Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Bizi eşyadan esmaya duygularımız ulaştırır

Varlık düzeni esas olarak aklın işleyişini mi, yoksa kalbin işleyişini mi merkeze koyuyor? Bütün işleyişin nihai meyvesi duygular olduğuna göre aslında kalp merkezli bir varlık düzeninde yaşıyor olmalıyız. Akıl varlığın mantık kuralları çerçevesinde değerlendirilebilmesi için en önemli araçlardan biri olmalı. Ancak bu melekenin işleyiş alanı ve sahip olduğu veriler, ortaya koyduğu sonuçlar açısından büyük önem arz ediyor. Mantık kuralları, aklın üzerinde ilerleyeceği yol açma anlamında önemli bir alt yapı oluşturuyor ve insanın maddi âlemle ilişkilerini belirleme açısından önemli bir yere oturuyor.

İnsanın mülk boyutu ile olan ilişkileri esas olarak matematik ve mantığın belirlediği bir alana oturtulabilir. Varlık âleminin işleyiş kuralları çerçevesinde doğru ilişkiler ancak, bu çerçeveye oturtulabilir. Zaten mülkün katılığı ve işleyen kuralların pek esnek olmaması çoğunlukla bu duruma zorlamaktadır. Matematik kurallarının işlediği akıl ve mantık alanında bu kurallara uymama, bir anlamda fıtrî şeriat kurallarına itaat etmeme anlamına geldiği için, çoğunlukla maddi çarkların işleyişi içinde ezilme sonucunu doğuracaktır. Aklın ve matematiğin alanında bilim kuralları işlemekte, çünkü bilimin ana yapısını bu alanın incelenmesi sonucu ortaya çıkan kurallar oluşturmaktadır. Maddi planın şekillendirilmesinde akıl ve bilim gerçekten çok önemli yol gösterici unsurlar ve esas alınması, dikkat edilmesi gereken belirleyicilerdir. Bu unsurlar maddi varlığın işleyişini okudukları için onlara uyulmaması yine varlığın işleyişi ile cezalandırılacaktır. Böyle bir itaatsizlik başarısızlık, geri kalmışlık, refah seviyesinin düşüklüğü, hayatın kalite düzeyinin azalması gibi sonuçları doğuracaktır.

Hayatımızın ve şu ana kadar yaşanmış insanlık tecrübesinin önümüze koyduğu çok önemli bir tecrübe de varlığın yalnızca maddeden ibaret olmadığı ve işleyişin tamamını aklın işleyiş kurallarına sığdırabilmenin ve matematiğin verileri ile izah edebilmenin mümkün olmadığıdır. Âlemlerin Yaratıcısı'nın özelliklerinde, yani sıfatlarında çoğunlukla matematiğe ya da doğru yorumlanmış bilime aykırı bir taraf olmamalıdır. Çünkü matematik ve bilim O'nun maddi âlemde işleyen ve âdet haline dönüştürdüğü uygulamaların bir sonucu olup kaynağını O'ndan almaktadır. Ancak bunlar O'nun özelliklerinin ve sıfatlarının sadece belirli bir açıdan görünüşünü, sadece maddî planda algılanan şeklini ifade etmektedir. Orada yansıyanlar O'nun özelliklerinin tamamı olamazlar ve O'nun sahip oldukları maddi âleme ve aklın alanına tamamen sığmayacak kadar geniş ve maddenin kuşatamayacağı şekilde sınırsızdırlar. İnsan ise O'nu anlamaya, O'nu hissetmeye, O'nu sezmeye namzet olarak yaratılmış bir varlıktır. O yüzden idrakini, sezgilerini ve algılarını maddî âlemle sınırlamamalı, sadece kendi aklının sığlığına indirgememelidir. Varlığın genelinde hissedilen küllî akıl ve eşya içinde gözlenip eşyanın ötesine geçen özellikler de fark edilebilmeli, numuneler ve gölgeler âlemi asıllar ve menbalar olarak algılanmamalıdır. Âlemimizde yaşananlar sadece gerçeğin ip uçlarıdırlar, kendisi değildirler. Gerçeği yalnızca maddi âlemde aramak ve yalnızca aklıyla aramak idrakin sığlığına ve hayallerin, sezgilerin, güçlü intikallerin âlemlerimizde oluşturduğu zenginlikten uzak kalmaya ve mânâların yalnızca algıların darlığında kalmasına yol açacaktır.

