“Halktan kopuşun 1923'te başladığı kanaatindeyim. 29 Ekim 1923 günü Meclis'te bir darbe yapıldı. Halkın temsilcileri olan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, A.Fuat Cebesoy gibi muhaliflerin hiçbiri o gün Meclis'te yoktu.”
Mustafa Armağan ile gerçekleştirdiğimiz röportajın üçüncü ve son bölümüyle devam ediyoruz. Röportajın ilk ve ikinci bölümlerine de erişebilirsiniz.
Dil devrimi ve harf inkılâbı hangi amaçlarla yapıldı ve amaçlarına ulaştı mı?
Maalesef büyük ölçüde ulaştı diyebiliriz. Amaç İslâmsızlaştırma ve Osmanlısızlaştırma idi, bunu açıkça koyalım ortaya. Kurulan yeni ülkeyi İslâm’dan kopartmak… maksat buydu. Bütün inkılâplar için bunu söyleyebiliriz. Hilâfetten rakamların, ağırlık ölçülerinin değiştirilmesine kadar. Bunlar belirli bir program dahilinde adım adım yürürlüğe konuldu. Bir tek şu yapılamadı: Din değiştirilmedi. 10. yüzyılda bunu yapabilirdiniz de 20. yüzyılda yapmak kolay değildi, insanlar artık aydınlanmış, gelenekler oturmuş, yayınlar olmuş vs. Bu nedenle dini de dil üzerinden değiştirme yoluna gittiler. Çünkü dini, dilden kopardığı zaman din efsununu yitiriyor. “Tanrı” dediğin zaman ne oluyor? Allah’tan koparmış oluyorsun mü’minleri. “Tanrı Uludur”. Nedir o Tanrı? –eski Türklerin tan yeri ilâhı mı? Tanrı hiçbir zaman Allah’a denk olamaz, ancak sıfat ya da niteliklerinden biri olabilir. Onun Allah’ın zat ismiyle denk tutulması dinin semantiğini paramparça etti. Esas mesele, dinin etkisini devletin ve yoğurmak istedikleri toplumun üzerinden kaldırmaktı. Dinin aurasını, efsununu yok etmekti. Bunun için de en etkili yol dile müdahaleydi.
Meselâ gazetelerde “Her gün 5 kelime uyduruyoruz kampanyası” başlatıldı. İşin garibi, bunların çoğu da dini içerikli kelimelerdi. Çok komik örnekler de çıktı ortaya. Meselâ ‘mebus’ kelimesi. Ne “parlamenter” gibi uzun ve söylenmesi zor, ne de “milletvekili” gibi ucube. Önce “saylav” yaptılar, her halde sayılandan filan yola çıkarak. Tutmayınca milletvekili. Ama millet Arapça olduğu gibi vekil de Arapça! “Meb’us” kelimesini Arapça diye atıyorsun, “milletvekili” diye Arapçadan 5 heceli bir kelime uyduruyorsun ve bu da Türkçe oluyor! “Meb’us” kelimesini niçin değiştiriyorlar? Çünkü mebusta bi’set kavramı var, “bi’set-i Nebevî” deriz, Efendimiz’in (asm) Resul olarak, elçi olarak görevlendirilişi, nübüvvetle taçlandırılması demek. Mebus’u kaldıracak çünkü İslâmî bir anlamı var.
Peygambere “yalvaç”, dine “inak” denildi vs. İman yerine “inanç” denildi meselâ. Oysa “iman” başka, “inanç” başka. Bir insan tuttuğu takıma inanç duyabilir, ama iman eder mi? Bütün kavram şemsiyesini paramparça ediyorsunuz. Dolayısıyla dil meselesi, din meselesinden ayırt edilemeyecek kadar önemli. Yani dil, bir bakıma dindir. Çünkü gelenek dindir, dinin, Kur’ân’ın etrafındaki 1000-1500 yıldır oluşturulan sur paramparça edilmek isteniyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin gördüğü rüya üzerine yaptığı yorum çok manidar. Kur’ân-ı Kerîm’in etrafındaki sur yıkılacak diyor. Anlatmak istediği İslâm medeniyeti. Evet dinin kendisi medeniyet değildir, ama dini sizin için korunaklı bir alan haline getirir ve o alanın doğal sonucu dine teveccüh etmektir. Dolayısıyla Bediüzzaman o sur yıkılacak dedi ve hakikaten de Osmanlının çökmesiyle de yıkıldı. Onun yıkılmasıyla dil de, dilin taşıyıcısı olduğu kültür de ortadan kalktı.
