Özgürlük Araştırmaları Derneği kurucularından Anayasa Profesörü Mustafa Erdoğan: “Ben çok uzun zamandır, “Türkiye’nin Tevhid-i Tedrisata değil Tefrik-i Tedrisat’a ihtiyacı var” diyorum. Çünkü şimdi biz bazı kurumlar içerisinde yaşayageldiğimiz için bize normal gibi falan geliyor, anlamakta zorlanıyoruz: Özgürlükçü-çoğulcu bir toplumda, kültürel çeşitlilik içeren bir toplumda böyle bir şey olamaz.”
-DÜNDEN DEVAM-
1. Bölüm: Atatürk milliyetçiliği Türkiye’yi bölüyor
Anayasada temel hak ve hürriyetleri tanımlarken hep bir “ama” rezervi koyulur. Meselâ madde 12’de “Herkes kişiliğine bağlı dokunulmaz devredilmez vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir” diyor, ama 13-14-15’te de bunların hangi hallerde sınırlandıracağı açıklanıyor. Devlet vatandaşından bu kadar mı korkuyor?
Şimdi, gerek uluslar arası insan hakları belgeleri gerekse ulusal anayasalar ve yasalar, insan haklarıyla ilgili bu tür hükümlere yer verirler. Böyle olması, bu konunun hiç düzenlenmemesinden iyidir. Çünkü anayasada bu türden hükümlerin yer alması kamu otoritesinin neyi ne kadar yapabileceğini önceden bilmemizi mümkün kılar. Bir hukukî güvenlik sağlar, belirlilik sağlar bize. Bu türden hükümlerin hiç olmadığını düşünün: Biz ne kadar “devredilmez, vazgeçilmez” haklarımız olduğuna inanıyor olursak olalım, iktidardaki iradeyi bağlayan bir hukukî belge olmadığı sürece, iktidar sahipleri bize ancak kendi takdir ettikleri ölçüde hak bahşedecektir, belki de hiçbir hak tanımayacaktır. Onun için, prensip olarak anayasalarda bu tür hükümlerin bulunmasında yanlış bir şey yoktur. Burada problem şudur: Acaba bizim anayasamızın öngördüğü temel hak sınırlamaları makul ölçüyü aşmakta mıdır? Bu sorunun cevabı maalesef evettir. 1995, 2001, 2004, 2010 Anayasa değişikliklerine rağmen hâlâ evrensel insan hakları standartlarını tam olarak tutturabilmiş değiliz. Temel haklara getirilen “ama”lı istisnalar hâlâ aşırı boyutlardadır. 82 Anayasasındaki bu “ama” diye başlayan rezervler ilgili oldukları hakları yer yer istisna haline getirecek boyutlara ulaşıyor. Hak ve özgürlüğün asıl, yasak ve sınırlamanın istisna olduğu ilkesi neredeyse tersine çevrilmiş.
Anayasamız bir vatandaş tanımı yapıyor ve “Türk”ü tarif ediyor. Bir devlet, anayasasında neden vatandaşı tarif eder?
Evet, çok doğru söylediniz, ben de yıllardır bunu yazıyorum. Anayasada vatandaşın tarif edilmesi anayasa yapmanın zorunlu bir şartı değildir. Çünkü mesele sahip olunan haklar ise, kullandığınız öznelerden anlaşılır bu. “Yurttaşlar” şu haklara sahiptir veya “insanlar” şu haklara sahiptir şeklinde. İşte kamu hizmetine girmek hakkı yurttaşlara mahsustur falan dediğiniz zaman mesele bitmiştir. Ama bizde anayasanın baştan itibaren var olan milliyetçi mantığının doğal bir sonucudur bu vatandaşlık tarifi. Bu yeni de değildir. Vatandaşı bu şekilde etnik-kültürel referansla tanımlamak aslında Anayasanın kendi içinde bir çelişki de yaratıyor. Çünkü anayasa 1. maddesinde “Türkiye devleti”nden, 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti”nden bahsediyor. Fakat 66. Madde devletin adını birdenbire değiştiriyor ve “Türk Devleti” olarak belirtiyor. Zaten hukuk uygulamasında da bu anlayışın yansıdığı pek çok örnek özellikle Gayri Müslim yurttaşlarla ilgili olarak söz konusudur. Yargıtay kararlarında bile Müslüman-Türk olmayan yurttaşlarımızın “yabancı” olarak nitelendiklerine rastlamak mümkün. İtiraf edelim, bu genel olarak toplumda var olan bir algı zaten. Bir de şu var: Türkiye Cumhuriyeti malûm başlangıçta “Türk Devleti” olarak kurulmadı biliyorsunuz. Devlet 1924’ten itibaren peyderpey, özellikle 1937’den itibaren Türk devleti haline dönüştü.
