Özkan: Bize kavgayı öğreten ya da içimize kavgayı sokan birçok şey olabilir, ama benim aklıma ilk gelen tabiÎ ki cehalettir. Bu konuyla ilgili de âşıklar “Sakın cahilin yanına varma gönül demedim mi? Müşkül olsa da halını sorma gönül demedim mi?” demiştir. Bu bir nasihattir. Bunlar âşıkların, ozanların toplumu rehabilite etmek için söylediği arıtıcı sözlerdir.
İçimize kavgayı sokan cehalettir
Türkülerimizden ve Türk Halk Müziği’nin oluş, ortaya çıkış hikâyesinden bahsedebilir miyiz biraz?
Yaşanmışlık olmadan bu güzel kültür bütünlüğü ‘Türkü’ dediğimiz şey, ortaya çıkmıyor. Bir ağaç, bir toprak kadar ya da tabiatın herhangi bir elementi kadar gerçek ve yaşanmışlığa ait, içinde yalan dolanı olmayan bir şeydir Türkü. Tabiî ortaya çıkışı da tamamen gönüller ile alâkalı diye düşünüyorum ben. Mutlaka bir olay üstüne ya da yaşanmış bir sevda, Hakk aşkı, tabiat aşkı üstüne yazılmış bir şeydir. Aslında büyük sanatkârın takdiridir Türkü! Tabiîdir, çünkü, o kadar tabiîdir ki onu nerede dinlerseniz dinleyin sizi alır ve çarpar bir şekilde.
Türküler hep bir yaşanmışlık üzerinedir; bir yürek yangını, sevda yangını, belki çok büyük bir muhabbet ve Hakk aşkı ile ortaya çıkıyorlar dediniz! Peki ‘Türkü’yü bize, Türk halkına, Türk topraklarına, Anadolu’ya has kılan şey nedir sizce?
Birçok eren, evliya gelip geçmiş. Onların sözleri, muhabbet ve meşk kültürü var. Müziğe bir kudsiyet katma şekilleri, düşünceleri var. Bugün halen sekiz yüz yıl öncesinde yaşayan Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli Hazretleri’ni konuşuyorsak, onların da ortaya çıkan anlamda büyük katkıları var. Bunu asla inkâr edemeyiz. Sözlü ve sazlı kültürün ise ozanlar ve âşıklar tarafından süzülerek zincirleme bir akış ile günümüze kadar getirildiğine ve bu akış ile de bize has kılındığına inanıyorum ben. Bu güzel ve ışıklı bir yoldur. Ve günümüze kadar da bu yol hep takip edilmiştir. Her daim güzeli söyleyen, nasihat eden, zarif aşk anlatımlarıyla beşerî aşkı da çamur haline getirmeden çok şık bir şekilde sunan derin bir yol… Bütün köy türkülerinde o kadar güzel sözler duyarsınız ki, bir anda çarpar sizi. Türkü özünde de bir şiirdir zaten. Allah rahmet eylesin! Nida Tüfekçi Hoca, “Halk dehaları!” derdi böyle derinliği olan eserler ile karşılaştığı zamanlarda. Bize ait dili ustaca kullanarak o temiz duyguların günümüze kadar gelmesinde emeği geçenler öz, arı-duru Türkçeyi kullanan ozanlarımız, edebiyatçılarımız, yazar-çizerlerimiz ve âşıklarımızdır. Bazı türküler vardır meselâ, siz onu ancak empati yolu ile anlayabilirsiniz. “Her türkü bir kuraldır ve o kural sadece o türkü için geçerlidir!” derdi yine Nida Tüfekçi Hocamız. Bize sadece anlamanın ve idrak etmenin gerekliliği düşüyor bu noktada. Biraz daha analiz ederek dinlediğimiz takdirde bugün dilden düşmüş olan yüzlerce, binlerce kelimenin türkülerde halen yaşadığını görürüz. Türküler sayesinde o kelimeler ölmez. Yüzyıllar sonra o türkünün içinde yaşayan, nefes alan bir kelimedir, ama gündelik konuşmada çoktan düşmüştür dilden. Meselâ “Ağ elime mor kınalar yaktılar” diye bir türkümüz var. ‘Ağ el’i kullanıyor muyuz şu an? Ağ denilince “Top ağlarda!”, “Ağ ile balık çektik” ya da “Örümcek ağı” geliyor aklımıza değil mi? Ama ‘Ağ’ beyaz, ak anlamında kullanılıyordu! Bunlar türkülerde yaşıyor işte. Türkülerin, özellikle de sazlı ve sözlü kültürün dile katkısı çok büyüktü. Tabi bunun yanında oturma, kalkma, edep, ahlâk, anlayışını saymıyorum, bunlar yolun gereği zaten!..