Harf inkılâbı meselâ. Şu anda Türkiye tarihçiliği olması gerekenin 100 yıl gerisinde. Çünkü biz hâlâ Osmanlıca metinlerin yeni harflere çevrilmesiyle uğraşıyoruz. Hâlâ onu çevir, bunu çevir, Lâtinize et vs. Bunlarla uğraşıyoruz. Doğru düzgün çevirebilsek keşke. Şunu soruyorum: Eğer Harf İnkılâbı yapılmasaydı bizim tarih ve edebiyat bölümleri ne iş yapacaktı? Eski metinler üzerine yorumlar geliştireceklerdi. Ama biz işin daha hamaliye kısmındayız. Bu kelimeyi doğru mu çevirdin yanlış mı çevirdin? Bunlarla uğraşıyoruz. En azından 50 yıl kaybettik.
BİR GECEDE CAHİLLEŞTİK
Bir gecede cahilleştik yani?
Hâlâ da cahiliz. Meselâ “Osmanlıca bilmiyorum” diyen inkılâp tarihi hocalarını gördüm. Gerek yok, diyor, herşey Nutuk’ta var nasıl olsa. Böyle bir bilim olabilir mi? Osmanlıca dediğin İngilizce değil, Çince değil. Türkçe. Hepi topu 15 günde sökebileceğin bir alfabe, ama bunu bilmemeyi iftihar vesilesi sayanlar var. Dünyanın her yerinde bir taşın üzerine taş koymak medeniyet sayılırken Türkiye’de yıkmak, bir dili, bir alfabeyi unutturmak medeniyet sayıldı. Hâlbuki bunun anlamı dünyanın her yerinde barbarlıktır. Bir barbarlık yapıldı; dilimize, dinimize, kültürümüze, tarihimize. Bu barbarlığı nasıl yapabildiler. Daha da önemlisi, bu barbarlığı bize nasıl medeniyet, ilericilik, gelişmişlik diye kakalayabildiler? Dünyada bizden başka hangi büyük medeniyet temsilcisi ülke alfabesini değiştirdi?
RİSALELER GEÇMİŞİMİZLE ARAMIZDA KÖPRÜ
Risale-i Nur’un sadeleştirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle pragmatik maksatlarla klâsik dönemde yazılmış ve bugünkü nesle hitap etmesi zorlaşmış kitapların sadeleştirilmesi mümkün. Eğer böyle bir şey yapılacaksa üzerine bu kitap filanca kişi tarafından sadeleştirilmiştir diye yazılmalı. Okur da bilsin. Nasıl ki Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre piyesini alıyorsunuz, üzerinde “filanca kişi tarafından sadeleştirilmiştir” diye yazıyor. Okuyucu aldatılmamalı. Üzerine “Risale-i Nur Külliyatından” yazıp sadeleştirilmiş olduğu belirtilmeden sunulması hem bilimsel hem de yayıncılık ilkeleri açısından dürüstçe bir tavır değil.
Risale-i Nur’un orijinallerini korumak görevimiz olmalı
Eserin müellifinin izni yok zaten…
Bana kalırsa orijinalini muhafaza gibi bir kaygımız mutlaka olmalı. En fazla metnin altına o kelimenin bugünkü karşılığı yazılabilir. Orijinal metin sabit kalır. Unutmayalım ki Risaleler geçmişimizle aramızda muhteşem bir köprü. Bu köprüyü yıkmayalım. Nasılsa bu eser 1930’ları, 40’ları aşıp mesajını bugüne ulaştırabilmiş. Bu, büyük bir nimet olarak görülmeli. Bunun orijinali korumak bu topraklardaki Müslümanlar olarak görevimiz olmalı.
Peki Risale-i Nur bu yozlaşmaya engel oldu mu, oluyor mu?
