Son sözü baştan söyleyelim: Türk askerinin Lübnan’a, -ne sıfatla olursa olsun- gönderilmesini doğru bulmuyorum; bu savaş, tarafları itibariyle bizim savaşımız değil.
Türkiye bu konuyu dikkatle takib etmeli, insani yardım gayretlerini azami derecede sarf etmeli, siyasi ağırlığı varsa çözüm ve barış için seferber etmeli ama bu garip ve mahiyeti netâmeli çatışmaya bulaşmamalıdır. Sadece düşmanlarının değil, kendi sivillerinin bile hayatını hiçe sayan tarafların tutuşturduğu bu çatışmaya karşı milli tavrımız, “kontrollü soğukkanlılık ve aktif uzak durma”dan öteye geçmemelidir.
*
Gabar dağındaki veya hudut boylarındaki suikastları bir nebze olsun anlayabiliriz de, Tunceli’nin neredeyse şehir merkezinde patlatılan mayınlarla kaybettiğimiz iki polisimizin katledilme sebebini kendimize nasıl izah edeceğiz? Tunceli vilayeti neresinden hangi devletle komşu da haberimiz olmamış? Suikastçıların varmak istediği yer neresidir?
*
Ya İstanbul’un orta yerinde, devlete ve kamu düzenine meydan okuyan isyan provalarını nasıl yorumlayacağız? Yıllardan beri İstanbul’un bazı mahallelerinde devlete baş kaldıran güruha karşı gösterilen anlayışlı tavır artık bezginlik vermeye başladı. Fatih’te medrese latasıyla dolaşanları kınarken, bir başka yerde panzere, otobüslere molotofkokteyli savuranları niçin görmezden geliyoruz?
*
Bazı yazarlar hükümete şöyle yükleniyorlar: “Lübnan’daki iç çatışmalarda Mehmetçik arada kalır da şehit verirse bu cenazeleri halkınıza nasıl izah edeceksiniz?” Bundan daha acısı milli hudutlar içinde saldırıya uğrayarak şehit olan asker ve polis cenazelerinin Türk halkına nasıl izah edildiğidir. Böyle bir izah var mı; böyle bir izahtan tatmin olan bir ferd-i vahid var mı?
*
Şehit cenazesi haberleri yine “rutin”e dönüşmeye başladı. Ateş düştüğü yeri yakıyor ama geride kocaman soru işaretleri bırakıyor. Kimdir bu kaatiller? Vatandaş mı diyeceğiz, “gündüz külahlı, gece silahlı taifesi” mi diyeceğiz, düşman mıdır, bir başka ülkenin askeri midir, kimdir?
Son zamanlardaki suikastlarda yüksek rütbeli güvenlik görevlilerinin seçilmesinin ardında hep teknik bir incelik var; bir mayını yola gömüp, uzaktan kontrol cihazıyla tam zamanında patlatarak subay, polis katletmek o kadar kolay iş değil!
*
Terörle mücadeleyi “inat” noktasına getirip bağlamışız; inat da bir murattır murat olmasına da, gerisinde, yola mayın döşeyip patlatmak kadar olsun, incelikli bir siyasetin varlığını bilmek hepimizi memnun ederdi. Eşkıyanın sivilleştirilmesinden, bölücü takımına siyaset yolu açılmasından bahsetmiyorum; Güneydoğu’daki meselenin ekonomik sebeplere dayandığı için konunun sosyo-ekonomik paketlerle çözülmesi gerektiğini savunanlardan da değilim. Terörle mücadelenin arkasında esasen bir siyasetin olmadığını ifade ediyorum. 1984’ten beri bilfiil bölücülükle mücadele ediyoruz; her şehirde, her beldede yeni şehitlikler açıldı; hâlâ şu meselenin adını koyamadık. Bütün dünyanın ayıpladığı çatışmalarda İsrail’in kayıpları, bizim bir ayda kaldırdığımız şehit cenazesini ya bulur ya bulmaz: Nedir bu, Milli Mücadele’de miyiz, Türkiye işgale mi uğradı, yabancı bir orduya karşı mı savaşıyoruz?
*
Farkında mısınız; sözü tüketmişiz. Söylenen her söz, bayatlamış, defalarca tekrar edilmiş gibi görünüyor. Bu sözler tekrar edildikçe inat, rutine dönüşüyor ve onca yol aldığımızı zannettikten sonra geriye bakıyoruz ki bir arpa boyu yol kat etmemişiz.
*
Öyleyse ya yeni bir şey (yeni bir siyaset, yeni bir teşhis) söylesinler veya sussunlar; “kanları yerde kalmayacak” edebiyatının içi boşaldı çünkü.
Zaman, 16.8.2006
|