak, “Müzeyyin” ismiyle süslenecek, “Mülevvin” ismiyle renklenecek, “Mukaddir” ismiyle kendisine takdir edilen kıvamı alacak ve hakezâ...
Kâinat kitabını böylesine inceleyerek okumak “Sâniin azametini zihinlerde tesbit”i netice verecek, “Kudretin zıttı olan acz, o kudreti istilzam eden Zâta, bilbedâhe ârız olamaz” hakikatini zihinlere nakşedecektir. Belki de Said Nursî’nin “Esmâ talimleri”ni bu denli önceliyor ve inceliyor olması,
zihin toprağına ekilen fikir çiçeklerini arzî bir düşünce suyuyla değil, tevhid yağmurlarıyla sulama çabalarından ileri geliyordur. Yirmi Dördüncü Söz, Tabiat Risâlesi, Otuz ikinci Söz, Pencereler, bu nazarla okunduğunda, Bediüzzaman’ın, tabiatperestliğin karşısında Tevhid’in, arzîliğin karşısında semâvîliğin temsilciliğini yapmakta olduğu daha bir berraklık kazanmakta.
Yazımızın başındaki “kırılma noktası”na dönecek olursak, zamanın keşmekeşliği insana tam bir “kuşatılmış” hâli yaşattığı da bir gerçek. Bu bağlamda nefsin hileleri, dünya malına olan tamâ, riyâkârlık, menfaat kavramları ahirzaman insanlarına bir taraftan yeni kırılma noktaları yaşatırken diğer taraftan da kuşatılmışlık çemberinin merkezine doğru çekmektedir. Yine bu kuşatılmışlık hâlidir ki zamanın içtihatlarını üç nokta-i nazardan arzîleştirmiştir.
Bunlardan birincisini “Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır” diyerek vurgular Said Nursî İçtihat Risâlesinde. Yani ibadetleri yapmamızdaki asıl maksat “emr-i İlâhî” ve “rıza-i İlâhî”dir. Diğer hikmetler ikinci, üçüncü derecede ancak teşvik için olabilir. Bu zamanın nazarı ise, hikmeti illet (asıl
amaç) yerine ikame edip, ona göre hükmettiğinden arzîdir dolayısıyla ârızîdir.
Bu zaman insanlarının nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor olması içtihadı arzîleştiren ikinci sebepdir Said Nursî’nin gözünde. Hâlbuki semavî olan şeriat, evvelâ saadet-i uhreviyeye bakmaktadır.
Ve üçüncü olarak Said Nursî, “Zaruret haramı helâl kılar” prensibinin umumî olmadığını, ancak zaruretin haram yolla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verebileceğini zikreder. Hâlbuki şu zamanda zaruret derecesine gelmiş çok fiil var ki, sû-i ihtiyardan, gayrimeşrû meyillerden ve haram muamelelerden meydana gelmektedir.
Kısacası Asr-ı Saadetten günümüze doğru gelindikçe semavîlikten arzîliğe doğru bir kayma yaşanmakta olduğu bir vakıadır. Diğer bir vakıa ise semavîliğin en dar daire olan kalpte başladığı gerçeği. Arz ise kalbe göre çok geniş bir daireyi ifade etmekte. Arzîlikten kaçış noktası kalp merkezli bünyevîleşme modelinde saklı olsa gerek.
Bunu da inşaallah bir sonraki yazımızda ele almaya çalışalım.
|
Seyfeddin GÜLTEKİN
19.08.2006
|
|
Bediüzzaman 11 ay hapse mahkûm edilir
25 Nisan 1935 tarihinde Nur talebelerinin bir kısmı, evlerinden ve işlerinden alınarak tutuklanırlar. İki gün sonra da Isparta’da bulunan Bediüzzaman ve diğer talebeleri tevkif edilerek Eskişehir’e sevk edilir.
Yüz yirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid altına alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler yapılır. Onca işkenceye rağmen, İsm-i Azam Risâlesi olan Otuzuncu Lem’a ve Tevhid’in derin sırlarından bahseden Birinci ve İkinci Şuâları telif eder. Bu arada bir çok mahpus, Bediüzzaman Hazretleri sayesinde tevbe ederek mütedeyyin hale gelir.
Eskişehir mahkemesinde uzun müdafaalar yapan Bediüzzaman’ın bu müdafaaları, Lem’alar isimli eserinin 27. Lem’a’sını teşkil etmektedir. Tarihçe-i Hayat’ta yayınlanmıştır. Aşağıya bu müfaalardan bir bölüm alıyoruz:
“Hükûmet ele bakar ve zahire dikkat eder; kalbe bakmak, gizli ve husûsi işlere bakmak hakkı yoktur. Ki, herkes, kalbinde ve hanesinde istediğini yapabilir ve padişahları zemmeder, beğenmez.
“Ezcümle: Yedi sene evvel—daha yeni ezan çıkmadan—bir kısım memurlar sarığıma, hem husûsi, Şafiîce ibadetime müdahale etmek istemelerine mukabil, bir kısa risâle yazıldı. Bir zaman sonra yeni ezan çıktı; ben o risâleyi mahrem dedim, intişarını menettim. Hem, ezcümle, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa’dan gelen îtiraza karşı bir cevap yazmıştım. Bundan bir sene evvel, eski matbû risâlelerimden alınan ve ‘On Yedinci Lem’a’ namındaki risâlenin bir meselesi olarak kaydedilmiş ve sonra ‘Yirmi Dördüncü Lem’a’ ismini alan kısacık Tesettür Risâlesi, ilerideki kanunlara temas etmemek için, o Tesettür Risâlesi’ni setrettim. Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o risâle, medeniyetin, Kur’ân’ın âyetine ettiği îtiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz.” (s. 196)
Uzun müdafaalardan sonra, nihayet mahkeme neticelenir, Bediüzzaman Hazretleri 19 Ağustos 1935 tarihinde, daha önceden yazmış olduğu Tesettür Risâlesi’nden dolayı kendisi on bir ay, arkadaşlarından on beş kişi ise altışar ay ‘kanaat-i vicdaniye’ ile hapse mahkûm edilir. Bu keyfî ve yersiz karara Bediüzzaman îtiraz etmiş ve bu cezanın bir beygir hırsızına veya bir kız kaçırıcısına lâyık olduğunu belirterek, kendisinin ya beraetine, îdamına veyahut yüz bir sene hapse mahkûmiyetine hükmedilmesini ısrarla istemiştir.