Edep hali bu yolun da kilit taşı anladığımız kadarıyla. Hangi sanat dalına baksak muhtevasının edep ölçüsüne dayandığını görüyoruz. Ama sanatlarımızda bu hali ne kadar yaşadığımız tartışılır sanırım?
Aslolan bir manayı taşımaktır, onun hakkını verebilmektir! İlk önce erdemin, insan olabilmenin idrakine varıp onu taşıyabilmektir. Bu sadece sanatla, sanatçıyla da alâkalı bir durum değildir bence. İnsanın kendisi ile alâkalı bir durumdur ve her insan bu hali taşımalıdır. Ne iş yapıyorsanız yapın fark etmez. Simit de satıyor olsanız, onu güzel sunun. Gülümseyerek verin insanlara. Okumuşlukla, okumamışlıkla da alâkalı değildir! Çok kültürlü ve eğitimli bir insandan da çok farklı, çirkin bir hareket görebiliyorsunuz zaman zaman. Hiç okumamış dediğiniz insandan da başka bir güzelliğe şahit olabiliyorsunuz. Bu tamamen insanın kendisi, yapısı, hayata bakışı ile alâkalı bir durumdur!..
OZANLARIN SÖYLEDİĞİ ‘BİRLİK’ OLMAKTIR
Görmek ve onu içselleştirmekle de alâkalı öyle değil mi? Ve Anadolu’nun insanları aslında Türküleri icra ederken biraz da bunları hissetmiş, yaşamış ve aktarmıştır diye düşünüyoruz?
Aynen öyle!.. Neden bu kadar ozan Anadolu’ya gelmiştir diye düşündünüz mü hiç meselâ? Ben diyorum ki bizim ihtiyacımız varmış bu güzel sözlere. Anadolu’da yetmiş iki milleti bir arada görebilirsiniz. Çok zor bir yerdir Anadolu. Ama işte bir hazret gelir “Yetmiş iki millet birdir bize, biz kimseye kim tutmayız!” der ve bitirir olayı. Ve biz o bahsettiğimiz ulu ozanların hangisinin eteğinden tutarsak tutalım bizi alıp bir yere götürür. Bizi incelterek götürürler. Yol aynı yol ve hepsi aynı gözeden yazıyorlar, aşkın gözesinden yazıyorlar, Hakk’ın gözesinden yazıyorlar. Birisi öyle anlatıyor, diğeri başka türlü anlatıyor. Türkülere de etki ediyor işte o güzel, değerli sözler..
Hangi âşığımızın veya ozanımızın, değerlerimizin eteğinden tutarsak, ifadelerinin manasına vâkıf olursak mutlaka birliğin ve beraberliğin güzelliğine erişiriz dediniz. Türkülerin, âşıkların, ozanların birleştiriciliği asıl bu noktada ortaya çıkıyor değil mi?
Tabi ki!.. Neşet Ertaş üstad -Allah rahmet eylesin, kendisi bir abdaldır.- Son Abdal diye yazıldı, ama abdallık geleneği tabiî ki devam ediyor ve edecek- ile bir muhabbetimizde o kadar güzel bir cümle söyledi ki. Ayrımcılıktan bahis açılmıştı ve şu-bu, sen-ben, öteki-beriki gibi lâflar kullanılıyordu. Üstad “Ayıran kendini ayırır!” demişti; günümüze de çok denk düşen bir cümledir bu. Biz Biriz. Kendimizi fotografın dışına koyup dışarıdan konuşacak olursak hiçbir yere varamayız. Biz o fotografın birer nakışıyız. Yanlış da olabiliriz! Âşık Noksanî diyor ki; “Yanlış da bir nakıştır, biz ne karışırız o nakşa!” Şimdi Neşet Ertaş’a fahri doktora veren İstanbul Teknik Üniversitesi hata mı etmiştir? İşte birleştirici, aydınlatıcı ve güzel şeyler söyleyerek toplumu bir araya getirici davranışlar, hareketlerdir bunlardır… Büyük ozanlar her ne söylerlerse söylesinler, birlik noktasından ayrılmazlar! Herkesi yine bir etti Kırşehir’de cenaze namazında. Müthiş bir vakardı. İnsanların gözlerinden anlıyorsunuz. Herkes çok üzgündü. Peki neden? Çünkü herkese değmiş, gönüllere dokunmuş. “Gönüller yapmaya geldik” diyoruz, ondan sonra gönül yıkıyoruz, kırıyoruz. Olmuyor ki! Her ne olursa olsun. İdeolojik olabilir, günlük hayatta olabilir, ozanların, âşıkların bize söylediği ‘Birlik’ olmaktır!”
