|
|
Ortadoğu'da dengeler değişiyor
Ortadoğu’da iplerin, ABD sayesinde İsrail'in elinde olduğu malûm. Her fitnenin içinde onlar var. Oraya olan ilginin de petrolden kaynaklandığını herkes biliyor.
Bu bilgiyi ilk defa Bush da ağzından kaçırarak tasdik etmiş oldu. “Irak’tan çekilirsek teröristler petrolü silâh olarak kullanır” demiş. Demek petrolün kontrolünü ele geçirmek içinmiş bunca zahmet(!)
“BOP’un hayata geçirilmesi, demokrasinin o bölgeye yerleştirilmesi” açıklamalarının altında yatan asıl neden buymuş. Biz biliyorduk da–bilmeyenler veya bilmek istemeyenler için—en üst düzeyde birinin ağzından duymak önemli.
20 Mart’tan bugüne Ortadoğu’da dengeler hayli değişti. Mücadele edenler zafere ulaşıyor. Çalışan kazanıyor. Fedakârlık eden maksuda ulaşıyor. Bu anlamda Şiilerin durumu gayet ibret verici.
Şii yönetimindeki İran, nükleer enerjisine kavuşuyor; Irak, Sünni Arapların yönetiminden çıkıp Şiilerle Kürt liderlerin yönetimine geçmiş bulunuyor. Lübnan’ın yönetimini Sünni Arap olan Suriye kaybederken, Şiilerin oluşturduğu Hizbullah ele geçiriyor. Özellikle güvenlik alanında tek güç haline gelmiş.
Onlar bunu hak ediyor. Çünkü, gayretliler, çalışıyorlar, fedailik yapıyorlar. Canları ile kanları ile destan yazıyorlar.
Ortadoğu’da işler satranç oyunu gibi yürüyor, fakat bir farkla, kimin mat olduğu anlaşılmıyor.
Sanırsınız her şey bitti, bütün ipler ABD’nin ve onun arka plan yöneticisi İsrail'in eline geçti, fakat sonuca baktığınızda durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor.
Gizli bir güç, bütün planları altüst ediyor. Fitnelerini başlarına yıkıyor. Yok oldu, bitti sanılan Müslümanlar bir şekilde, bir yerlerden ortaya çıkıveriyor. Ecdatlarının torunları olduklarını gösteriyorlar.
Bu durum gelecek için de ümit verici.
Orada, Ortadoğu’da daha çok destan yazılacak. Daha çok galibiyetler sağlanacak. Plan üstüne plan yapanlar, daha çok şaşıracak. Çünkü, her zaman olduğu gibi Kader-i Ezelî hükmünü icra edecek.
Varsın kısa bir dönem petrolü ABD alsın götürsün, varsın İsrail “dengesiz güç” kullanarak geleceklerini garanti altına aldığını sansın. Onlar geçici ve kendilerine de faydası olmayacak işgal planlarını, hile çarklarını çevirip dursun.
Zaman Müslümanların lehine işliyor. Eğitim alıyorlar, pişiyorlar, adeta çekirdekten yetişiyorlar. Dünyanın en güçlü ve eğitimli zalim insanları ile karşı karşıyalar. Onların hile ve tuzaklarından ders alıyorlar.
Bir gün aldıkları bu eğitimi—dinleri ve dünyaları için—onlara karşı kullanmaya başlayacaklar. İşte, o zaman “kendini yeryüzünün hâkimi” sananlar bakalım nereye kaçacak ve nereye sığınacak?
Bir farkla, Müslümanların yönetiminde kan olmayacak, gözyaşı olmayacak, hele çocuklara hiçbir şey olmayacak, şahane serbest olacaklar.
Yahudiler dahi gelip Müslümanların yönetimine—tarihte olduğu gibi—girmek isteyecekler. O günler yakındır!..
“Mevlâ görelim neyler!.. Neylerse güzel eyler!..”
|
Nurettin HAYAT
19.08.2006
|
|
Huzur helâl kazançta
Edirne’de 11 yıl önce Milli Piyango’dan büyük ikramiyeyi kazanan 40 yaşındaki Ayhan Yalçınkaya, zengin olduktan sonra bıraktığı devlet memurluğuna dönmeye çalışıyor. Parayı bulunca hayatının değiştiğini belirten Ayhan Yalçınkaya, huzurunun bozulduğunu, kötü günler geçirdiğini ve Milli Piyango bileti aldığı için pişman olduğunu söyledi.
