Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Haberin var mı!

Türkiye’yi uzun süre(dir) kilitlemiş gerilim neydi; nerede patlak vermişti? Elbet “gerilimin esası” değildi; ama şiddetli bir dışavurumdu.

Hatırladınız mı?

“Şemdinli”!

Cumhurbaşkanı, hükümet, Genelkurmay, muhalefet, yargı, Savcı, medya, sivil toplum örgütleri, siz, biz, hepimiz ve sonraki çeteler meteler filan, bu olay etrafında dalgalanıp durmadı mı?

Eeee?

Önceki gün “Şemdinli davası” nın üçüncü duruşması vardı.

“Asıl dava” yani. Savcısı “komplo” suçlamasıyla gönderilmiş, ama iddianamesi biraz sansürle dahi aynen kalmış dava.

Belki beraatla biter, belki mahkumiyetle. O yargının işi.

Ama önceki gün bu dava varken, dün, Türkiye’nin en büyük medyasında duruşmayla ilgili hemen hemen tek satır dahi yoktu; yahut hakikaten tek satır vardı. Bir de sağda solda istisnalar.

Şekerim, bu davanın davası değil miydi, günlerce bu ülkenin tüm kurumlarını birbirine sokan?

Gülüm, bu dava üstüne bin bir yorum, haber, spekülasyon, baskı, tehdit, komplo kuşkusu, cepheleşme yaşanmadı mı? Tatlım, sonuna kadar dendi, sonra vazgeçildi, kafa karıştı, memleket kaynadı, değil mi?

Yok.

Sanki ne Şemdinli vardı ülkede, ne vaka, ne dava!

Sanki hayaldi, kabustu, geldi geçti.

Oysa, sanık astsubaylar ile itirafçının avukatları mahkeme heyetinden çeşitli taleplerde bulunmuş, tümü reddedilmişti duruşmada. Görevsizlik kararı verilerek, dosyanın askeri mahkemeye gönderilmesi isteği de dahil. Sanıklar hala tutukluydu; tahliye olmamıştı.

Oysa, duruşmanın seyrinden şikayetçi olan sanık astsubayların avukatı,

“İnsan Hakları Derneği’nin kendileriyle ilgilenmesi” için çağrı yapmıştı.

Aynı esnada Ankara’da çığlık çığlığa, yoksul hanelerin birinden daha bir

“şehit er” cenazesi kalkıyordu. Komutanların da katılımıyla.

Türkiye ısrar ve inatla kendini anlamayı, kendi dertlerinin esasını, davasını takip etmeyi, buna ayrımsız, insani, vicdani, ahlaki ve hukuki bir ilgiyle sarılmayı reddediyordu sanki.

***

Önceki gün, Gazze’de, İsrail’in füze saldırısında 11 Filistinli “öldü”.

“Medya dili” böyle işte: “Öldü”!

Oysa, “öldürüldüler”.

Dokuzu sivildi; ikisi çocuk, ikisi sağlık görevlisi.

İsrail ordusu öldürdü.

Canlı bomba ile İsrailli çocukları, sivilleri de öldüren Hamas, tamam,

“terörist” ti.

“İsrail ordusu”na ne diyecektik; sadece “ordu” mu?

Neden seçim bile kazanan Hamas ebediyen sadece terörist kalırken, İsrail ordusu sadece ordu diye anılmaya layıktı?

Mesela, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İsrail ziyaretinden yeni dönmüş Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genelkurmay Başkanı, kimi medya komutanı ne demeyi tercih ederlerdi?

“Hamas terörist”, tamam; anladık.

“Plajda katliam utancı” nı, çoluk çocuk katlini üstlenmeyip “Hamas mayını” diyen İsrail ordusu neydi peki?

Neydi?

Bombası, füzesi canlı değil, cansız diye, nasıl bir peşin masumiyeti hak ediyordu İsrail devleti?

Devlet diye, dost diye, lobisi, parası, ajanı, ABD’si var diye, cinayetten, katliamdan, basbayağı terörden vicdani, ahlaki, hukuki olarak sorumsuz tutulmayı neden hak ediyordu?

“Terörist, cellat, cani, vahşi Zerkavi” nin öldürülmesiyle adeta bayram yerine dönen (tamam, dönsün) bir kısım Türkiye medyasında, Filistinli çocukları öldüren İsrailli cellatların bir adı yok muydu?