Kürt meselesinden özellikle eşit vatandaşlıkla ilgili tanıma dikkat çekiliyor. Yeni anayasa yazımında bu tarz hassasiyetler gözetilirse Kürt Meselesi gibi meselelerin rahatlamasına ve toplumda artık belli bir barış ve huzur dengesi kurulmasında fayda sağlayabilir mi?
Korkarım bunda geç kalıyor Türkiye, bunu öteden beri söylüyoruz. Anayasada bu tür değişikliklerin yapılması kendi başına meseleyi çözmeyebilir, ama meselenin çözülmesini kolaylaştırabilir. Yani çözümün hukukî zeminini oluşturur. 66. maddedeki vatandaşlık tanımının düzeltilmesi değil, kaldırılması lâzım. Çünkü bir anayasada vatandaşlıkla ilgili olarak, olsa olsa onun kazanılması ve kaybedilmesiyle ilgili hükümler olabilir, vatandaşlık tanımı değil; teknik olarak buna ihtiyaç yoktur.
Aslına bakılırsa, Anayasadaki Türklüğe yapılan başka atıfların da çıkarılması gerekiyor, bu önemli bir psikolojik rahatlık sağlar. İnsanların, farklı etnik kültürel kökenden gelen insanların “bu bizim de devletimiz” diye bunu benimsemeleri kolaylaşabilir. Elbette bunun için başka şeyler de lâzım. Yükseköğretimle ilgili olsun, genel olarak eğitim-öğretimle ilgili olsun bütün konularda milliyetçiliğe ve Türkçülüğe yapılan atıfların çıkarılması lâzım Anayasadan. Eğitimde anadil yasağının kalkması lâzım. Eğitimde çeşitliliğe gidilmesi lâzım müfredat açısından. Sadece Kürt meselesi bakımından da değil. Totaliter devlet mantığına uygun bir eğitim sistemi var Türkiye’de; Tevhidi Tedrisat sistemi çok akıllıca düşünülmüş totaliter bir modeldir.
Kaldırılmalı mı peki hocam?
Eh tabiî. Ben çok uzun zamandır, “Türkiye’nin Tevhid-i Tedrisata değil Tefrik-i Tedrisat’a ihtiyacı var” diyorum. Çünkü şimdi biz bazı kurumlar içerisinde yaşayageldiğimiz için bize normal gibi falan geliyor, anlamakta zorlanıyoruz: Özgürlükçü-çoğulcu bir toplumda, kültürel çeşitlilik içeren bir toplumda böyle bir şey olamaz. Daha temelde, eğitimde devletin tekel hakkı olamaz. Ailelerin bu konuda inisiyatifi olması, seçenekleri olması lâzım. Siyasetçilerin ve memurların bize dayattığı, tek-boyutlu bir müfredata niçin mahkûm olalım? Benim çocuklarım zaman zaman saçma sapan şeyler öğrenip geliyorlar okullarda.
Meselâ?