Bir anda zengin olmasına rağmen paranın çabuk tükendiğini belirten Aydın Yalçınkaya, “Eskiden daha güzel bir hayatım vardı. Dostlarımı kaybettim. Devlet memurluğuna devam etseydim param olmayacaktı, ama huzur olacaktı. O zaman çok mutluydum. Şimdi bütün dostlarımı kaybettim. Devlet memurluğuna geri dönmek istiyorum. Ticaret hayatından bıktım. Sürekli inişler çıkışlar yaşıyorum. Çalışma bakanlığına dilekçe verdim. Burdan herkese sesleniyorum para her şey değildir. İnsanın etrafından ne dost ne de tutunacak dal kalıyor. (09.08.2006 Hürriyet)
Milli Piyango’nun 1990 yılbaşı çekilişinde 1 milyar 250 milyon lira kazanan Adanalı Cem Postacı, paranın kendisine aradığı huzuru vermediğini söylüyor. 1996’da oğlunu trafik kazasında kaybeden Postacı, “Talih kuşu bize huzur değil, felâket getirdi.” diyor. Oğlunu kaybettikten sonra bir daha bilet almamaya karar veren talihli, kendisine çıkan paranın hayırlı olmadığını dile getiriyor. Kazandığı ikramiyeyle emlak işine giren Postacı, bir süre sonra iflâs etmiş. O gün kazandığı para, bugün 125 bin dolara tekabül eden Postacı, bir zamanlar Mercedes’e biniyormuş. Ancak şu an kullandığı Serçe markalı otomobili ekonomik sıkıntılar sebebiyle satmaya karar vermiş. İşlerinin bir dönem çok iyi gittiğini, hiç tanımadığı kişilerin akraba olarak karşısına çıktığını anlatan Postacı, şimdi kimsenin kendisine yardıma yanaşmadığını vurguluyor. Postacı, başına ne geldiyse Piyango’dan kaynaklandığını düşünüyor ve ekliyor: “Para mutluluk getirmiyor. Yuvam dağıldı, toparlamak için varımı yoğumu harcadım. Eşim beni terk etti. Şimdi bir Serçe marka otomobilim, bir evim ve emekli maaşım var. Keşke bilet almasaydım da o para da çıkmasaydı.”
İkramiye kazananlardan biri de Hatay’da oturan Orhan Ulusoy. 1984 yılında aldığı bilete 7 milyon lira isabet eden Ulusoy’un huzur içindeki hayatı ancak 3 sene sürmüş. İşleri ters gittiği için iflâs eden Ulusoy’un bir kızı evi terk etmiş. Oto yedek parça dükkânı bulunan ve minibüsçülükle uğraşan Ulusoy, paranın eline geçmesiyle kendisinden para isteyenlerin sayısının da arttığını ifade ediyor. Otomobil alan, yeni bir ev yaptıran Ulusoy, daha sonra şansını tarımsal faaliyetlerde denemiş. Çıkan parayı soğan ve fasulye ekimine harcayan Ulusoy, üst üste üç yıl istediği kazancı elde edemeyince iflâs etmiş. 4’ü erkek 8 çocuk babası olduğunu dile getiren Ulusoy, “Hiç rahat bir yaşantım olmadı. Bir arkadaşım, ‘Bu para sana felâket getirir.’ demişti. Dediği çıktı. Bir kızım evi terk etmişti. Uzun aramalardan sonra buldum. Bana para çıktığını duyanlar hep maddî beklenti içinde oldu. En yakınımdan en uzaktakilere kadar hep bir şeyler bekliyorlardı. Başlangıçta psikolojim altüst olmuştu.” diyor. Paranın çıkmasından sonra mesleğinden ayrıldığını anlatan Ulusoy, “Bugün geriye dönüp baktığımda işime devam etseydim daha iyi olurdu dediğim oluyor.” şeklinde hayıflanıyor. (26 Aralık 2005 Zaman)
Örnekler çoğaltılabilir… Sonuç aynı. Ver Allah’ım ver, kulun haram helâl demez yer! Haydan gelen huya gider. Giderken de huzuru, mutluluğu, sağlığı sıhhati alır götürür.
