Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ortadoğu’da kırılgan zemin

Bir ayı aşkın süren Lübnan’daki savaş, BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararı ile “şimdilik” noktalanırken, “çatışmaların durması”yla birlikte -”ateşkes” değil; çatışmaların durması- tüm taraflar “zafer” ilan etmeye başladılar.

Başta Hizbullah, önceki gece, bir ay boyu Şii güney varoşlarına atılan bombalarla sarsılan Beyrut, bu kez Hizbullah’ın havai Şşekli “zafer gösterileri” ne sahne oldu. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, “Büyük Arap ordularının yenildiği bir savaştan zaferle çıktık” dedi, örgütünün televizyonu al-Manar’da (Fener). “Bugün, hiç abartmasız, stratejik, tarihi bir zaferin önünde bulunuyoruz” diye ilave etti. Tahran’dan Ahmedinejad, Şam’dan ise Başşar Esad’ın kanaati de o yönde.

Hizbullah’ı n “zafer kazandığını” açıkladılar. İsrail Başbakanı Ehud Olmert’e sorarsanı z, Hizbullah’a “çok ağır bir darbe indirildi” ve Ortadoğu’da “stratejik denklem” bu savaştan sonra değişti. Olmert, İsrail ordusunu “kahramanlar” diye göklere çıkartıyor. Bush da “İsrail’in Hizbullah’ı yendiğini” söyledi. Öyle görmek istiyor herhalde. Ya da “siyasi astigmat” hali.

Amerikan Dışişleri sözcüsü Sean McCormack’a gelince, savaşı noktalayan BM Güvenlik Konseyi kararını “İran ve Suriye’nin stratejik yenilgisi” olarak yorumluyor. Yani, herkesin kazandığına, kimsenin kaybetmediğine inandığı bir savaşın ardından “siyasi kakafoni” yaşıyoruz. Bana sorarsanı z, savaşı “kesinlikle kaybeden” hiç değilse bir “taraf” var, o da İsrail ordusu. Savaşan güçlerin arasındaki “asimetri” ye bakıldığında, Lübnan 1071 ölü vermiş. Bu rakamda “savaşçı” oranı çok az. İsrail ise 43 sivil, 114 asker kaybetmiş. Büyük rakam. İsrail hesabına büyük kayıp. Savaşın Lübnan’a maliyeti 2,5 milyar, İsrail’e ise 1.1 milyar dolar.

Savaşın, esas olarak, İsrail’in büyük ateş gücüyle yürüttüğü bir saldırı savaşı olduğu hesaba katılırsa, İsrail daha zararlı sayılabilir. Neden böyle oldu? İsrail ordusu, berbat bir “komuta heyeti” tarafından yönetildi; “siyasi otorite” de pek kararsız ve zayıftı da ondan. Yani, “liderlik sorunu.” İsrail tarihinin ilk havacı genelkurmay başkanı Dan Halutz, tarihe, herhalde aynı zamanda İsrail’in “en başarısız” genelkurmay başkanı olarak geçecek.

Asker kökenli kıdemli bir İsrailli barış eylemcisi Uri Avnery, Dan Halutz için “Şişkin bir ego ve zalim bir tavrın ehil bir genelkurmay başkanı yaratmak için yeterli olmadığının, bunun tam tersinin doğru olduğunun yaşayan kanıtı” diyor. Dan Halutz, Kosova ve Afganistan savaşları nın hava gücüyle kazanıldığına bakarak, İsrail’in “Lübnan sendromu”ndan da etkilenerek, şehirlerin, kasabaların üzerine bir tonluk bombalar atarak savaşın kazanı- lacağını zannetti.

Pek savaşçı öldüremedi, masum insanların kanına girdi ve İsrail’i onca askeri gücüne rağmen “madara” olmuş gibi gösterdi. Normal şartlarda “savaş suçlusu” olarak yargılanması gerekirken, mevcut uluslararası ve bölgesel “güçler dengesi” sayesinde belki kendi kurtaracak, “Bosna Kasabı” Sırp general Ratko Mladiç gibi olmayacak ama tarihe İsrail tarihinin “en yeteneksiz” genelkurmay başkanı olarak geçmesi kaçınılmaz.