En azından kendi etki alanına giren insanların zihinlerinde büyük bir inkılâp meydana getirdiğini, büyük bir direnç noktası teşkil ettiğini söylememiz lâzım. Filoloji mezunu biri olarak söyleyebilirim ki, Risale-i Nur aynı zamanda Cumhuriyet döneminde 1400 yıllık İslâmî birikim silsilesine bağlandığımız halkadır. Bir defa onu okuyarak geleneğe bağlanıyorsun, içinde hadis, tefsir, fıkıh, felsefe, tasavvuf… hepsi var. İbn-i Arabi de var İbn-i Teymiyye de. Geleneği bütün haşmetiyle sana ulaştırıyor. İkincisi bunu bir de özel bir dille yapıyor. Medrese dilini sokaktaki adamın dünyasına sokuyor. Bu tam da cumhuriyetin tasfiye etmeyi amaçladığı kumaşı tersinden dokuyarak yeni baştan inşa etmesi demek. Bu çok şaşırtıcı ve dünya tarihinde de zannediyorum benzeri olmayan bir hadise, Şerif Mardin Mart sayımıza bir söyleşi verdi, diyor ki, “Kafamı çatlatıyorum şunun cevabını bulamıyorum: Bediüzzaman’ın yazdıklarını ilim adamlarının, ulema kökenli insanların, aydın kitlenin okuyup anlamasını anlayabilirim. Ama bir köylünün onunla ne işi olabilir? Nasıl oldu da o köylüyü bu yüksek kültür düzeyinin atmosferine dahil edebildi? Bunun sosyolojik bir izahı yok”. Yok gerçekten de. Ancak medreselerde uzun yılar okuyan bir insanın edinebileceği bir kültürü bir köylü nasıl benimseyebilir? Risale-i Nur’un kerameti varsa birincisi budur. Eğer biz 1910’larda yaşıyor olsaydık böyle bir dili konuşurduk ancak, Risale-i Nur o dili 100 yıl sonra bile milyonlarca insanın anlayabileceği bir hale getirmiş oldu. Ben bir ara espriyle karışık, “Bugün Nutuk’un orijinalini okuyup anlayacak Kemalist bulamazsınız. Nutuk’un orijinalini hem okuyup hem de anlayabilecek tek bir kesim var, o da Risale-i Nur camiası, fakat onlar da okumazlar” demiştim. Kemalistler okusa da anlayamaz, Nurcular anlayabilir, ama okumazlar.
Bir tarihçi olarak Bediüzzaman’ın sizi en çok etkileyen yönü neydi?
“Konuşan yalnız hakikattir” bahsi beni darmadağın eder daima: Diyor ki: Ben kanunlara aykırı bir şey yapmıyorum. Kimseye ilişmiyorum, fakat neden 27 yıl boyunca eza, cefa, sürgün, hapis, zehirleme vs. teşebbüslerine maruz kaldım? Bunu çözemiyordum. 1950’ye kadar bunları neden yaşadım? Bunu bir türlü kafamda halledemiyordum. Günün birinde fark ettim ki meğer yaşadıklarımı ben kendim hazırlıyormuşum. Çünkü zulüm oldukça ben Allah’a sığınıyor ve farkına varmadan Allah’ın indindeki mertebe ve makbuliyetimi arttırmasına sebep oluyorum. Ben ona sığındıkça O da bu halimin devamı daha muvafık görüyormuş. Dolayısıyla benim, manen, -bir bakıma- menfaatperestlik yapmış olduğumu fark ettim, lâkin benim buna dahi hakkım yok. Çünkü burada kendimi öne çıkartmış oluyor, şahsım için bir şey istemiş oluyorum. Manevî kemalatım için… Sonunda anladım ki benim buna bile hakkım yok. Farkına varmadan Risale-i Nur ile okurları arasına kendimi bir engel olarak koymuşum. Bunu fark edince kendimi tamamen geriye çektim ve Risale-i Nur’un insanların üzerinde tesiri arttı diyor. Dolayısıyla ben manevî bile olsa kendi menfaatime bir şey talep etmiyorum, ben yokum. “Said yoktur, ruhsatı da yoktur”.
Bence bu ancak Nebevî yolda yolunda kemalat sahibi bir insanın söyleyebileceği bir sözdür. Çünkü hepimiz zulüm gördüğümüz zaman Allah’a sığınır, ondan yardım isteriz, bizi kurtar, dayanma gücü ver vs. Hz. Eyüb’ün yarasından düşen kurdu alıp tekrar yaraya koymasını düşünün… Onun derinliğini bu tür açıklamalarla anlayabiliriz.
Bu bölümü okurken çok çok sarsıldım, kendimden utandım hatta, çünkü en ufak bir sorun olsa hemen “üzerimize geliyorlar” vs. diye şikâyete başlarız. O bölümü Sebilürreşad dergisindeki orijinalinden okuyalım beraberce: “Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerce şükrediyorum ki bana bu suçu ilham etti. Benim asıl suçum ve cinayetim işte bu. Büyük bir enaniyetin eseri olarak hizmet-i Kur’âniye’yi şahsıma, maddî ve manevî kemalatıma, terakkiyatıma alet yapmakmış.”