Ölçü ne olmalıdır Kâinatın Efendisini dinleyelim (asm), “Kazancın hangisi en iyi ve temiz olanıdır” şeklindeki sorulan bir soruya, “Kişinin el emeği ve aldatma bulunmayan meşrû ticaret ile elde edilen kazançtır” cevabını vermiştir. Bir başka hadislerinde ise “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir” buyurmuştur.
İslâm, kazanç elde etme konusunda önemli bir ilke olan meşrûiyet prensibini esas alarak; hırsızlık, gasp, faiz, kumar, rüşvet ve şans oyunları; kamu mallarını zimmete geçirmek, her türlü yolsuzluk, hileli alış veriş, müşteriye birinci kalite diye ikinci kalite mal vermek, eksik tartıp ölçmek, malı fâhiş fiyatla satmak, işçi ve memurun görevini ihmal ve terk etmesi, iş verenin çalışanlara hak ettiği ücretlerini, devlete vergisini, fakire zekâtını vermeden ve kalitesiz mal üretip pahalıya satarak elde ettiği servet gibi gayrı meşrû kazancı yasaklamıştır.
Haram kazanç kolay harcanır, nasıl bittiğini anlamazsın. Helâl kazanç kolayca harcanamaz, birtakım gereksiz şeyler ihtiyaç olarak görülüp de müsrifçe para kullanma sorumsuzluğuna yönelinemez. Bilhassa böyle günlerde. Çünkü helal kazanç çok zor elde ediliyor. Asla kolayca ele geçirilemiyor. Elbette zor elde edilen şeyler zor harcanacak, elden çıkarılırken defalarca düşünülüp tartılarak sarf edilecektir.
Sünnetten uzaklaşıp israfa dalmakla, ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaç sanıp bol harcamakla, insan haram kazanç yollarına girer. Çözüm, huzurlu ve mutlu bir hayat mı yaşamak istiyorsunuz? Haramdan uzak, israfsız ve iktisatlı bir hayat yaşayın.
*
Mevlânâ’dan öğütler
Ekmeğin zevkini, ancak aç kimse bilir; tok olan, o zevki, hiç bilmez! Ekmekçi dükkânındaki ekmeklerden dükkânın ne haberi vardır?
Ekmekçi aç olsaydı, ekmeği hiç satmazdı; seher rüzgârı gülün kıymetini bilseydi, onu saçıp dökmezdi!
|
Mehmet Abidin KARTAL
19.08.2006
|
|
Gençler geliyor..
Bu hafta yaşanan olaylar Türk futbolunun geleceği için olumlu sinyaller veriyor. Birçok takım artık bünyesinde genç futbolculara yer vermeye başladı. Üç büyüklere baktığımızda kadrolarında sadece pahalı ve tecrübeli futbolcular değil, genç ve yetenekli futbolcuları da görebiliyoruz. Açıkçası uzun zamandır beklediğimiz bir tabloydu bu.
Galatasaray bu işin öncülerinden diyebiliriz. Altyapısının oldukça iyi olması ve teknik hocaların cesur ve kararlı tavırları neticesinde Türk futboluna genç yaşta bir çok futbolcu armağan etmiştir. Bu sayede de takımlarının üst düzey başarılara imza atmasını sağlamışlardır. Bu gençlerin Türk futboluna sağladığı ve sağlayacağı katkıları düşünürsek ne kadar doğru bir karar verildiğini görebiliriz.
Fenerbahçe ise bu konuda geç açılmış bir ekip. Yeni teknik patron Zico genç futbolcular üzerinde oldukça etkili ve meyvesini toplamaya başladı bile. Türk futbolunda uzun süredir yaşanan defans bloğu eksikliğini kapatacak iki futbolcu yetişiyor. Can ve Kerim. Semih’i de unutmamak lazım. Gerçekten üst düzey bir santrfor. Topla çok iyi oynayan, topu iyi saklayan bir futbolcu. Bence Fatih Terim’in bu futbolcuya dikkat etmesi gerek.
Beşiktaş'ta ise teknik ekibin ısrarlarıyla alınan genç futbolcuların takıma faydasını izlemek gerçekten keyif verici. Bugün bir Burak, bir Serdar, bir Gökhan Güleç, bir Gökhan... Böyle futbolcuların hem Beşiktaş’a hem de Türk futboluna ihtiyacı var.