Hava gücüyle Lübnan şehirlerini, mahallelerini, yollarını, köprülerini ve limanlarını tahrip ederse, Lübnan halkının ayağa kalkacağı nı ve hükümete Hizbullah’a karşı baskı yapacağını düşünecek kadar, Ortadoğu’da “hasmını” tanımaktan aciz birisi. İzlediği askeri çizgi, İsrail’in uluslararası planda ne kadar varsa, Holocaust’tan miras, “moral avantajı”nı yerle bir etti.

Uri Avnery, Halutz’u değerlendirmeye devam ediyor: “Bu noktaya (yani hava harekatı yla netice alamayacağı noktaya) erişince, Halutz bundan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Üç hafta süreyle askerlerini anlamsız ve umutsuz misyonlara gönderdi, hiçbir şey elde etmedi. Tam sınırın dibindeki muharebelerde bile önemli zaferler elde edilmedi... Eğer ‘düşman’ düzenli ordu olsaydı bile, uyguladığı plan kötüydü. Düşmanı geri itmek, hiçbir şekilde bir strateji değildir. Hele karşı taraf bir gerilla gücü ise, bu, tümüyle budalalıktır. Hiçbir pratik sonuç elde etmeden, birçok askerin hayatını kaybetmesine yol açar.

Şimdi, BM çatışmaların durdurulması na zaten karar vermiş olduktan sonra, sınırdan mümkün olduğu kadar ötede boş araziyi ele geçirerek bir zafer etmeye çalışıyor... Bununla birlikte, genelkurmay başkanı bir boşlukta hareket etmiyor. Başkomutan olarak muazzam bir nüfuzu var, aynı zamanda askeri piramidin tepesinde oturuyor. Bu savaş ordumuzun tüm üst komuta heyetine koyu bir gölge düşürdü. Yetenekli subaylar bulunduğu kanı sındayım ama üst komuta heyetinin genel fotoğrafı, mediokrluk, ya da daha da kötüsü gri renkleri ve hiçbir yaratı cılıklarının olmaması.

TV’ye çıkan subayların hiçbiri ilginç değildi, arkaları nı örtmeye çalışarak, papağan gibi boş klişeleri tekrar ettiler. Herkesten çok televizyonlar ve radyo stüdyolarında boy gösteren emekli generaller de bizi mediokriteleri, sınırlı zekaları ve genel cehaletleriyle şaşırttı- lar. İnsan onları dinledikçe, askeri tarih hakkında hiç kitap okumadıkları, bu boşluklarını içi boş laşarla doldurmaya çalıştıkları izlenimini edindi.” Anlı şanlı İsrail ordusu bu hale neden düştü dersiniz? Uri Avnery, çok çarpıcı bir cevap veriyor bu soruya: “Bir ordu yıllardır Şlistin nüfusuna karşı -’teröristler’, kadınlar ve çocuklara- bir sömürge polisi gibi davranmaya alışırsa ve zamanını taş atan çocukları kovalamakla geçirirse, etkin bir ordu olarak kalamaz.

Bugün elde edilen sonuçlar bu gerçeği teyit ediyor.” Sadece ordu dökülmedi. Savaş, bir “istihbarat- hava bombardımanı savaşı” olarak nitelendiğine göre, İsrail istihbaratı- nın yani Mossad’ın da döküldüğü bir savaş oldu. Mossad da, ordudan daha “başarılı” değildi. Bu savaşın, İsrail ordusuna ilişkin dersleri bizim için çok önemli. İsrail ile yakın “askeri işbirliğimiz” nedeniyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst kademesiyle İsrailli meslektaşları yılda birkaç kez görüşüyorlar. Bizimkiler, İsrail ordusunun ne kadar dökülebileceğini görüp, sanırız, derslerini çıkartırlar.