MUHABBETTEN GEÇEN HAKK’TAN DA GEÇER
Birleşmek, birlik olmak, millet olmak, aynı can olmak!.. Türküler, bu noktada kıymetini tam olarak bilemediğimiz ve son dönemlerde de ne söylediklerine pek vâkıf olamadığımız, belki de biraz farklı akımlar yüzünden ötelediğimiz değerlerimiz. O güzel değerlerin günümüze yansımasına vesile olan Âşık Veysel, Neşet Ertaş ve daha nice erenler, âşıklar, ozanlarımızdan da bahsedebilir miyiz biraz?
“Âşık Veysel âşıklığın son halkasıdır” derler. Oysaki Âşık Veysel yaşarken “Bu bir yoldur ve yol da sürenindir. Süren kim olursa olsun devam ettiği müddetçe gider!” sözleri ile bu düşüncelere açıklık getirmiştir. Âşık Veysel ne demiş; “İki kapılı bir handa..” birinden girersin diğerinden çıkarsın!.. Önemli olan burada ne yaptığındır. Siyaset üstü bir düşünür, bir filozof, bir nüktedan, büyük bir şair olduğunu bu ifadesi ile göstermiştir. Ama ne yazık ki Âşık Veysel’i, Yunus Emre’yi, Mevlânâ Hazretlerini ve diğer hazretleri daha kendimiz bile tanıyamadık. Kaldı ki dünyaya mal olması gereken, dünyanın faydalanabileceği o kadar güzel değerlerimiz, insanlarımız, âşıklarımız, ozanlarımız var ki! Biz onları dinlemiyoruz ve hâlâ kavga ediyoruz. Tartışma ve kavga aslında bizim kültürümüzde yok. Bizde ‘muhabbet’ var, iş muhabbet ile çözülür çünkü! Hani der ya Şah Hatâyî, “Muhabbetten geçen Hak’tan da geçer” diye!..
Bize kavgayı öğreten ya da içimize kavgayı sokan şeyler neydi sizce. Bu ayrışmayı gerektirecek zihniyeti içimize ne tohumladı?
Birçok şey olabilir, ama benim aklıma ilk gelen şey tabi ki cehalettir. Bu konuyla ilgili de âşıklar “Sakın cahilin yanına varma gönül demedim mi? Müşkül olsa da halını sorma gönül demedim mi?” demiştir. Bu bir nasihattir. Bunlar âşıkların, ozanların toplumu rehabilite etmek için söylediği arıtıcı sözlerdir. Bunun kime ne zararı olabilir ki? “Kırma gönül şişesini yapan bulunmaz bulunmaz. Yıkma Hakkın binasını ören bulunmaz bulunmaz!” Kırma, yapma, dökme diyor. İlâhî Aşkı, beşerî aşkı, sevdayı, doğayı bayağılaştırmadan çok güzel anlatıyor. Ne diyor hazret Âşık Veysel “Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse, o anda acısın duyar iniler. Katlansa acıya sakince geçse, esen rüzgârlara uyar iniler!” Bakın bin üç yüz sene sonra Yunus Emre’nin sözlerine nazire yapıyor. Bu nasıl bir yoldur, ne güzel ve ışıklı bir yoldur! Âşık Veysel “İniler” diyor, Yunus Emre’de “Benim adım dertli dolap, suyum akar yalap yalap. Böyle emreylemiş Çalap. Derdim vardır inilerim!” diyor. Ayrıca bu siyaset de bizi bitirdi. Biz siyaseti de çirkin yapıyoruz. Keşke böyle bir şey olmasaydı diyorum ya da bu şekli ile olmasaydı. İki insan arasına bir ideoloji nasıl girebilir ki? Bakın benim her kesimden arkadaşlarım vardır. Bir de ön yargı var! Bizi bitiren diğer şeylerden biri de önyargılardır. Önyargı kimde olur? Kendinden emin olmayan insanlarda olur. Ne diyor “Çağırılan yere erinme, çağırılmayan yere görünme!” Bana değer verdiniz düşüncelerimi soruyorsunuz. Burada siyaset konuştuk mu? Konuşmadık, muhabbet ediyoruz değil mi? Bakın bir tanesi de siyasetmiş demek ki.. Önyargı ve siyaset!..