Bu işin neticesinde inşaallah bu futbolcular takımlarında oynamaya devam eder. Niye Türkiye’den dünyanın tanıyacağı bir Rooney, bir Fabregas, Bir Cristiano Ronaldo çıkmasın ki?
|
Mehmet ÜNVER
19.08.2006
|
|
Batıyoruz!
-052’den merkeze. 052’den merkeze. Beni duyuyor musun? Tamam.
-Merkezden 052’ye dinlemedeyim. Tamam.
-HARF gemisi kaptanı olarak konuşuyorum. Gemimiz su almakta. Yardım istiyorum. Tamam.
…
***
Evet haberlerden öğrendiğimiz kadarı ile HARF gemisi su almaktaymış. Kim bilir belki de siz bu yazıyı okurken HARF gemisi çoktan sular altına gömülmüş olacak. Şimdi düşünebilirsiniz ne olmuş yani HARF gemisi batıyorsa diye? Siz de haklısınız diyeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü bu konuda hak sahibi değilsiniz. HARF gemisinin batması demek, dünya üzerinde bulunan tüm alfabelere ait geminin batması demek. HARF gemisinin batması demek kelime kuramama, cümle kuramama, konuşamama, yazamama demek. Kısacası harflerin sular altına gömülmesi demek yaşanılmaz bir dünya demek.
Titanic faciasını hatırlayalım şimdi. Dünyanın en büyük ve en görkemli gemisi olan Titanic gemisini. Buzullara çarpması sonucu sular altına gömüldü. Normal bildiğimiz bir gemiydi Titanic. İstesek bir Titanic daha yapabiliriz tersanelerimizde ama HARF gemisini yapamayız. HARF gemimiz battı desek ve Titanic gibi filmini yapmak istesek de bunu başaramayız. Çünkü ortada harf kalmayacağı için kelime kuramayacağız, konuşamayacağız, senaryo yazamayacağız… Önceden yazılmış bir senaryoyu sessiz sinema olarak oynayacağız.
HARF gemimiz battı diyelim. Sevgiliye duyulan özlemi anlatamayacağız. Mektup yazamayacağız askerde anasından mektup bekleyen askere. Ağıtlar yakamayacağız ölenlerimize. Mezar taşları sadece taş olarak kalacak, üzerlerinde yazılı tek bir harf bile olmayacak. Naatlar öksüz, hikâyeler boynu bükük kalacak. Şairler bir tarafa, yazarlar bir tarafa dağılacak. Kimse konuşmayacak. Herkes dinleyecek ama konuşan kimse olmayacak. Bu sefer dinlerken doğayı hissedeceğiz. Ondaki cezbediciliği keşfedeceğiz. Kuşlar ötüşürken, kediler ‘Ya Rahîm’ diye mırıldanırken Yaradan’ı hissedip, her şeyde O’nu göreceğiz. Kulaklarımız O’nu duyacak. Şairler derin bir ‘Ah!’ çekecek. Harfler olsa da yazsak en güzel yazılarımızı. Bu zamana dek boşuna yazmışız beyhude acıları.
HARF gemisi batmak üzere ama kimsenin sesi çıkmıyor. Gemi batıyor. Son dakika haberleri o gemiden bahsediyor. Yetkili ağızlar açıklama yapmıyor. Herkes susuyor. Televizyon ekranlarından bazı harfler silinip gidiyor. Yoksa gemi yavaş yavaş batıyor ve kaybolan bu harfler de sulara gömülen harfler mi oluyor? Yetkili ağız, “ytkl ağz” oluyor. Yine de kimsenin sesi çıkmıyor derken anamın munis sesi beni çağırıyor ve o derin uykudan uyanıyorum. Yanı başımda duran kitabıma uzanıyorum ve harflerin yerli yerinde olduğunu görüyorum. Hemen kalkıp televizyonu açıyorum orada da durum aynı. Gazete alıyorum bayiden, dışarı pijamalarımla çıkarak. Gazetelerde de herhangi bir değişiklik yok. Eve gelip anamla konuşuyorum. Gördüğüm rüyayı ona da anlatıyorum. Cam kenarına geçip elime kitabımı aldıktan sonra arkama yaslanıp, batan HARF gemisinin inadına, kaybolan harflerin inadına şunları haykırıyorum:
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun… derken hiçbir harfi eksiltmiyorum.