İsrailli generallerin çapsızlıklarını görürler. Ehud Olmert, kellesini kurtaracaksa, Dan Halutz’u görevden almak zorunda. Ortadoğ u siyasetinde çok ilginç bir evreye giriyoruz. 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı, bir “ateşkes” kararı değil, dikkat. “Çatışmaların durdurulması” kararı. “Ateşkes” bir ay sonra, bir “siyasi çözüm paketi”nin BM Güvenlik Konseyi kararı olarak kabul edilmesiyle söz konusu olacak. Bu savaşı kimse “kaybetmediği”ne ve herkes “kazandığı” iddiasında bulunduğuna göre, önümüzdeki bir ya da bir-iki ay çok “kırılgan” bir “Ortadoğu zemini” üzerinde müthiş bir “siyasi dans” yapılacak demektir. Gelişmeler her yöne gidebilir; bölge, ülkeler ve insanlar her yöne savrulabilir.

Bugün, 16.8.2006

Cengiz ÇANDAR

17.08.2006


 

Bize yeni bir şey söyleyin artık

Son sözü baştan söyleyelim: Türk askerinin Lübnan’a, -ne sıfatla olursa olsun- gönderilmesini doğru bulmuyorum; bu savaş, tarafları itibariyle bizim savaşımız değil.

Türkiye bu konuyu dikkatle takib etmeli, insani yardım gayretlerini azami derecede sarf etmeli, siyasi ağırlığı varsa çözüm ve barış için seferber etmeli ama bu garip ve mahiyeti netâmeli çatışmaya bulaşmamalıdır. Sadece düşmanlarının değil, kendi sivillerinin bile hayatını hiçe sayan tarafların tutuşturduğu bu çatışmaya karşı milli tavrımız, “kontrollü soğukkanlılık ve aktif uzak durma”dan öteye geçmemelidir.

*

Gabar dağındaki veya hudut boylarındaki suikastları bir nebze olsun anlayabiliriz de, Tunceli’nin neredeyse şehir merkezinde patlatılan mayınlarla kaybettiğimiz iki polisimizin katledilme sebebini kendimize nasıl izah edeceğiz? Tunceli vilayeti neresinden hangi devletle komşu da haberimiz olmamış? Suikastçıların varmak istediği yer neresidir?

*

Ya İstanbul’un orta yerinde, devlete ve kamu düzenine meydan okuyan isyan provalarını nasıl yorumlayacağız? Yıllardan beri İstanbul’un bazı mahallelerinde devlete baş kaldıran güruha karşı gösterilen anlayışlı tavır artık bezginlik vermeye başladı. Fatih’te medrese latasıyla dolaşanları kınarken, bir başka yerde panzere, otobüslere molotofkokteyli savuranları niçin görmezden geliyoruz?

*

Bazı yazarlar hükümete şöyle yükleniyorlar: “Lübnan’daki iç çatışmalarda Mehmetçik arada kalır da şehit verirse bu cenazeleri halkınıza nasıl izah edeceksiniz?” Bundan daha acısı milli hudutlar içinde saldırıya uğrayarak şehit olan asker ve polis cenazelerinin Türk halkına nasıl izah edildiğidir. Böyle bir izah var mı; böyle bir izahtan tatmin olan bir ferd-i vahid var mı?

*

Şehit cenazesi haberleri yine “rutin”e dönüşmeye başladı. Ateş düştüğü yeri yakıyor ama geride kocaman soru işaretleri bırakıyor. Kimdir bu kaatiller? Vatandaş mı diyeceğiz, “gündüz külahlı, gece silahlı taifesi” mi diyeceğiz, düşman mıdır, bir başka ülkenin askeri midir, kimdir?

Son zamanlardaki suikastlarda yüksek rütbeli güvenlik görevlilerinin seçilmesinin ardında hep teknik bir incelik var; bir mayını yola gömüp, uzaktan kontrol cihazıyla tam zamanında patlatarak subay, polis katletmek o kadar kolay iş değil!