Bir manşete dahi müstahak değiller miydi!

Sabah, 15.6.2006

Umur TALU

16.06.2006


 

AB sürecinde bardağın dolu tarafı

AB yolunda “12 Haziran istasyonu” da geçildikten sonra, bildik demagoji başladı. Muhalefet partileri, muhalefet olsun diye Kıbrıs Rum basınıyla “aynı dalga boyu”nda yayına başladılar. Bizimkiler, “Rumlar’a taviz verildi” derken, Rumlar, “istediğimizi aldık” diyorlar.

İkisi de yanlış. Ortada böyle bir durum yok. Rumlar, 17 Ağustos 2004’te, 3 Ekim 2005’te ne aldılar ve ne almadılarsa, 12 Haziran 2005’te de o kadar aldılar ya da almadılar. Yani, 12 Haziran günü Lüksemburg’ta 17 Ağustos ve 3 Ekim’in gerisine düşülmedi.

İlerisine gidildi mi?

Evet. Çünkü müzakereler “fiilen” başlamış oldu ve Rum veto tehdidi, ilk “fasıl”da AB’nin diğer 24 üyesi tarafından savuşturuldu; bir başka deyimle AB, Rum vetosu şantajına kendi “vetosu”nu koydu. Aksi halde, “Bilim ve Araştırma fasılı”nın açılması ve kapanması söz konusu olamazdı. Her iki noktada da, Rum vetosu gerçekleşmiş olsaydı, fasıl açılamazdı; açılsa da kapanmazdı. Bu vesile ile, “Rum veto şantajı”nın, AB buna karşı koyma kararlılığı gösterdiği takdirde, ne kadar “gerçek” ve “etkili” olabildiğini de görmüş olduk.

Bu zaviyeden bakıldığında, “geri düşme” değil, “ilerleme” söz konusu.

Buna karşılık, “geleceğin parlak olacağı”na dair, “kesin garantiler” yok. Tam tersine, Lüksemburg’ta “Türkiye-AB ilişkileri iklimi”nin üzerinin bulutlarla hayli kaplı olduğunu gördük. Önümüzdeki sürecin, çetin ve zorlu olduğunu şimdiden bilmemiz gerekiyor.

Zaten, Türkiye’nin müzakerelere “fiilen” başlamasına işaret eden, dolayısıyla bir “kutlama havası” içinde idrak edilmesi gereken Ursula Plassnik-Olli Rehn-Abdullah Gül üçlüsünün ortak basın toplantısına, Plassnik’in “Bugün bir uyarı günüdür” diye bir başöğretmen edasıyla başlaması, geleceğin muhtemel sancıları ve sıkıntıları için yeterli bir gösterge idi.

İngiliz The Guardian gazetesinde dün çıkan bir yazıda, Türkiye’de bu kuşağın değil gelecek kuşağın bile AB üyeliği görmesinin çok zor olduğu, bu tür göstergelere bakılarak, ileri sürülüyordu.

Ama, 1999 yılının ilk yarısında, Türkiye’nin AB’ye aday üye olarak kabul edileceği ve Haziran 2006 yılında “fiilen tam üyelik müzakerelerine başlayacağı”nı kim söylese, herhalde aklından zoru var muamelesi görürdü. Oysa, 7 yıl içinde nereden nereye gelindi. O bakımdan, ikide bir bardağın boş tarafına gönderme yapmak çok anlamlı değil, doğru da değil. Üstelik, bardağın boş tarafı, dolu tarafına oranla giderek azalırken.

AB’nin Türkiye, Türkiye’nin ise AB perspektiflerinin, sadece Türkiye ile Kıbrıs Rumları arasında biteviye devam edeceğe benzeyen “limanları ve havaalanlarını aç; ilişkilerini normalleştir; tanımadan üye olamazsın” dansı üzerinde cereyan edemez. 11 Eylül (2001) sonrasının, Asya’dan iki büyük ülkenin, Çin ve Hindistan’ın “süperdevlet adayları” olarak belirdiği, “Avrasya gücü” Rusya’nın pusuda beklediği, enerji paylaşımının bugüne dek görülmediği oranda gündemin başına yerleşmekte olduğu dünya şartları içinde yaşıyoruz.