|
Yavuz TOPALCI
19.08.2006
|
|
Profesör Thomas Naumann
Geçen aylarda Almanya’nın Siegen şehrindeki okuduğum üniversitede düzenlenen, Alman Profesör Naumann’ın ve Pakistan’dan misafir konuşmacı olarak dâvet edilen ilahiyatçı Prof. Rachid Chaemi’nin, “İslâm düşmanlığı ve Avrupa’nın korkusuna sebep olan historik ve teolojik sebepler” adlı konferansına profesörüm tarafından dâvet edilmiştim.
500 kişilik bir salonda, teoloji dalında uzmanlaşmış Profesör Bachmann sunuculuğunda düzenlenen konferansa, İslâm hakkında 15 tane proje başlatan, Almanya’nın Siegen şehrindeki üniversitemizde “Yabancı Din İslâm” başlığındaki semineri sunan Profesör Thomas Naumann ve Pakistan’dan Siegen’e dâvet edilen ilahiyatçı profesör konuşmacı olarak katıldı.
Konferansa başlamadan önce Müslüman perspektifinden konuya yönelik kısa bir giriş yapmam istenilmişti. Salonda 500’e yakın bu büyük topluluk, profesörler, doçentler, asistanlar ve bir takım üniversite öğrencisinden müteşekkil olmasına rağmen, benden hariç tek tesettürlü bir bayanın orada bulunmayışına bir hayli hayıflandım. Evet, gerçekten akademik yapısı pek sağlam olan oradaki insanları görünce, ehl-i iman olmamalarına rağmen, bilenlerin âleminin bir başka âlem olduğunu müşahade ettim. Gerçekten bir başka âlem, cehaletten o kadar uzak ki. Bir cehalet vardır, imanın zıddı ve küfrün müradifi olan cehalet. Bir başka cehalet vardır ki, o da ilmin zıddı, malayani meşguliyetlerle uğraşmanın ve Allah’ın herkese ihsan etmiş olduğu o kabiliyet yumağını zir-ü zeber etmenin adıdır.
Fark ettiğim birşey vardı ki, o da oraya gelmiş bulunan insanların bir şeyleri hedef olarak, amaç edinerek, araştırıp öğrenmek ve “hakikat” diye nitelendirdiğimiz gerçekleri çözebilme arzusu ile gelmiş olmalarıydı. Zira salondaki topluluğun ekseriyetini Katolik ve Evangelikler teşkil ediyordu. Buna rağmen konferans konusu büyük rağbet görmüştü. Ehl-i iman olmamalarına rağmen, büyük hedeflere göz dikmiş bu insanlar, bana gayr-i ihtiyarî eskilerin büyük bir filozofu olan Diyojen’i hatırlattı. Diyojen’in bir hikâyesi var: Bu büyük filozof gündüzleri elinde bir gece lambası ile dolaşmakla meşhurmuş. Neden böyle yaptığı sorulunca cevaben, “Ben adam arıyorum adam” demiş.
Konferansa henüz başlamadan önce benden istirham edilen kısa bir giriş konuşması yapmak üzere, Diyojen’in ifadesi ile adam gibi adamların karşısında konuşmanın getirdiği heyecan ve saygı ile kürsüye çıktım. Oradaki insanların hissiyâtını rencide etmeksizin, sözlerime olağanüstü dikkat ederek, Bediüzzaman’ın İslâm ve Hıristiyanlığın arasındaki ortak noktalara yönelik tesbitlerinden bahsettim.
Şunu itiraf etmeliyim ki, Üstadımın ismini kara tahtaya yazarken, hissiyatım galeyana gelircesine, gözlerim çakmak çakmak oldu. “Aziz Üstadım” diye haykırmak geldi içimden. “Büyük bir topluluk oturmuş, seni ilgi ve gıpta ile pür dikkat kesilmiş, dinliyor Üstadım... Gerçi nasıl dinlenilmezdi ki hakikat, nasıl musırrane mücadele edilirdi ki hakikat ile, edilse de nereye kadar edilirdi ki bu mücadele, asrın bediîsi konuşuyor, geri kalanlara lâl-ü ebkem olmak düşer...”