Âlemlerin Rabbi işleyişlerinde bizim aklımıza ve bilimin kurallarına uymak zorunda değildir. Böyle olduğunu da varlığın genel işleyişinde farklı vesilelerle ortaya koymaktadır. Varlığı kuşatan külli akıl her zaman ferdi akıllarla ve akılların ürünü olan bilim ile uyuşmayabilir. Burada problem özellikleri farazi ve tebei olan idraklerdedir. Asıl büyük problem ise külli aklın işleyişlerini kendi dar aklının işleyişlerine sığdırmaya ve o sığlık içinde izaha kalkışmaktır. Benliğin tezahürü olan böyle bir hal ferdin âleminde pek çok hakikatlerin gizlenmesine ve algıların darlığına hapsolmuş bir âlemde yaşamaya yol açacaktır. Akıl, kalp, vicdan, kader, cüz'i irade gibi kavramları, peygamberlerin (aleyhimüsselam) mucizelerini, Hz. Meryem'in bilinen kurallar dışında hamile kalışını, Hz. İsa'nın semaya çekilişini aklın ve bilimin ışığında anlayabilmek ya da izah edebilmek her fert için mümkün olmayabilir. Ancak akıl ile izah edilememeleri var olmadıkları, mümkün olmadıkları anlamına gelmez. Her şey insanın aklına ve algılarına ya da kabullerine uygun olmayabilir. İnsan belirleyici değil, gözlemci konumundadır. O halde önüne çıkan mânâları gözlemeli, doğruluğu açısından sorgulamalı, ancak hiç bir şeyin her an bir atomdan bütün kâinatı halk eden kudrete ağır gelmeyeceğini unutmamalıdır.

Varlık âlemi ile muhatabiyetimizde nasıllar ile ilgilenirken niçinler de anlam haritamızın merkezinde yer alırsa kâinat okunacak bir kitaba dönüşebilir. Bunun ardından muhatap olduğumuz kitabın bize yaşatması hedeflenen duygu zenginliğine ve Rabbimizin güzelliklerine varlık âleminde anlatılanlarla ulaşabiliriz. Bu da eşyanın gerisindeki esmanın duygular vasıtası ile en kuşatıcı şekilde algılanması ve Rabbimiz ile kâinat aracılığı ile iletişim kurmamız anlamına gelecektir. Bütün işleyişin en son hedefi de bu olsa gerektir.

16.06.2006


 

Nûşirevân-ı Âdil ?-579

İran Sasani Hükümdarı olan Nûşirevân'ın hayatı hakkında ayrıntılı bilgiler yoktur. Ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. İran Sasani hükümdarı Kubad'ın oğludur. Nakledilen bilgilere göre, Kubad iyi bir yönetim sergilememiştir. Döneminde, bazı bozuk fikirler ortaya atılmış ve bu fikirler toplum hayatını olumsuz yönde etkilediği halde her hangi bir tedbir almadığı gibi, yaşantısıyla toplum hayatının yozlaşmasına sebep olmuştur.

Sasani hanedanının on dokuzuncu hükümdarı olan Kubad döneminde ortaya atılan fikirlerle; tembellik, serserilik, kadına düşkünlük teşvik gören alışkanlıklar olmuştur. Ateşe tapma, "her şey herkesin malıdır" fikrinin ortaya atılması, herkesin birlikte olabileceği, şahsi tasarrufların olmayacağı, bütün insanların eşit ve her şeyde ortak oldukları tarzı sapık fikirler ortaya atılmıştır. Bu tür sapık fikirli kimseler, biri diğerinin zevcesini isterse vermesi gerekir, iddiasında bulunacak kadar durumu ileri götürmüşlerdir. Bütün bu fikirler Mejdek adını taşıyan bir kimse tarafından ileri sürülmekteydi. Bu bozuk düşünce ve fikirler Sasani hükümdarı Kubad döneminde yayıldı.