Tarihçe-i Hayat’ta mahkûmiyetinin sebebini kendi ifadesiyle şöyle anlatır: “Eskişehir Mahkemesi tesettür-ü nisâ hakkında bir küçük risâlenin birtek meselesini, belki bu gelen cümleyi, ‘Mesmuâtıma göre, merkez-i hükûmette, bir kundura boyacısı, çarşı içinde, bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip, o acîb edepsizliği yapması, tesettür aleyhinde olanın hayâsız yüzüne şamar vuruyor’ diye eskiden yazılmış cümle sebebiyle, bir sene bana ve yüz yirmi adamdan on beş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler.” (s. 493)
|
19.08.2006
|
|
Delâili'n-Nur
Çağırmasıyla ağaçların yanına geldiği, duâsıyla süratle yağmurun yağdığı, bulutun kendisini sıcaklıktan koruduğu, bir kilelik yiyeceğinden yüzlerce adamın doyduğu, parmakları arasından suyun üç defa Kevser gibi kaynayıp çıktığı, avuçlarında toprak ve çakıl taşlarının tesbih ettiği, Allah’ın onun için keleri, ceylanı, kurdu, kuru hurma dalını, koyun paçasını, deveyi, dağı, taşı ve ağacı konuşturduğu Efendimiz, en şereflimiz ve şefaatçımız olan Hz. Muhammed’e salât ve selâm olsun. Milyon salât, milyon selâm sana olsun, ey Allah’ın vahyinin emini!
|
19.08.2006
|
|
Âlem-i İslâm, Risâle-i Nur gibi bir eseri bekliyordu
Bediüzzaman’ın öyle bir ilim ve sıfata mâlik olduğuna en mûteber ve en birinci ve en hakikî delilimiz, Bediüzzaman Said Nursî’dir. Kimin şüphesi varsa, Risâle-i Nur’u okusun. Evet, biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakâik-ı uzmâyı, bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşâ ve ilân ediyoruz. Evet, bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insâniyet, Risâle-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.
|
19.08.2006
|
|
Sırat-ı müstakîm, istikamet
Hem, ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakîmde, istikamettedir. Meselâ, kuvve-i akliye hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat ve tefritle muzır bir cerbezeye ve belâlı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.
Ve kuvve-i gadabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer, istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker.
Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezetten mahrumiyete düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker.
İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin bütün yollarında, istikamet en faydalı ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakim kaybedilse, o yollar pek belâlı ve uzun ve zararlı olur.
Şuâlar, s. 532
|
19.08.2006
|
|
Müşriklere Kur’ân dinleten sahabe
Bir gün Ashab-ı Kiram toplanıp sohbet ettikleri sırada, içlerinden birisi, “Vallahi Kureyş hâlâ şu Kur’ân’ı, birinin açıktan okuduğunu işitmedi. Hangi babayiğit bunu onlara işittirecek?” dedi.
Abdullah İbni Mesut (r.a.) atıldı: “Ben dinletirim,” dedi.
Ashap, “Sana kötülük yaparlar. Biz daha ziyade geride aşireti olan ve bu aşireti tarafından kötülük yapmak isteyenlere karşı korunacak olan birini kastettik!” dediler.
Fakat Ibni Mesut (r.a.) tekrar, “Bana müsaade edin, Allah beni koruyacaktır!” dedi.
İbni Mesut (r.a.) ertesi gün kuşluk sıralarında Beytullaha geldi. Kureyş de orada grup grup oturmaktaydı. İbni Mesut (r.a.) yanlarına dikilip yüksek sesle, “Bismillahirrahmanirrahim. Er-Rahman, Alleme’l-Kur’ân. Halaka’l-İnsan. Allemehü’l-Beyan...” diye Rahman Sûresini okumaya başladı.
Müşrikler birbirlerine şaşkınlıkla bakıştılar: “Bu adam ne diyor?” dediler.
İbni Mesut (r.a.) okumaya devam etti. Müşrikler, birbirlerini saldırıya davet etmekte gecikmediler: “Duymuyor musunuz, Muhammed’in getirdiği şeyden okuyor” diye bağırıştılar.
Derhal kalktılar ve İbni Mesut’un (r.a.) yüzüne yüzüne vurmaya başladılar. İbni Mesut ise durmadan okuyordu.
Darbeler ağırlaşınca İbni Mesut (r.a.) müşriklerden kurtulup sahabelerin yanına kaçtı. Darbeler yüzünde iz bırakmıştı. Sahabeler, “İşte hakkında korktuğumuz şey bu idi!” dediler. İbni Mesut (r.a.), “Allah düşmanları, şu andaki kadar nazarımda küçülmemişlerdi. Dilerseniz yarın aynısını tekrar edeyim!” dedi.
Sahabeler (r.a.), “Bu kadarı yeter. Onlara hoşlanmadıkları şeyi dinlettin. Tebliğini yaptın!” dediler.
(Kütüb-ü Sitte, 12/ 4444.)
|
Süleyman KÖSMENE
19.08.2006
|
|
|
|