Şu kadarını söyleyeyim: Çocuklarımıza Türkiye’nin yakın tarihiyle ilgili olarak belletilen şeylerin en az yarısı yanlış. Bunlar bilgi değil, ideolojik endoktrinasyon. Demem o ki, buna mahkûm değiliz. Okullarda milliyetçilik iyi bir şeymiş gibi öğretiliyor çocuklara. Tek parti dönemi ideolojisinin çağdaş liberal-demokratik değerlerle uyuşmayan esasları çocuklarımıza genel geçer evrensel standartlarmış gibi belletiliyor. Daha buna benzer pek çok mesele var. Dolayısıyla, Türkiye’de eğitimin çoğulculaşmasına ihtiyaç var. Özellikle müfredat bakımından çoğulculaşması lâzım eğitimin. Gerçi, halihazırda müfredat bakımından değilse de görünüşte kurumsal bir çoğulculuk var gibi. Özel okullar falan var, ama bunlar aslında sivil değil. Devletin uzantısı bunlar. Müfredatını devlet dayatıyor. Millî Eğitim Bakanlığına bağlılar. Bunlar Tevhid-i Tedrisat’ın bir parçasıdırlar, özel olmaları sadece ticarî bakımdandır. Ufak-tefek bazı avantajları var gerçi; nispeten küçük sınıflar, öğrencilerle daha insanî ilişki gibi. Ama hepsi bu kadar. Tekçi-totaliter mantığa dayalı bu sistemin değişmesi lâzım. Sadece eğitim sisteminin bu durumunu düzeltmek için değil, daha genel olarak siyasî sistemin toplumun çoğulculuk ve çeşitliliğini güvenceye almak için de, Anayasaya kültürel çeşitlilik ve çoğulculuğu tanıyan bir hüküm konması gerekiyor. Farklı kültürel geleneklerden gelenlerle çoğunluk kültüründen olanlar eşit vatandaş oldukları algısını böylece edinebilirler. Yani sayısal olarak çoğunluğu oluşturan bir grubun sırf bu nedenle kendi kültürel kimliğini herkese dayatacak şekilde anayasallaştırması kabul edilebilir değildir.
Eğitimden sosyal hayatımıza kadar birçok şeyi etkileyen, senelerdir seçim meydanlarında “değiştireceğiz, yenisini yazacağız” diye vaatlerde bulunulan mevzuda halkın ilgisi ve bilgisi ne durumda?
Aslında samimî ve gerçekçi olursak, münhasıran halkın temayüllerinden çıkacak olan şeyin benim burada anlatmaya çalıştığım anlamda özgürlükçü-çoğulcu bir rejim olacağından ben pek emin değilim. Halkı manipüle etmek kolaydır. Onun için mesele şu: Hukukî ve fiilî olarak çoğulcu-tartışmacı bir iklimin sağlanmasına ihtiyacımız var. Bunun için de halkın bilgiye serbestçe ulaşabilmesi gerek. Hem kamu hayatının gidişatı hakkında doğru bilgiyi hem de farklı görüşlerin bilgisini kast ediyorum. Tek taraflı bilgiye dayalı olarak sağlıklı siyasal tercihler yapılamaz. Eğer bir siyasî seçeneği güvenliğin dayatması olarak takdim eden tek taraflı bir enformasyon bombardımanı altında kalırlarsa, insanlar baskıcı rejimi bile onaylayabilirler. İnsanlar kendilerini güvensiz ve sıkışmış hissederlerse, özgürlüğe karşı otoriter rejimi seçerler. Onun için, bunun sahte bir seçenek olduğunun onların bilgisine sunulması lâzım. Ama Türkiye’nin şu andaki medya ortamı maalesef çoğulcu bir yapıda değil. Devlet kontrolünde, devlet-parti özdeşliğinde işleyen bir medya yapısı var. Bu nedenle şu an anayasa yapımını Türkiye için riskli bir girişim olarak görüyorum ben. Şu anda iktidarda olan iradenin bu şekilde çoğulcu-müzakereci bir anayasa sürecine izin vereceğine, vermek istediğine hiç ihtimal vermiyorum.
Ama masadan kalkan CHP oldu?
Orda erken bir hata yaptı CHP, ama biraz da mazur görülebilir. Hatırlarsanız, 7 Haziran seçimlerinden sonra güya koalisyon arayışı adı altından CHP ve daha genelde bütün bir toplum oyalandı ve bilinçli bir şekilde “seçimlerin cumhurbaşkanınca yenilenmesi”nin şartları oluşturuldu. Bunun iktidar partisinden yana bir güvensizlik yarattığı açıktır. CHP’liler de haklı olarak bu duyguya kapıldılar, hüsrana uğramışlardı çünkü. Anayasa çalışmalarında bu psikolojinin etkisi olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Tabiî, burada CHP’den kaynaklanan bir problem yok demiyorum. O aşamada bitmeseydi bile ileriki aşamalarda bitebilirdi. Çünkü şu “Değiştirilemez hükümler” meselesine takmış durumda CHP. Ama bütün bir toplumun selâmeti için artık bunu aşmaları gerekiyor.