Devlet ve toplum düzeninin dejenere olduğu Kubad'ın hükümdarlığından sonra, yerine oğlu Hüsrev geçti. Yani Nûşirevân babasının yerine hükümdar olup 531 yılında tahta oturdu. Böylece hiç de iyi olmayan bir yönetim ve toplumsal yapıyı devraldı. Hükümdarlığının ilk yıllarında iyi bir idare sergilemediği, insanlara karşı sert davrandığı, zulmettiği şeklinde menkıbe halinde, idaresi hakkında bazı nakiller yapılmıştır:

Nûşirevân, hükümdarlığının ilk yıllarında zalim ve gaddarca halka yanaşmış, milleti canından bezdirdiği halde kimse sesini çıkarmamıştır. Bütün bunların farkında olan akıllı veziri durumu izah etmek için uygun bir ortam aramaktaydı. Ava çıktıkları bir gün, baykuşların nağmelerinden hoşnut kalan hükümdar aralarındaki iletişimi ve baykuşların ne konuştuklarını merak etmiştir. Bunun üzerine vezir, kuşların dilini anladığını belirterek aralarında geçen konuşmayı aktarmaya başlamıştır:

Kuşlardan biri oğluna diğerinin kızını istiyormuş. Kızı istenen de başlık parası olarak bir harabe istiyormuş. Bunun üzerine erkeğin babası, Nûşirevân hükümdar olduğu müddetçe bir değil on harabe verebileceğini söylüyormuş. Kuşların konuşmalarını bu şekilde aktaran vezirin ne demek istediğini çok iyi anlayan hükümdar sarayına dönmüş, memleketinde tek bir tane harabe kalmayıncaya kadar çalışmış ve adaletle ülkesini yönetmiştir.

Babasının yerine Sasani Hanedanının yirminci hükümdarı olarak tahta geçen Nûşirevân, hükümdarlığı boyunca çok önemli başarılara imza attı. Başta en büyük rakipleri olan Romalılar olmak üzere, Hunlar, Hintliler ve diğer komşularıyla yaptığı bir çok savaştan galip olarak çıktı. Sasani Devletinin sınırlarını genişleterek bir taraftan Akdeniz, diğer taraftan Karadeniz'e kadar vardırdı. Ayrıca Maveraünnehir bölgesinin önemli bazı yerlerini ülkesine kattı.

Nûşirevân döneminde Roma İmparatorluğu ile aralarındaki savaş devam etti. Bir ara Romalılar ilerlemeye başladı. İmparator Jüstinianos'un ilerlemesinden endişe edince hemen tedbir almaya başladı. Roma İmparatoruna savaş ilân etti. Yapılan savaşta Romalılar ağır bir yenilgiye uğratıldı. Savaş sonunda yapılan antlaşma ile, Romalılar Sasanilere elli yıl boyunca her yıl otuz bin altın vergi vermek zorunda kaldı. Ayrıca, Yemen ve Dara alındığı gibi, Kapadokya'ya da girildi.

Nûşirevân, sadece savaşlardan galip çıkmakla yetinmedi. Babası zamanında bozulmuş bulunan toplumsal yapıyı yeniden düzeltmek ve toplumsal huzuru sağlamak için çaba gösterdi. Bozuk fikirli Mejdek ve adamlarını ortadan kaldırdı. Böylece, toplum içine yaymış oldukları zararlı fikirlerin önüne geçme yoluna gitti.

Elli yıla yakın Sasani hükümdarlığı yapan Nûşirevân, ülkeyi büyük bir maharetle yönetti. Dönemi boyunca adaletle hükmetti. Adı Nûşirevân-ı Adil olarak zikredilmeye başlandı ve bu lakapla meşhur oldu. Devlet idaresinde önemli değişikliklere gitti. Askeri alanda reformlar gerçekleştirdi. Yeni bir vergi toplama sistemi geliştirdi. Başarılı bir idare sergilemesinde, yakın çevresindekilerin de olumlu etkisi oldu. İlim ve irfan sahibi kişilerle birlikte çalıştı. Bu tür insanları yanında bulundurmaya gayret gösterdi. İmar işlerinde de önemli çalışmalar yaptırarak kale, köprü vb. yapıları inşa ettirdi.