SEVMİYORSANIZ YAPMAYACAKSINIZ
Türk Halk Müziği bozulmaya maruz kalmış mıdır? Bu noktada sizi yoran, inciten şeyler var mıdır?
Özensiz icralar oluyor maalesef ki, olmuyor değil. Bunlar geçmişte de oluyordu. Herkesin olan şey hiç kimsenindir, hiç kimsenin olan şey de herkesindir. Anonim deyip alıp kafasını gözünü yararak kullanıyor. Kelimeler yanlış, hiç dinlememiş, haberi yok! Anadolu’da dervişler ya da hani deriz ya Anadolu insanları vardır, deli midir, dolu mudur, yoksa deli-dolu mudur bilinmez. Bazen Hakk’tan bir şeyler söylerler onlar! Bir toplulukta icra edilen bir şeyler olduysa sorarlarmış o kişiye ‘beğendin mi?’ diye. Eğer beğendiyse “Haberi var, haberi var!”, beğenmediyse “Haberi yok, haberi yok!” dermiş... Emeksiz olmuyor ki! Biraz çalışmak gerekiyor, emek sarf etmek gerekiyor. Çünkü büyük bir umman ile uğraşıyorsunuz. Onun içine daldığınız zaman kayboluyorsunuz. Biraz bakmak, özenmek, çalışmak, emek sarf etmek gerek. Akort yapmadan saz çalamıyoruz, çiğnemeden yutamıyoruz. Müzik de, edebiyat da böyle bir şey. Birinci kural sevgidir. Zorla olmaz, sevmiyorsanız yapmayacaksınız. Meşhur bir hikâye var o geldi aklıma şimdi. Mesut Cemil ile Tanburî Cemil Bey arasında geçer. Oğul gidip babaya der ki; “Ben müzisyen olacağım!” Baba da oğula der ki; “Oğlum, müzik çok güzel bir şeydir. Müzisyen olursan bütün gönülleri, ruhları şad edersin. Ama kötü bir müzisyen olursan bedbaht olursun!”. Müziğin bir kere ruhanî olduğuna inanacağız. İnsan sesi zaten başlı başına başka bir güzelliktir, bir enstrümandır aslında. Bağlama da ona eşlik eder. İkisi bir olur ve işte orada “Aşk ikinin bir olmasıdır!” dedikleri şey gerçekleşir. Bağlamaya biz sadece bir müzik aleti olarak baktığımız zaman yanılırız. Onun taşıdığı o kadar çok değer var ki! Onları bilmemiz lâzım ki hakikaten lâyıkıyla bu işi yapabilelim. Tabi hoca da bu noktada çok önemlidir. Lâkin o da yine kısmet nasip meselesi...
Elbette ki her icra hâli giyinmek demek değildir. Bağlamanın anlamı, türkülerin o sesleniş ile aktarımı, yolun o değerli hâlini giyinmek ve hakkını vermek bir hayli meşakkatli, ama sonunda da çok kazançlı bir çaba olsa gerek?