Yani?

Yanisi şu: “Türkiye jeopolitiği” bu matriks içinde öyle bir önem ve anlam kazanıyor ki, bazı Avrupalılar’ın, dünyayı Avrupa sınırları dışında algılayamadan Türkiye hakkında verdikleri hükümlerinin hiçbir geçerliliği olmayacak. Son tahlilde hesap-kitap işi bu. AB, demokratik bir Türkiye’yi Kıbrıs Rum şımarıklığına kendisini rehine kılarak, “dışlama lüksü”ne sahip olamayacak.

Türkiye’de ne bu hükümetin ne de bir başka hükümetin, mevcut veriler ile, “tek taraflı bir irade beyanı”yla Kıbrıs Rumları’na limanları ve havaalanlarını açması söz konusu bile olamaz.

Bu AB çevrelerinin kafasına yerleştiği vakit, AB’nin Kıbrıs sorununun hakkaniyetli ve adil bir çözümü için, bugüne kadar olduğundan daha büyük çaba göstermesi devreye girecek. Bunun belli-belirsiz sinyalleri de gelmeye başladı. Koca Almanya’nın Dışişleri Bakanı’nın M. Ali Talat’ı kabul etmesini neye bağlamalı?

Ayrıca, bizim önümüzde Türkiye’ye “uyarılar”da bulunan Ursula Plassnik’in “perde arkası”nda Rum pozisyonunu engelleme adına olağanüstü çaba sarfettiğini de öğrendik. Dış görüntüye aldanmamak gerek. Türkiye’ye en karşıt AB ülkelerinin başında gelen Avusturya’nın kendi dönem başkanlığında, Türkiye’nin “fiilen” müzakerelere başladığı gerçeğini not etmeliyiz.

Lüksemburg, bize gerçekten bir “uyarı” idi ama o gün Ursula Plassnik’in vurguladığından farklı bir uyarı. Türkiye’nin “AB heyecanı” ve bununla “eş anlamı” olan “demokratik reform süreci”nin azimle devamını, kaybetmemesi gereği. Çünkü, kim ne derse desin, bunlar bir süredir tavsamıştı.

Gerek AK Parti hükümeti ve gerekse kamuoyumuzun, Türkiye’nin “demokrasi ufukları”nı tekrar parıldatması ve AB normlarına uygun bir ülke haline gelmemize yönelik “heyecan”ı tekrar canlandırmamız gerekiyor.

Bunu gerçekleştirdiğimiz oranda, Kıbrıs Rumları’nın AB bünyesinde ne kadar “marjinalize” olacağını, AB’deki Türkiye karşıtlarının ne kadar “silahsızlanacağı”nı hep birlikte göreceğiz.

1999’dan 2006’ya inanılmaz bir yol kat’etmeyi becermiş olan Türkiye, 2014’e kadar daha da uzun bir yolu geçebilme potansiyeline sahip.

Bugün, 15.6.2006

Cengiz ÇANDAR

16.06.2006


 

Evet, ‘halkımızı tanıyalım’

Bu kez Türkiye’de yapılan bir araştırma sonucunu manşete taşıyan bir gazeteden aldım yazının başlığını: Halkımızı tanıyalım. Toplumla ilişkisini istatistiklere indirgemiş aydınların bu “çok kutsadığımız halk/ımız/ı” neden bir türlü anlayamadığının da göstergesi gibiydi yapılan araştırmanın farklı yayın organlarında yorumlanış biçimi.

Yapılan araştırmada sorulan ‘sorular ve cevaplar’ın içeriği ve bundan çıkarılan sonuçlara bakınca; başta medya olmak üzere aydınların tavrı; dönemsel olarak toplumun politik eğilimlerini, gündelik durumlara ilişkin tepkilerini ölçmeyi aşan bir yaklaşım sorununu gündeme getiriyor.