Risâle-i Nur'da, Hüsrev'in adı bir haşiyede Nûşirevân-ı Âdil olarak geçmektedir. İsrafın hırsı netice verdiği, hırsın da yol açtığı zararlı neticeler izah edilirken, söz konusu adil hükümdar ve akıllı, alim vezirinin ismi geçmektedir; "İran'ın âdil padişahlarından Nuşirevân-ı Âdil'in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzünrcmehr'den (BüzürgMihr) sormuşlar: "Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emâretin fevkındedir." Cevaben demiş ki: "Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir." Yani, ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebep olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nâzikâne cevap vermiştir." (Lem'alar, 1998, s. 207).

Âdil bir hükümdar olarak ün yapan ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) iltifatına mazhar olan Nûşirevânı Adil 579 yılında vefat etti. İyi bir miras devralmadı ama, iyi bir isim ve devleti miras bıraktı.

16.06.2006


 

Sosyal Bilimler ve Risâle-i Nur II

Kanun hâkimiyeti Bediüzzaman'a göre kuvvet kanunda olmalıdır. Aksi halde istibdat tevzi edilmiş olur ve bulaşıcı hastalıklar gibi yayılır. Toplumda kanun hâkimiyeti tesis edilemezse otorite boşluğu doğar. Münferit veya topluluk şeklinde müstebitlerin barınabileceği müsait bir ortam vücuda gelir, komitecilik şiddetlenir. Adalet, meşveret ve kuvvetin kanunda toplanmasından meydana gelen Cumhuriyet, kanun hâkimiyeti sağlanamadığı takdirde içi boş bir şekilden ibaret kalır.

Bediüzzaman'ın 1923 yılında, Meclis-i Meb'usan'a hitaben yazdığı hutbede, milletin seçtiği mebusları dindar görmek istediğini ve mebusların da milletin hissiyatına uygun olarak şeâir-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmesi ve ettirmesi gerektiğini hatırlatarak, meclisin milletin kendisine verdiği kuvveti onun iradesi doğrultusunda kullanarak kanun hâkimiyetini tesis edebileceğini ifade etmiştir.

Bu noktada Bediüzzaman'ın; "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler ancak kâfirlerin ta kendileridir." meâlindeki Mâide Suresinin 44. ayetinin yorumu ile ilgili olarak ortaya koyduğu görüş de çok önemlidir. Meşrûtiyetin ilânı sırasında bu ayeti delil göstererek meşrûtiyete muhalefet ve "kanun-ı esâsîyi ve hürriyeti ilan eden "ehl-i kanunu" tekfir edenlere karşı bu ayetteki "men lem yahküm" (yani kim ki hükmetmezse) ibaresinin "men lem yusaddık" (yani kim ki tasdik etmezse) anlamına geldiğini, Allah'ın ayetlerini tasdik edenlerin kâfir olmayacağını ifade ederek bu görüşlere katılmadığını ortaya koymak suretiyle meşrutiyetin bugünkü anlamda demokrasinin İslâm'a zıt olmadığını ve hürriyetin de imanın bir gereği olduğunu belirtmiştir. O halde adaletin sağlanması ise kanun gereklidir. Bununla birlikte adalet Allah'ın iradesine, emir ve nehiylerine uygun olarak Allah namına olmalıdır.

Mahkemelerin bağımsızlığı

Bediüzzaman mahkeme savunmalarında, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin tarafsızlığı üzerinde çoklukla durmuştur. Mahkemelerin görevinin sadece adaletin ve hakkın gereğinin yerine getirilmesi olduğu, görev cihetiyle bundan daha büyük bir makam tanımayacağı, garazkârların telkinatlarına itibar etmemeleri ve tâbi olamamaları gerektiği, aksi halde saygınlığını yitirebileceği hususlarına dikkat çekmiştir.

Laiklik

Laiklik dini reddetmek ve dinsiz olmak değil, dini dünyadan ayırmak, tarafsız kalmak ve dinsizlere karışılmadığı gibi dindarlara da karışmamak demektir. Dindar ya da dinsiz kim olursa olsun zulmedeni ve tecavüzde bulunanı men etmek hükûmetin görevidir.