Sonunda da “Nur mekteb-i irfanı talebelerine mühim bir vasiyetim” diyor. Çok önemli bir nokta bu. “Bu derunî hislerle ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı, herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri amal-i saliha ile kazanmış ve bu yola müteveccih olmak hem meşrû hakkı olduğu hem de hiç kimseye bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men ediliyordum.” İşte bu sözleri okuduğumda tükendim.
Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra Anıtkabir özel defterine, M. Kemal’e ithafen “Vefatınızdan sonra cumhurbaşkanı makamı ile cumhur arasında kopan bağ yeniden kuruldu” diye bir cümle yazdı. Peki M. Kemal döneminde gerçekten de cumhur ile başkanı arasında bir bağ var mıydı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan siyaseten böyle söyleyebilir, ama ben asıl halktan kopuşun 1923’de başladığı kanaatindeyim, 1938 aslında bu kopuşun zirve yaptığı noktalardan biriydi. Dolayısıyla 29 Ekim 1923 günü mecliste bir darbe yapıldı. Halkın temsilcileri olan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi muhalif milletvekillerinin hiçbiri o gün mecliste yoktu. Hatırlayın, 367 için nasıl bir mücadele verilmişti Türkiye’de? Neydi olay? Halkın iradesinin cumhurbaşkanı seçemeyecek bir konuma indirgenmesiydi. 1923’de 289 milletvekili vardı mecliste ve bunların sadece 158’i o gün meclisteydi. Diğerlerine haber verilmedi. Baskın bir seçim yapıldı. Karabekir Trabzon’da, Rauf Orbay İzmir’de vs. Apar topar 158 milletvekili ile, bırakın 367 gibi 2/3 çoğunluğu, yarıya yakın diyebileceğimiz bir kısmın o gün meclise gelmesi engellendi.
Yalnız orada hukukî bir problem daha var: Bir ülkenin rejimini değiştiren bir kanun çıkarıyorsunuz ve kanun daha Resmî Gazete’de bile yayınlanmadan birkaç dakika sonra o kanuna göre cumhurbaşkanını seçiyorsunuz! Bir kere rejimin adı tescil edilip resmileştikten sonra onun cumhurbaşkanı seçilebilir.
Dolayısıyla 1923’de kör topal ilerleyen demokrasi tecrübemiz ağır bir darbe yedi ve halkla yönetimin bağları koparıldı. 1925’de bütün ülkede sıkıyönetim ilân eden ve hatta olağanüstü hal ilân eden Takrir- i Sükûn Kanunuyla bir darbe daha aldı ve 1927 meclisi ile halktan tam anlamıyla kopuldu. 1923’de yapılan seçimde Karabekir, Rauf Orbay gibi muhalif isimleri henüz tasfiye edememişti Mustafa Kemal. 1927’de bütün milletvekillerini kendisi seçerek ‘kız gibi bir meclis’ yaptı. Bütün muhaliflerden temizledi.
Düşünün, milletvekillerini bir kişi seçiyor. Milletvekilleri de cumhurbaşkanını seçiyor. Bunun demokrasiyle, halkla, halkın iradesiyle ne alâkası var? Bu tamamen bir atama meclisi. Meselâ Yahya Kemal Urfa’dan milletvekili seçiliyor, Yahya Kemal’in Urfa ile ne alâkası var? Adam belki hayatında gitmemiştir oraya. Dersim’e Selanikli bir dönmeyi mebus atıyorsun vs. Velhasıl 1946’ya kadar demokrasiyle en ufak bir ilgisi olmayan karanlık bir dönem yaşandı. 1946’da ilk defa çok partili bir seçim yapıldı, ama hileli bir şekilde. 1950’ye kadar bizde demokrasiden söz etmek mümkün değil.
Ben 1923’ü kesinlikle devletin cumhurla buluşma tarihi, 1938’i de bu mutlu buluşmanın bitiş tarihi değil, tam tersine, halk ile cumhurun buluşma umutlarının yumruk yediği bir tarih olarak görüyorum. O tarihte işi bitirilemeyenlere sıra 1925’te gelecek, kılıç artıkları ise 1926’da İstiklâl Mahkemeleriyle sofradan silkelenecektir. Bugün sofrada gördüklerimiz hemen tamamen 1950 sonrasına aittir. Tabiî her 10 yılda bir sofraya saldıran çakallardan geriye ne kaldıysa…
—SON—
Ekrem Özden
[email protected]
EkremOzden86
Fotoğraflar: Erhan Akkaya / Yeni Asya