Ben bu kadar konuşmayı sevmem aslında… “Kâl ehli olmak önemli değil, hâl ehli olmak önemlidir” diyorlar. Hem kendi halini bilmek, hem de halden anlamak. Bağlamayı ellerine alıp çirkin sözler ile bir şeyler söylüyorlar. Bu beni çok üzüyor. Bizim kutsalımızı tutup yerden yere biz vurursak başkasından saygı bekleyemeyiz. Kutsiyetten kastımız da tapınmak anlamında değildir elbette ki, estağfirullah!.. Ama bunun değerini de anlamamız gerekiyor. Burada bizim dilimiz var, dılımız (gönlümüz) var, edebimiz, ahlâkımız, oturmamız, kalkmamız, ibadetimiz, bütün her şeyimizi söylemişiz. Ali Ekber Çiçek üstadımız -Allah rahmet eylesin- bir muhabbet esnasında bana “Evlât sana bakıyorum da hiç para-pul, dünya işleri ile ilgilenmiyorsun” dedi. Ben de “Ne yapayım, paranın üzerinde babamızın resmi yok. Parayı mı koyalım birinci sıraya baba, sen eski adamlardan birisin.” dedim. Cevap olarak “Mana önden gider, madde onu takip eder. Hiçbir şey olmaz, korkma! Sen yeter ki o mananın peşinden git!” dedi. Birinci sıraya sevdiğimiz için hep manayı koyduk biz. Mananın ne demek olduğu anlamaya çalışıyoruz hâlâ. Geldik gideceğiz sonuçta, ama insanlık adına düzgün bir şeyler bırakmak lâzım. Hani Âşık Veysel diyor ya; “Dâvâ insanlık dâvâsı” diye. Bir başka yazar; “Ben insanlar için yazmam, insanlık için yazarım” diyor. İşte onu Âşık Veysel “Dâvâ insanlık dâvâsıdır!” diyerek noktalamış... Yine Âşık Veysel der ki; “Nasibin değilse dayak bile yiyemezsin!” Siz neye hazırsanız o da size hazırdır zaten! Siz bir yere gitmeye çalışıyorsanız, gidersiniz…
BU KÜLTÜR PATRONLARIN ELİNE BIRAKILMAMALI
Sohbetimiz boyunca hep geriye dönük olarak değerlerimizden bahsettik. Bu değerlerin bizlere bırakmış oldukları mirasın hakkıyla icra edilebilmesi için ne yapılmalı?
Siz onun aslına ne kadar yakınlaşırsanız, kaynağına uygunluk noktasında o derece başarılı olursunuz. En önemli şey varolan kayıtları dinlemektir. Bir Âşık Veysel türküsü okuyacaksanız eğer onu mutlaka Âşık Veysel’den dinlemelisiniz. Bir Ahmet Gazi Ayhan kaydı varsa dinleyeceksiniz. Çok dinleyip, çalıştıktan sonra kendinizi o türkünün içine katabilirsiniz ancak. Bilmeden, haberiniz olmadan üstelik bir de “Ben yaptım, oldu!” mantığıyla yaparsanız olmaz. Sistemli, severek, bıkmadan usanmadan, anlayarak idrak ederek çalışmak gerek. Yeri geliyor bir harfin peşine düşüyoruz biz. Tek bir harf, bir nokta, bir virgül bütün şiiri düşürebiliyor! Sözlü müzikle uğraşıyorsanız eğer biraz edebiyatla da ilgilenmek gerekiyor. Bir deyişte, bir türkü de Arapça, Farsça tamlamalar, kelimeler oluyor bazen. Çoğunu bilemiyoruz. Ozan yazmış, kullanmış, yerine de oturtmuş ama! O cümleyi ya da o mısrayı bilmezseniz, anlamazsan eğer nasıl ruhanî bir şekle sokup söyleyebilirsiniz ki! TRT Radyosu bu konuda oldukça değerli çalışmalar yapıyor. Orada çok güzel bir kültür, müthiş bir arşiv var. Bunlar bizim kültürümüz için çok önemli. İyi ki yapmışlar. Bu kültür patronların eline bırakılmamalı zaten. Bunlar bizim öz değerlerimiz ve kültürümüz, bırakılamaz ki! Başkalarına gidip “Gelin bizi bize anlatın” mı diyeceğiz? Önce biz sahip çıkacağız kendi değerlerimize. İlk önce bu aşağılık kompleksinden kurtulmamız lâzım. Ankara Radyosu’ndan rahmetli Muzaffer Sarısözen sazını kılıfsız çıplak hali ile alırmış sırtına, Kızılay’a kadar yürür ve geri gelirmiş. Sırf bu sazı görsünler, tanısınlar, bilsinler diye. Kiminle yürüyor? O dönemin milletvekili ile veya yüksek mevkili bir bürokratla yapıyor bunu. Neden bu kültürü ve aleti dünyaya tanıtamıyoruz? Bunun türevi olan Buziki’yi dünya tanıyor meselâ. Halbuki Buziki ‘Bozok’tan gelir. Bozok da sazın bir türüdür. Artık kendimizi hırpalamayalım, kendimize gelelim. Çok değerli ve güzel bir kültürümüz var. Bir gazetede okumuştum, çok ağırıma gitmiş olsa dahi doğru bir tesbit yapmıştı yabancı bir yazar. Diyor ki “Türkler büyük bir hazinenin üzerinde oturan dilencilere benziyorlar!” Bizim kültürümüzün ne kadar büyük olduğunu bir yabancı anlatıyordu bize. Anlayabilirsek kârımız odur!..
Melek Şafak
[email protected]
[email protected]