Bu vatanda millete hükmedenlerin, millet ve vatanın selâmeti için dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi lâzımdır.

SİYASET

Demokratik yönetim-Meşrutiyet

Bediüzzaman hayatı boyunca istibdad ve tahakkümün karşısında olmuştur. 31 Mart vakasından dolayı Divân-ı Harb-i Örfî'de yargılanması sırasında yaptığı savunmada; meşrutiyeti şeriat nâmına alkışladığını, onun meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin edilmesi gerektiğini ifade etmiş ve meşrutiyet perdesi altında istibdad yapılmasına da karşı çıkmıştır.

"Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve kanun-ı esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet… ol Kur'ân-ı mukaddesin düsturları ünvanıyla gösterseniz ve hükümlerinize me'haz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaid ile beraber ne gibi bir şey kaybedeceksiniz?" Sözleriyle Bediüzzaman, gerçek cumhuriyet, adalet ve meşveretin ancak Kur'an'ın düsturlarına uygun olmaları ile ortaya çıkacağını belirtmiştir.

Hürriyet

Hürriyeti besleyen kaynak imandır. Allah'a iman bağıyla bağlanan insan, başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeyeceği gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna da tecavüz etmez.

Bediüzzaman, sefih medeniyetin başkasına zarar vermemek şartıyla, sefahet ve rezalet de olsa insanın dilediğini yapmakta serbest olduğu hürriyet anlayışını kabul etmemiş, "ne kendine, ne de başkasına zararı dokunmamak" şeklinde şerh koymuştur.

Hürriyeti "nâzenin" olarak vasıflandıran Bediüzzaman, şeriat âdâbıyla terbiye edilip süslenmeyen, sefahet ve rezaletteki hürriyetin, hürriyet olmadığını, belki hayvanlık, şeytanın istibdadı veya nefs-i emmârenin esiri olmak olduğunu belirtir. Hürriyeti, şeriat âdâbıyla kayıt altına almamızı tenbih ederek cahiller ile avâmın kayıtsız şartsız tam hür ve serbest olmaları halinde sefih ve itaatsız olacakları uyarısında bulunur.

"Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır." Sözleriyle de kamu hürriyetinin, fertlerin bireysel hürriyetlerinden meydana geldiğini ifade eden Bediüzzaman, bir anlamda ferdin hürriyetinin kamu için feda edilemeyeceğini ihsas etmiştir.

Milliyetçilik

Milletini sevmek; milletin menfaatini kendi kişisel menfaatinden üstün tutmak, iyiliğini istemek, sevinciyle sevinmek, üzüntüsüyle üzülmek, acısını, sıkıntısını paylaşmak, yardımlaşmak, kötü haline acımak gibi pozitif değerlerdir.

Bediüzzaman milliyetçiliğin olumlu yönde ve milletin yararına olarak nasıl anlaşılması gerektiğini ortaya koymuş ve millete zarar veren bir tarzda kullanılmaması için de menfi anlayışın sonuçlarına dikkat çekmiştir.

Manevi bir şahsiyet olan milleti bir arada tutan bağlar milliyetçiliğin esaslarıdır. Acaba ırk ve unsuriyet milliyetçiliğin temeli olabilir mi? Eski zamandan beri meydana gelen pek çok göçler ve değişimlerin sonucunda her ırka mensup insanlar dünyanın her yerine yerleşmişler ve birbirleriyle aileler oluşturmuşlardır. Bu itibarla hakikî unsurların birbirinden ayrılması imkânsızlaşmış olduğundan, milliyetçiliği unsuriyet üzerine bina etmek hem anlamsız, hem de zararlıdır.

Öyleyse dil, din, vatan ilişkisine bakılmalıdır. Eğer bunun üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet vardır. Ancak bunlardan birisi olmasa bile diğerleri varsa yine müsbet milliyetçilik için yeterlidir. Bu bağların en güçlüsü, en genişi ve hakikî milliyetimizin esası ve ruhu olan İslâmiyet'tir. Bu bağ sayesinde insanlar birbirlerine manen ve maddeten yardım ederler.