*

Terörle mücadeleyi “inat” noktasına getirip bağlamışız; inat da bir murattır murat olmasına da, gerisinde, yola mayın döşeyip patlatmak kadar olsun, incelikli bir siyasetin varlığını bilmek hepimizi memnun ederdi. Eşkıyanın sivilleştirilmesinden, bölücü takımına siyaset yolu açılmasından bahsetmiyorum; Güneydoğu’daki meselenin ekonomik sebeplere dayandığı için konunun sosyo-ekonomik paketlerle çözülmesi gerektiğini savunanlardan da değilim. Terörle mücadelenin arkasında esasen bir siyasetin olmadığını ifade ediyorum. 1984’ten beri bilfiil bölücülükle mücadele ediyoruz; her şehirde, her beldede yeni şehitlikler açıldı; hâlâ şu meselenin adını koyamadık. Bütün dünyanın ayıpladığı çatışmalarda İsrail’in kayıpları, bizim bir ayda kaldırdığımız şehit cenazesini ya bulur ya bulmaz: Nedir bu, Milli Mücadele’de miyiz, Türkiye işgale mi uğradı, yabancı bir orduya karşı mı savaşıyoruz?

*

Farkında mısınız; sözü tüketmişiz. Söylenen her söz, bayatlamış, defalarca tekrar edilmiş gibi görünüyor. Bu sözler tekrar edildikçe inat, rutine dönüşüyor ve onca yol aldığımızı zannettikten sonra geriye bakıyoruz ki bir arpa boyu yol kat etmemişiz.

*

Öyleyse ya yeni bir şey (yeni bir siyaset, yeni bir teşhis) söylesinler veya sussunlar; “kanları yerde kalmayacak” edebiyatının içi boşaldı çünkü.

Zaman, 16.8.2006

A. Turan ALKAN

17.08.2006


 

İncirlik’ten nükleer silâh mı çıkarılıyor?

İran’ın nükleer silahlanmasına yönelik baskı Hizbullah direnişi nedeniyle bir süre ertelendi. Ama BM Güvenlik Konseyi’nin Tahran’a verdiği süre Ağustos ayı sonunda doluyor. Lübnan için alınan ateşkes kararı, Hizbullah’ın savunma kabiliyetini teslim etti, Lübnan halkının kitlesel ölümlerini şimdilik durdurdu. Ama bir çarpıklık var ortada. Bölgeye konuşlanacak uluslar arası güç, İsrail için güvence oluşturabilecek mi?

Daha doğrusu ateşkes ne kadar uygulanabilecek? ABD ve İsrail bu ateşkesi neden kabul etti? Bu soruların cevabı olumsuz. Dolayısıyla nasıl bir sürprizle karşılaşacağımızı düşünmeliyiz! Lübnan’daki ateşkesi İran’ı merkeze almak için mi kabul ettiler? Çünkü dünya İran’a yoğunlaşmışken Hizbullah-İsrail savaşı çıktı. Ateşkesten sonra dünya yeniden İran’a yoğunlaşacak. O zaman da Irak’taki Şiiler mi harekete geçecek?

Lübnan saldırılarının Suriye/İran yolunu açma girişimi olduğu biliniyor. İki ülke bir şekilde savaşın içine çekilecekti. Olmadı. Hem Hizbullah direnişi kırılamadı hem de İran ve Suriye dikkatli hareket etti. Şimdi yeni bir aşamaya geçildi. Hizbullah’ın savunduğu ve İsrail için en büyük tehlike olan G. Lübnan artık uluslararası gücün kontrolüne veriliyor. İsrail ve ABD bölge ile uğraşmak zorunda kalmayacak. Doğrudan Suriye ve İran programını uygulayabilecek. Binlerce askerden oluşacak uluslararası güç ise, her ne kadar Hizbullah’ı silahsızlandıramasa da, örgütü hareket edemez hale getirecek. İsrail’in eli rahatlatılacak.