Asıl karşı çıktıkları başkanlık sistemi… CHP kesinlikle kabul etmeyiz diyor, AKP’de illa getirmeye niyetli.
CHP sahici, Amerikan tarzı bir başkanlık sistemi önerisini kategorik olarak reddeder miydi bilmiyorum, ama Sayın Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin getirmek istediği sistemin bununla ilgisi yok. Lâtin Amerika’da yaygın olduğu türden kişi odaklı popülist otoriter bir rejimdir istenen. Bunda kuvvetler ayrılığı, çoğulculuk, denetim ve denge sistemi filan söz konusu değildir. CHP doğru anlamda bir başkanlık sistemine de karşı olabilir, kendilerince haklı nedenleri de olabilir. Elbette kimse başkanlık sisteminden yana olmak zorunda değil.
Erdoğan’ın kendisi için istediği başkanlık sistemi Amerika’daki gibi kuvvetler ayrılığına dayalı değil, Latin Amerika gibi mi olur diyorsunuz? Bir de Başkanlık sistemi ne için isteniyor ve hangi tip olacak? Türk tipi başkanlık diye bir şey var o meselâ, o nasıl?
İşte zaten bütün mesele oraya dayanıyor. Yani istediğinin başkanlık sistemi olmadığını söylediğimizde kastettiğimiz de bu. Bunun başka bir anlatımı “Türk tipi” veya “millî” yahut “yerli” dedikleri şey. Bunda seçilmiş bir başkanın varlığı dışında “başkanlık sistemi”ne benzeyen hiçbir şey yok. Onun dışında, sistemin bütün dengelerinin alt üst edildiği bir model öneriliyor. Nitekim 2011 yılında kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na AKP’nin sunduğu öneri bunu kanıtlıyor. Sayın Cumhurbaşkanının konuşmalarından da onun da kafasında aynı model olduğu anlaşılıyor. Dediğim gibi, o modelin Amerikan tarzı bir başkanlıkla ilgisi yok. Bir defa, o model kuvvetler ayrılığına dayanmıyor. Yasama ile yürütme arasında ayrılıktan ziyade başkanın parlamentodaki çoğunlukla uyumlu olduğu bir yapı kurmak istiyorlar. Meselâ başka başkanlık sisteminde olmayan bir fesih yetkisi tanınıyor başkana. Oysa, başkanlık sistemi tanımı gereği fesihe uygun değildir. Zaten yasama ile yürütmeyi birbirinden ayrı tutmaya ve fakat bunları dengelemeye dönüktür. Yoksa yasama ve yürütmenin birbirinin varlığını sonlandırmasına değil. Doğal olarak yasama organı başkanı görevden alamadığı gibi Başkan da yasama organını feshedemez. Önerilen modelde ise eğer meselâ parlamentodaki çoğunluk ile başkanı seçen siyasî çoğunluk uyumlu değilse başkan parlamentoyu feshedebiliyor. Sonra aynı anda hem başkanlık seçimi hem de parlamento seçimi yapılıyor. Bu ne demektir, iki gücü tek elde toplamak demektir. Türkiye’de güçlü bir parti disiplini var. Partiler hiyerarşik örgütler. Başkan seçilecek kişi de genellikle belli bir siyasî eğilimin lideri olacak. Dolayısıyla başkan o partinin resmen değilse de fiilen lideri konumundadır, şu anda olduğu gibi. Dolayısıyla bu kişi başkan olduğunda sadece yürütmeyi kontrol etmeyecek yasamayı da kontrol edecek demektir. Bu durumu özellikle garanti etmek için fesih diye bir mekanizma getiriliyor. Olur ya yasama çoğunluğu başka bir partide olursa, fesih yoluyla başkanın bunu “düzeltmesi” için getiriliyor bu yetki. Ayrıca yargı bağımsızlığı yok. Hugo Chavez’in iktidara geldikten sonra yaptığı gibi Anayasa Mahkemesi’ni de etkisizleştirebilir veya kontrol altına alabilir başkan. Kaldı ki Türkiye’de Amerika’da olduğu gibi güçlü bir yargı bağımsızlığı geleneği de yok. Genellikle başkanlıkçı rejimlerin geçerli olduğu Latin Amerika 19. yüzyıldan beri demokrasi bakımından en istikrarsız bölgelerden birisi oldu. Hâsılı kelâm, Erdoğan ve AKP’nin hayal ettikleri modelde Başkanın bütün sistemin denetimsiz ve her şeye kadir patronu olması öngörülüyor.
