“Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor. Çalışanlar için yapıldığı söylenen mescit halkla dolup taşıyor.
Mescidi uzun süredir gayri resmi olarak halkın ibadetine açık olan Ayasofya’dan son dönemde ezan sesi de yükselmeye başladı. Topkapı Sarayı tarafındaki minarede bulunan beş hoparlörden ezan okunuyor.”
Dünkü Sabah haberinin giriş paragrafı aynen böyle; hele girişteki, “Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor” cümlesini okuyunca ister istemez o meşhur fıkrayı hatırlamadan edemiyoruz; mahkumun biri günaşırı vizite talebiyle hastaneye gidermiş. Bir süre sonra hapishane müdürü mahkumu çağırtmış,
“Baksana” demiş, “Beş ay önce safra kesesi ameliyatı olmuşsun. İki ay önce beş dişini çektirmiş, üç hafta önce apandisitini aldırmışsın; bu arada bademcik ameliyatı da olmuş, sol ayak başparmağının tırnağını çektirmişsin: Ne o, taksit taksit firar mı etmektesin!”
Sabah, demeye getiriyor ki, “bunlar taksit taksit Ayasofya’yı yeniden cami haline getirecekler. Amanin ey ehl-i vatan, müteyakkız bulunalım!”
Efendim, itiraf ediyorum; haber doğrudur; hatta geçen sene bu zamanlar bendeniz dahi bu vaziyeti gözlerimle görmüş, hatta çok daha cür’etkâr davranarak Ayasofya’da öğle namazını edâ etmiştim.
Pişman mıyım? Duygularım karmaşık: Bir yanda vakit namazını edâ etmenin huzuru, diğer tarafta memleketin temeline dinamit koymakla, Türkiye’yi uluslararası çevrelerde rezil-rüsvây hale getirmenin doğurduğu mahcubiyetten mütevellid bir kızarıklık...
Hayır, biz bir örgüt filan değiliz hâkim bey, Topkapı Sarayı’nı ziyaret etmiş, bilahire Sultanahmet Köftecisi’nde kifâf-ı nefs eylemek kasdıyla Ayasofya’nın kıble cephesinin önünden yürürken bir baktım; a, içeride birisi namaz kılıyor.
Evvela sandımdı ki restorasyonda çalışan işçilerden birkaçı, dulda bir köşeye seccade sermişler de filan. İçeri girince ne göreyim, aşağı yukarı yirmi-otuz metre murabbaında bir mescid şekline koymuşlar bunlar burayı hâkim bey. Memlekete dönünce en azından, “ben Ayasofya’da namaz kılmış adamım bre” diye hava atarım düşüncesiyle gözümü karartıp daldım içeriye. Kapıda kimlik soran, “sen kimsin, necisin kardaş; burada namaz kılmanın yasak olduğunu bilmiyon mu?” diye sual eden de olmadı.
Hatta oraya halı-kilim bile sermiş bunlar sayın hâkimim. Bunca ağır tahrike dayanamadım ve daha evvel karakolda alınan ifademde belirttiğim üzre, “niyet ettim vaktin farzına, Allahüekber” deyip durdum divana.
Efendim?.. Evet, bilerek ve isteyerek... hayır efendim bu mevkii Ayasofya’nın asıl mekânı değil, meselâ Dolmabahçe Sarayı avlusundaki nöbetçi kulübesi gibi müştemilat tabir edilen bir mahal...
Ezan duymadım efendim, zaten Sultanahmet’in altı minaresinden gümbür gümbür okunuyor ezan, belki gazeteci arkadaş sesleri karıştırmıştır.
Hayır efendim, cuma namazı değildi, öğleyle ikindi arasıydı; zaten küçücük bir mekân ama nasıl derler havası büyük... Evet efendim ben de gazetede okudum, kapıda, “Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılan bölümü” diye bir tabela varmış; olabilir, tam hatırlamıyorum. Bazı arkadaşlar, “İnşallah bu tabelayı yakın zamanda ön tarafa asarız” demiş de olabilirler. Şahsen ben de bu temenniye katılırım efendim. Takdir edersiniz ki Ayasofya bundan önceki 500 sene zaten cami idi, yine cami olmasında ne gibi bir mahzur olabilir ki efendim?
Son olarak ne söylemek istediğimi soruyorsunuz; efendim müsaade ederseniz, size bu ihbarda bulunan zihniyete takdim edilmek üzere bir fıkra anlatmak istiyorum. Fıkranın ismi, hâşâ huzurunuzdan “Camcının iti” efendim... Anlatmayım mı, nasıl takdir edersiniz hakim bey, zaten herkes biliyor diyorsunuz, peki efendim.
Fırsat bulsam tekrar aynı fiili işler miyim; işlemez miyim efendim; zevkle, iftiharla, hatta günün birinde inşallah asıl mekânında...
Zaman, 5.7.2006
|