Küçük büyük diğer unsurlarda müslim ve gayr-ı müslim bulunmasına karşın, İslâmi unsurlar içinde bir kümeyi oluşturan Türk Milleti, müslim ve gayr-ı müslim şeklinde ayrılmamıştır. Dünyanın neresinde Türk varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten de çıkmışlardır (Macarlar gibi). Bu bakımdan Türklerin milliyetinin İslâmiyetle imtizaç etmiş olduğunu ve bunların birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını söylemek yanlış olmaz.

Milliyetçiliğe menfi mana vererek, tarihteki bütün şerefli başarıları İslâmiyet defterine geçmiş bu milletin İslamiyetle bağını koparmaya çalışmak, Türk milletinin mahvına sebep olmakla eşdeğerdir.

Muhalefet-sivil itaatsizlik

Bediüzzaman cemiyete dahil olan bir kimsenin, cemiyetin nizamını bozmaması gerektiğine işaret ederek, toplumun emniyet ve asayişini bozucu hareketlerden hayatı boyunca titizlikle kaçınmış ve talebelerini de bu konuda hassasiyetle uyarmıştır. Gördüğü haksız uygulamalar karşısında meşru ve ölçülü bir şekilde tepkisini göstermiştir. Bu tepkiyi sivil itaatsizlik veya pasif direniş şeklinde tarif etmek mümkündür. Aşağıdaki sözleri bu hususu ortaya koymaktadır:

"Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Evvelkinin cezası idam ise; bunun cezası ya bir gün hapis ve bir lira ceza-i nakdî veya bir tekdir veya bir ihtardır. Ben o kanunlarla amel etmiyorum; hem, amel etmekle dahi mükellef olamıyorum. Çünkü münzevî yaşıyorum. Bu kanunlar husûsi menzillere girmez."

SOSYAL HAYAT

Toplum hayatının düzenli işlemesi için ferlerin hürriyet ortamı içinde serbest hareket etme imkanına sahip olması şart olmakla birlikte, bu hürriyetin başkalarına tahakküm, baskı ve dayatma içermemesi gerekir. Bu bakımdan Bediüzzaman'ın vefatından önce talebelerine verdiği en son dersi çok önemlidir. Bu dersinde şöyle demektedir: "Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz." Burada bir yandan bireylerin doğru yolda hayatlarına sürdürmelerine yardımcı olacak irşat hizmeti yapılırken, diğer yandan da toplumda baskı ve dayatmaya gitmeyen pozitif bir davranış modeli önerilmektedir.

Bediüzzaman, Risale-i Nur'un sosyal hayata bakış açısını açık ve net olarak şöyle ortaya koymaktadır: "Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dînin geniş dairesinden bahsetmez; belki asıl mevzuu ve hedefi, dînin en has ve en yüksek kısmı olan îmanın erkan-ı azîmesinden bahseder… Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz." Mutlak küfür, sosyal hayatı mânevî bir cehenneme çevirme gayreti içerisinde. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Kur'ân ise, insanlara bu azaptan kurtulmanın yolunu gösteriyor. Fen ve felsefenin Kur'ân'la barışık olmayan, yoldan çıkmış kısmı, anarşistliği netice verecek bir surette çalışmaktadır. Halbuki dinsiz bir millet yaşayamaz. Bu asırda Kur'ân-ı Hakîmin, mânevi bir mucizesi olarak Risale-i Nur, mutlak küfre ve anarşistliğe, yani Çin'i, yarı Avrupa'yı ve Balkanları istilâ eden bu cereyana karşı sed çekmiştir ve Müslümanları muhafaza etmiştir.

Bediüzzaman, bir Müslümanın başka bir dine girip, Hıristiyan, Yahudi ve özellikle Bolşevik gibi olmasının mümkün olmayacağını savunur. Çünkü, Müslüman olan bir İsevî'nin, İsâ Aleyhisselâmı, Müslüman olan bir Mûsevî'nin, Mûsâ Aleyhisselâmı daha çok seveceği görüşündedir. Fakat bir Müslüman'ın, dinini bırakması ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma olan bağlılığını kaybetmesi halinde, artık hiçbir dine girmeyeceğini, ruhunu yüceltecek hiçbir hâlet kalmayacağını, vicdanı bozuk ve sosyal hayatı zehirleyen bir anarşist olacağını belirtir.