ERDOĞAN’IN İSTEDİĞİ CHAVEZ VARİ BİR YÖNETİM
O zaman anlattıklarınıza göre bu “başkanlık” değil “Plebisiter diktatörlük”?
Plebisiter diktatörlük gibi bir yönetim. Tabi Türkiye’de popülist bir otoriter rejim kurmak hiç de zor olmayacaktır. Türkiye’de halkı “havuç ve sopa” siyaseti ile ikna etmek kolaydır. Duruma göre sopa, duruma göre havuç göstererek toplumu istediğiniz yönde ikna edebilirisiniz. Yani popülist politikalar yoluyla maliyetini, yani ne getirip ne götüreceğini hesaplamadan, kısa vadeli kısa vadeli çıkarları uğruna uzun vadede felâketle sonuçlanacak siyasetlere ikna edilebilir insanlar. Meselâ maaş bağlarsınız ülkenin ekonomi imkânlarını aşan ölçülerde. Ne bileyim emeklilik yaşını 35’e, 40’a düşürürsünüz. Meselâ işsizlik yardımını yaygınlaştırır ve aşırı ölçüde arttırırsınız. Olmazsa “sopa” gösterirsiniz, 7 Haziran’dan sonra olduğu gibi. Türkiye’de sözde başkanlık için referandum yapılacaksa, bu ve benzeri yollarla bu bir plebisite döndürülüp istenen sonuç elde edilebilir. Bu çok kuvvetli bir ihtimaldir. Eğer bu olursa, ardından gelecek rejimin de kalıcı özelliği olur plebisiter otoriterlik.
80 ihtilâlinden önceki ortamdan örnek vererek, o korku ortamı güven otorite algıları yönlendirmek amacıyla kullanıldı dediniz. Aynı algılar şimdi de kullanılıyor. “Ya başkanlık ya kaos” manşetleri atıldı gazetelere vs. O algıyı biraz işleyecekler gibi istediklerini alana kadar. Aldıklarında bizi nereye götürür bu durum?
Referandum’a giderse referandumu kazanma ihtimali kuvvetlidir. Sonrasında Chavezvari bir rejim bekliyor Türkiye’yi benim kanaatime göre. Bazı yazarların “delegasyoncu demokrasi” dedikleri –ki ben ona “vekâleten demokrasi” diyorum- bir rejim bekliyor bizi. Bu modelde demokrasi sadece rejimin adında olacaktır. Milletin kaderinden sorumlu bir adam, kendisini milletle özdeşleştiren, millî iradeyle özleştiren dolayısıyla diğer bütün kurumları ayak bağı gibi gören bir millî lider. Sevenlerinin de “bizim iyiliğimizi, hayrımızı düşünen liderimize ayak bağı olmayın da önünü açın; niye sorun çıkarıyorsunuz, yok muhalefetti, yok anayasa mahkemesiydi, yok yargı bağımsızlıydı filân” dedikleri bir rejim… “Bizim hayırhah, hepimizin iyiliğimizi düşünen liderimiz var, zaten o bizim bilmediklerimizi de biliyor, niye adamın işini zorlaştırıyorsunuz?” mantığı…. Zaten halihazırda AKP’nin % 50’ye varan tabanında böyle bir psikoloji var. Bunun hiç de sağlıklı ve özgürlükçü-demokratik bir rejim için uygun bir psikoloji olmadığı açık. Kurulması muhtemel ve kurulması istenen rejim asıl bu psikolojiye güveniyor gibi geliyor bana. Türkiye’yi böyle bir şey bekliyor.
Bizde Başkanlık sisteminin pratik uygulaması mümkün mü?