‘Ne kadar karanlık içinde bir toplumumuz var, görün’ dercesine; özellikle din, kültür, gelenek konusunda verilen cevaplar karşısında şaşkınlık belirtiliyor. Daha doğrusu uyarılıyor. Her bir gazete yapılan ‘Türkiye’de Sosyal Tercihler Araştırması’nı farklı yorumlasa da ana eksene alınan konu toplumun dini tutumu ve din - toplum ilişkisine bakışı olması önemli. Çoğunluğun, ‘kızının gayrimüslimle evlenmesine izin vermemesinden, başörtüsünün serbest bırakılmasına kadar sembolik ve uç sayılabilecek konularda verilen cevaplar; toplumla ilişkisi istatistikle sınırlı aydın kesimi için önemli bir uyarı sayılmalı...

Son günlerde dini özgürlükler ve değerler konusunda sıkça “toplumun çoğunluğunun bunları temel sorun olarak algılamadığı” tespitini dillendiren politikacı ve aydınların açmazlarına bu vesile ile değinmek gerekiyor. Bu özgürlüklerin kısıtlanması, iddia edildiği gibi toplum önemsemediği, marjinal bir konu olmasından dolayı seçkinlerce savunulmuyor. Tam aksine seçkinlerin toplum projeleri açısından çoğunluğun değer ve tercihleri tehdit olarak algılandığı ve toplum o yönde dizayn edilmek istendiği için yasaklı gündem sürdürülüyor. Yasakları getirenlerin, toplumsal talepleri ciddiye alıp istatistiklere bakarak karar verdiklerini kimse iddia edemez; ayrıca, demokrasi tam da bu noktada sadece çoğunluk haklarıyla mı sınırlıdır?

(...) Uç fakat sembolik anlamda temsiliyeti yüksek konularda toplum şunu söylüyor: politik tercihleri hatta dünya görüşü ne olursa olsun son tahlilde, bu toplum kimliğini Müslümanlıktan yana koyuyor ve belirleyici bir değer ve referans çerçevesi sunuyor.

Bu referans çerçevesini anlamak için istatistiklere bakmak gerekmez hatta onlara itibar etmemek gerekir.

Yeni Şafak, 15.6.2006

Akif EMRE

16.06.2006


 

‘Gelin, halkı yanlış tanıyalım’

SÖZDE akademik bir araştırmadan çok çarpıcı (!) sonuçlar çıktığına ilişkin haberler dünkü yayın organlarında yankı buldu. Bazıları bu araştırmayı ‘halkımızı tanıyalım’ diye manşet de yaptılar.

Oysa ‘gelin halkımızı yanlış tanıyalım’ diye bir kampanya başlatılsa ancak o takdirde ulaşılabilecek sonuçlar söz konusu... Bir kere Batıcılık şartlanması, üniversitelerimizin halkı tanıyabilecek bilim ve fikir özgürlüğünden yoksun tutmaktadır. Ayrıca dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasına tek kurum sokamayan bir iklimde bilimin düzeyi gibi, herhangi bir araştırmanın hakikati de peşin olarak tartışmalıdır.

Araştırmanın bazı sonuçları, halk ile bilimcilerimiz arasındaki idrak uçurumunu göstermeye yetiyor:

- Halkın yüzde 40’ı askeri bir yönetimin daha iyi olacağını düşünüyor!

Eğer bu rakam, herhangi bir -sivil toplum örgütü kisveli- birim tarafından sipariş verilmiş bir sonuç değilse, en hafifinden ‘yanlış soru, uygunsuz ortam ve yanlış cevap paketi’ olarak başarısız araştırmalar tarihine geçecek bir fiyasko örneğidir.

Şüphe yok ki Türk toplumunda askerin hala saygın bir yeri var. Hem de ihtilallere ve bu ihtilallerdeki dış etken paylarına rağmen! Hem de bazı üst düzey komutanların ‘derin manevra’ görünümündeki söylem ve eylemleri yüzünden ordunun dindar insanlarla sıkıntısı varmış gibi bir izlenimin yaygınlaşmasına rağmen!

Lakin toplumda orduya karşı hissedilen saygı ve güvenin, sözgelimi 28 Şubat öncesindeki kadar yüksek olmadığı da gerçektir.

Böyle bir ortamda Türk insanının yüzde 40’ı tarafından askeri bir yönetimin tercih edileceği yolunda bir çıkarım dayatan araştırmanın -gayesi ne olursa olsun- ‘halkı yanlış tanımak ve tanıtmak’ dışında bir sonucu yoktur.

Tercüman, 15.6.2006

Ömer Lütfü METE

16.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004