Milletin, sosyal ve siyasi hayatının büyük tehlikelerden uzak olması ve kargaşaya düşmemesi için, merhamet, hürmet, emniyet, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek, serseriliği bırakıp itaat etmek gibi âsâyişi sağlayan beş esası nazara veren Bediüzzaman, düşmancasına birbirinin tahribine çalışmak şeklindeki menfi ihtilaftan şiddetle kaçınılmasını ve herkesin kendi mesleğinin tamir ve revâcına, başkalarının yardım ve ıslahına çalışmasını önerir. Hak namına, hakikat hesabına fikirlerin çarpışmasında, maksatta ve esasta ittifak olmakla beraber, vesilelerde ihtilâf mümkündür. Müspet ihtilaf, hakikatin her köşesini açıklıkla ortaya çıkarıp hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat hasmane ve düşmancasına, kendini beğenmişlik ve şöhret düşkünlüğü ile yapılan fikir çarpışmasından hakikat kıvılcımları değil, belki fitne ateşleri çıkar. Çünkü, hak namına olmadığı için, aşırılığa kaçar, düzelmesi mümkün olmayan bölünmelere sebebiyet verir. Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara dayanak noktası olabilir. Fakat garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara dayanak noktası teşkil eder düşüncesindedir.

Bir arada yaşamak zorunda olan farklı din ve etnik gruplarla ilgili olarak geçmişle günümüzü karşılaştıran Bediüzzaman, Kur'an nazil olurken Asr-ı Saadette büyük bir dinî inkılâp vücuda geldiğinden ve insanların zihinleri dini noktaya çevrildiğinden, bütün dostluk ve düşmanlık da o noktada toplandığını, yani husumet ve muhabbetin dini noktaya göre şekillendiğini, bu sebeple, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geldiğini ifade ediyor. Şimdi ise toplumda etkili olan, zihinleri ve akılları meşgul eden şey medeniyet noktası, dünyevi gelişmedir. İnsanların çoğunluğu da, dinlerine o kadar bağlılık içinde değillerdir. Böyle bir sosyal ortamda Müslüman olmayanlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini güzel görerek almamız, dünya saadetini sağlamamız ve âsâyişi muhafaza etmemiz için gereklidir diyor. Görüldüğü gibi bu anlamda dostluk kurulmasını Kur'an yasaklamamıştır. Zaten, bir Müslüman'ın bütün sıfatlarının Müslüman olamadığı, aynı zamanda imansız bir kimsenin de bütün sıfat ve sanatlarının kâfir olmadığı karmaşık ve zor bir asırda yaşıyoruz. Bu itibarla, kafirde dahi olsa, Müslüman olan bir sıfatın veya sanatın, güzel görülerek alınmasında dinen bir engel yoktur.

Sosyal hayatın düzenini sağlamanın en büyük şartı, sosyal tabakalar arasında boşluk kalmamasıdır. Yüksek tabaka ile alt tabaka ve zenginlerle de fakirler arasındaki bütün bağları kesecek şekilde kopukluk olmamalıdır. Zekat, insanlar arasında yardımlaşmayı sağlayan İslâm'ın çok önemli bir rüknüdür. İslam dininde faizin yasaklanmasında da büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Dikkat edilecek olursa, insanların işlediği birçok günahların, hataların, kötü ahlakın, ihtilallerin ve karıştırılan fesatların temelinde, İslâm'ın zekat emrine ve faiz yasağına uyulmamasının yattığı görülebilir. Bütün ihtilaller; "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!" ve "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim." düşüncesinden çıkmaktadır. İnsanlığın yüksek değerleriyle bağdaşmayan birinci düşünceyi zekat silip atar. Asayiş ve emniyeti mahveden ikinci düşünceyi de, faiz kökünden kesip atar.

—Devam edecek—

16.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004