Başkanlık sistemi ABD’ye özgüdür, başka bir yerde işleme şansı neredeyse sıfırdır. Neden yok? Amerika’nın bu konudaki başarısı onun kendisine özgü şartlarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla ben şunu diyorum: Bir, Sayın Cumhurbaşkanı’nın tasarladığı ve adına başkanlık dediği modelin sahici anlamda başkanlıkla ilgisi yok. İki, sahici bir başkanlık sistemi Türkiye’de işlemez. Amerika’nın özel durumu kabaca şöyle özetlenebilir: Amerika’da merkezî (federal) devlet aşağıdan yukarıya bir şekilde kuruldu. Toplumu kuran devlet değildir, devleti kuran toplumdur orada. Toplum varlığını devlete borçlu değildir, aksine devlet toplumun iradesinin ürünüdür. Buna bağlı olarak da devlet toplumun hâkimi ve düzenleyicisi olarak görülmez. Amerikan Anayasasının “Haklar Yasası” kısmındaki bir maddede diyor ki, (bazı hakları sayıldıktan sonra), “İşbu anayasada birtakım hakların sayılması kişilerin haklarının bunlardan ibaret olduğu anlamında yorumlanamaz”. Bu müthiş bir ilkedir, özgürlük karinesidir bu. Amerikalılar temel haklara anayasaları bahşettiği için değil, anayasa öncesinde Tanrı vergisi olarak zaten sahiptirler. Devletin esas görevi de bu hakları korumak, kamu düzenini (law and order) ve güvenliği sağlamaktır. Dolayısıyla esas olarak “şerrinden korunulması” gereken kaçınılmaz bir kötülük olarak görülür. Evet güvenliğe, barış ve asayişe ihtiyacımız var (ordu, polis, mahkemeler vs.) ihtiyacımız var, ama yine de devlete güven olmaz. Bunun için sınırlı devlet fikrine dayanan anlayış hâkimdir topluma.
Başka ne gibi faktörler etkili?
Bunu sağlayan faktörlerden biri de Amerika’daki daha koloni döneminden gelen güçlü sivil toplum geleneğidir. Alexis de Tocqueville daha 19. yüzyılın ilk yarısında bunu fark etmiş ve yazmıştı. Amerikan “demokrasisi”nin temelleri arasında, merkezî bir otoritenin inisiyatifine veya talimatına gerek olmaksızın insanların kendiliklerinden bir araya gelerek ortak meselelerini müzakere edip kararlaştırma alışkanlık ve yeteneği var. Amerikalılar halâ, Avrupa’da ve bizde devletin işi olarak görülen pek çok kamusal meseleyi sivil toplumun sorumluluğunda görüyorlar; onun için örgütlenme, bir araya gelme, birlikte iş yapma becerileri yüksek. Amerika’da bizden farklı olarak, kendi ayakları üzerinde duran veya durabilecek bir toplum var, devlet toplumun velinimeti değil. Bizde öyle değil ki, toplumsal var oluşu, hayatı mümkün kılacak hemen hemen her şeyde devlete bağımlı bir toplumuz biz ve bu gitgide daha da artıyor. Devletin var kıldığı, devletin tanzim ettiği, devletin hayat tarzı, hatta tayin ve tarif ettiği, devlet-odaklı tuhaf bir ülke burası. Bu diyarda sadece “nimet”in değil, şeref ve onurun da kaynağı, bahşedicisi devlettir. Bunun için de başkancı sistemin hem kabul ettirilmesi kolaydır, hem de çok tehlikelidir Türkiye’de.
Bizde ferd devlet için, onlarda devlet ferd için diyebilir miyiz?
Tabii. Böyle bir geçmiş var. Dolayısıyla Amerika kurulurken şöyle düşündü kurucular, bunun özel tartışmalarını yapmışlar: Devleti, muhtelif yollarla ve sıkı biçimde bağlayalım, sınırlayalım, kayıtlayalım. Bunu nasıl yaparız? 1) Kuvvetleri yatay olarak ayırırız. Yani; kanun yapanla kanunları uygulayan ayrı ayrı olsun, yetkiler tek elde toplanmasın. Bu arada, mahkemeler tamamen bağımsız olsun. 2) Yetkileri merkez ile çevre arasında da, yani dikey olarak da bölüştürelim. Bundan federal bir yapı doğuyor. Onun için, Amerika’da merkezî (federal) devlet üzerindeki yük son derece azdır; ağırlıklı olarak, ulusal güvenlik ve dış politika ve kimi koordinasyon hizmetleriyle sınırlı. Dolayısıyla toplumun devlete dönük talepleri, ondan beklentileri nispeten azdır. Toplum büyük meselelerden ziyade küçük meselelerle ilgilidirler; yani ulusal düzeyden çok yerel düzeyde düşünür ve iş yaparlar; sorunları eyalet ve yerel yönetim düzeylerinde çözerler. Bizde ise, malum bunu aşağı yukarı tam tersidir. Dolayısıyla, devletin bu kadar hayatın merkezinde olduğu, toplumun kılcal damarlarına işlediği, sivil inisiyatife yer bırakmadığı Türkiye’de güçleri tek bir kişide toplayan bir sistem felâket demektir.