ABD ve İsrail’in; 34 gün süren ağır saldırılar sonrası, askeri ve siyasi açıdan hiçbir başarıya ulaşamadan Lübnan’da ateşkes ilan etmesini ya da ettirmesini bu açılardan sorgulamak gerekiyor. Ayaklarına dolanan G. Lübnan’ı “uluslararası taşeronlar”a havale eden ABD-İngiliz-İsrail cephesinin çok daha büyük bir hedefe kilitlendikleri ortada. Bu sefer Yeni Ortadoğu Dizaynı’nın bölgesel savaş karakteri gerçekten öne çıkacak. Hem de nükleer içerikli bir savaş ihtimali güç kazanıyor. ABD’nin Irak’ta yaptığı hazırlıklar, İsrail’e üç yıldır yapılan yığınak, diplomatik alanda yürütülen süreç, bölge ülkeleri arasında oluşturulmaya çalışılan kamplaşma gibi bir çok faktör, bu tehlikeli sürece işaret ediyor.

Irak işgalinden hemen sonra yazdığım; “Amerika’nın Irak’ın güneyine nükleer silahlar stokladığına, bunların B61 taktik nükleer silahlardan olduğuna, Güney Irak’taki ABD F16’larının bu silahları kullanacak şekilde yenilendiği”ne dair bilgilerin gerçek anlamı şimdi ortaya çıkıyor.

Bir kısmı İncirlik’te bulunan bu silahların akıbeti hakkındaki tartışmaların neden sonuçsuz kaldığı sorulmalı. Bugünlerde İncirlik’ten Mersin’e taşınan oradan da bir ABD gemisine yüklenen konteynırların içinde “patlayıcı” değil nükleer silahlar olabilir mi? Türkiye’de bulunan 90 adet B61 nükleer bomba, bölgesel savaşta İncirlik bombalanır diye başka bir yere mi sevkediliyor? İran için burada tutulan bombalar İsrail’e ya da Irak’a naklediliyor olabilir mi?

İsrail’in ABD’den 5 bin adet 500 BLU 109 bunker-buster bombası almasını, bunlarla yeraltındaki İran nükleer tesislerini vurmaya hazırlanmasını, saldırıların ABD’nin AWACS uçaklarının desteğiyle yapılacak olmasını da ekleyelim. Üç yıl önce yine bu köşede bir çok kez İsrail denizaltılarının nükleer füzelerle donatıldığını yazdım. Almanya’dan İsrail’e verilen Dolphin (Yunus) denizaltıları nükleer başlık takılan Harpoon füzeleriyle donatılmıştı. Şimdi o denizaltılar Basra Körfezi’ne gönderildi. Alman mühendislerin de görev yaptığı denizaltılar neden Basra Körfezi’nde, neden nükleer füze yüklü? Bernard Lewis, The Wall Street Journal’da yayınlanan ve “22 Ağustos’ta Ortadoğu’yu büyük bir kaos bekliyor” çerçevesinde tam bir dehşet senaryosu çizdi.

İsrail’in İran nükleer tesislerine saldırısı, ABD’nin Basra Körfezi ve Irak’tan vereceği desteği, İran’ın misillemesini, bu kaos durumunda korkulan silahların kullanılmasını ve Türkiye’nin savaşın içine çekilmesini içeren senaryoyu hatırlayalım.

Hiroşima’ya atılan atom bombasından sonra ABD, nükleer silahlanma için 5 trilyon dolar harcadı. Ama 60 yıl boyunca nükleer silahlar kullanılabilir olamadı. ABD, askeri açıdan ihtiyacı olduğu için değil, bu silahların kullanılabilir olmasını istediği için nükleer soykırıma kadar varabilecek çılgınlıkları düşünebiliyor.

Ben ateşkese inanmıyorum. Kalıcı olacağına, uluslararası gücün bu imkanı sağlayabileceğine, krizin G. Lübnan’la sınırlı kalacağına inanmıyorum. Bana göre ateşkes; bölgesel savaş tezinin yeni bir aşaması. Lübnan’a asker göndermenin aslında Büyük Ortadoğu Savaşı’nın bir parçası olarak şekillendirildiği şimdiden belli değil mi?

Yeni Şafak, 16.8.2006

İbrahim KARAGÜL

17.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004