Konferansın açılış konuşmasını İngilizce dilinde yapmak üzere ilahiyatçı Profesör Rachid Chaemi kürsüye çıktı. İlginç tesbitlerde bulunan profesör, İslâm dininin bir asra değil, aksine asırlara, belli bir mekânın insanına değil, aksine farklı mekânların farklı insanlarına hitap ettiğini belirtirken, zaman geçtikçe Kur’ân’ın tazelendiğinden bahsetti. İslâm İslâm’dır, Arap veya Türk veya İran İslâmı diye bir şey yoktur. Kur’ân bütün insanlığa hitap etmek için gönderilmiştir diye izahda bulundu.
Daha sonra bir mü’minin hayatında dinin çok önemli bir rol oynaması gerektiğini ifade ederken, Müslümanlar için dinin hayattan tecrid edilip, pratikten uzak bir teori hüviyetine getirilebilmesinin mümkün olmadığını, aksine dinin Müslümanların güncel hayatlarının odak noktasında bulunması gerektiğini söyledi.
Daha sonra Müslüman-Hıristiyan diyaloğuna parmak basarak, bu iki farklı din mensuplarının arasında kurulması gereken ilişkinin ehemmiyetine dikkat çekerken, bu birliğin ve ittifakın her iki taraf için sıhhatli olacağını söyledi ve Avrupa gibi bir yerde İslâma tercümanlık yapması için dâvet edilmesinden dolayı olağanüstü mutlu olduğunu ifade etti.
Daha sonra konferansın asıl konuşmacısı olan teolog Prof. Thomas Naumann, Prof. Bachmann tarafından kürsüye dâvet edildi. Bu mütevazi ve insafperest adam çok duygusal bir giriş yaptı konuşmasına; kürsüye çıktığında, ayağa kalktı ve iki defa eğilirken şöyle konuştu: “Selamün aleyküm. 14 asır önce gelmiş ve dünyaya medeniyeti öğretmiş olan Muhammed’in karşısında, huzurunuzda saygı ile eğiliyorum. O insanlığa çok şey öğretti. ‘Muhammed yalancı peygamber, dâvâsı sahte’ diyenlere sesleniyorum; insanlık tarihinde insanlara örnek sunulabilecek tek model insan Muhammed değil de kim? Aramızda muhakkak bir çok katolik ve protestan var, buna rağmen insaflıca itiraf edilmesi gerekir ki Muhammed’in beraberinde getirdiği sistem bir insanlık sistemi...”
Ve birden bir alkış tufanı... Ve bende garip bir heyecan ve mutluluk hali... Peygamberimin (asm) adını ağzına alan bu adam, ondan bahsederken Peygamberimize (asm) olan hürmetinden dolayı iki defa ard arda boynunu büküp, eğiliyordu. Onu saygı ve hürmet ile anıyor, insanlığın hissiyatına tercüme olurcasına “Muhammed insanlığa medeniyeti öğretti” diyordu... Aman Allah’ım, yeminle itiraf ediyorum ki bir defa daha imanım kuvvetlenmişti.
Konuştuğu üç saat boyunca, salona olağanüstü bir sessizlik ve dikkat hâkimdi. Orada oturan insanların suratlarına baktığımda herbirinde hayranlık ve taaccüb... Çok duygulanmıştım, çok. Bir Alman kalkmış, benim Peygamberimi hürmetle yad ediyordu. Garip dâvâmı dâvâ edinmiş, yolumu yol edinmişti. Salonda olan tek tesettürlü bayan ben idim, fakat yalnız değildim, garip değildim. Dâvâm, yolum, sevdam garip değildi. Ufuklara daldım. Muhammed’e (asm) birkez daha sevdalandı yürek. Hayâlen Cezîretü’l-Arab’a gittim... Hira’ya gittim...
Kimler gönül vermişti sana... Kimler yoluna baş koymuştu?
Muhammed’im (asm), yürekler sevdalı sana Muhammed’im (asm), yarın mahşer gününde Allah’ın huzurunda bizleri şefaatinden mahrum eyleme, şu yanık yüreklerimizin tek muhatabı sensin... Binlerce salât ve selâm sana...
|
Tuğba AKTAŞ
19.08.2006
|
|
|
|