Bir de şu var: Amerika’da siyasî hayatı partiler kontrol etmez; çünkü orada Avrupa’daki ve bizdeki anlamda siyasî parti yoktur. Siyasî partiler daimî bir liderlikten, yerleşik örgütlerden ve katı bir hiyerarşiden yoksun, gevşek oluşumlardır. Faaliyetleri esas olarak seçim dönemlerine inhisar eder. Bizde ise siyasal partiler toplumu seferber edebilecek ve devleti kontrol edebilecek kadar güçlüdür. Ve eğer parlamentoda çoğunluğunuz varsa, siyasal parti liderliği marifetiyle hem yasama hem de yürütme sürecini kontrol ve manipüle edebilirsiniz. ABD’de siyasî partiler arasındaki ideolojik farklılık da bizdeki gibi kutuplaşma derecesinde olmadığı için kuvvetler ayrılığı işliyor. Kuvvetler ayrılığına rağmen sistemin kilitlenmesini önleyen bir faktördür bu.
Bizde karşılığı var mı?
Başkanlık sistemini demokrasi olarak tutan bütün bu faktörlerin bizde karşılıkları yok. Bizde gücü elde eden devletin tümüyle kontrol ediyor ve kendisiyle uyumlu olmayan güçleri veya mekanizmaları gereksiz, lüzumsuz, ayak bağı olarak görüyor; hatta kendisine zorluk çıkaranlara hain, düşman işbirlikçisi filân nazarıyla bakılıyor. Böyle bir kültürde de Amerikan anayasası modelini bile getirseniz düzgün bir şekilde işlemez.
Peki Türkiye daha fazla demokratikleşmek için ne yapmalı?
İronik bir şekilde Türkiye’nin millî bir anayasaya ihtiyacı var. Ama benim “millî”likten kast ettiğim büsbütün başka bir şey. Ben bununla, Türkiye toplumun irade ve ihtiyaçlarıyla evrensel standartları buluşturacak bir anayasayı kastediyorum. Türkiye’nin buna elverişli bir fikîr ve duygusal ilkime ihtiyacı var. Bunu oluşturmamız gerekiyor. Bunun için de her şeyden evvel konuşmayı, tartışmayı ve insanların bilgiye ulaşmasını kolaylaştırmak lâzım. İnsanları ikna edebilmek için ifade ve örgütlenme, toplanma özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması şart. Elbette bu süreçlerde elbette siyasî partilere çok rol düşüyor, ama ne var ki Türkiye’de siyasî partiler kamusal yararı amaçlayan örgütlerden ziyade kamusal rantları paylaştırma araçları niteliğinde. Onun için, Türkiye’de asıl sivil inisiyatifin güçlendirilmesine ihtiyaç var.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye olmalarını sağlayan Anayasa Mahkemesi kararıyla ilgili olarak, “kabul etmiyorum, uymuyorum” tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anayasasının daha başında kendisini hukuk devleti olarak niteleyen bir sistemde devletin başı makamında oturan ve üstelik “Anayasanın uygulanmasını gözetmek”le yükümlü bir kamusal kişiden böyle bir sözün sadır olması akıl alacak gibi değil. Bu konuda çok şey söylenebilir, ama bir tanesi geleceğe dönük olarak fevkalâde aydınlatıcı: Cumhurbaşkanının bu ve benzeri sözleri gelecekte bizi nasıl bir rejimin beklediğini, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, ayan beyan gösteriyor. Böyle bir gelecek ihtimaline karşı teyakkuz halinde bulunmak şu an itibariyle hepimiz için en acil ve hayatî görev durumundadır.
Röportaj:
Gökhan Yılmaz MGokhanYlmz
Ekrem Özden EkremOzden86
[email protected]