“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran Sûresi: 31.) âyetinde i’cazlı bir icaz vardır. Çünkü çok cümleler bu üç cümlenin içinde derc edilmiştir.
Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: “Allah’a (celle celâlühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız.
Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zata benzemelisiniz. O’na (asm) benzemek ise, O’na (asm) ittiba etmektir. Ne vakit O’na (asm) ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki, insan için en mühim, âlî maksat, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır. Bu makamda üç nokta ispat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.
• Birinci Nokta: Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder, aşkın en münteha derecesine kadar gider.
Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.
Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve kemale karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır. Ve madem bu kâinatın Hâlık’ı, kâinatta tezahür eden âsârıyla bilbedahe tahakkuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi, bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u san’atıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi ve bütün zîhayatlarda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bi’l-yakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette, zîşuurların en camii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan beşerden, hadsiz bir muhabbeti iktiza ediyor.
Lem’alar, On Birinci Söz, s. 136
***
Risale-i Nur’dan Cezaevi Mektupları
Hapishanede “bir muhavere-i lâtife” münasebetiyle - 5
Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden başka, sana ait bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi, gaflete dalıp fikrini dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i insaniyeti ihtar eden ve ders veren sineği görüyorsun.
Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en lâtifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da, vahy-i Rabbanîye mazhariyetle serfiraz olduğundan, onları sevmek lâzım gelirken, sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostâne koşan ve her belâsını çeken o hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız zararlarını def için mücadele olabilir. Meselâ koyunları kurtların tecavüzünden korumak için onlara mukabele edilir. Acaba hararet zamanında vücudun idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevadd-ı muzırrayı hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fıtrî haccamlar olmasınlar mı? Muhtemel... “Sübhâne men tehayyare fî sun’ihi’l-ukùl.” [San’atında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.]
Lem’alar, Yirmi Sekizinci Lem’a, s. 422
LÛGATÇE:
evride: Toplar damar.
haccam: Hacamat eden.
hâmil: Taşıyan.
mevadd-ı muzırra: Zararlı maddeler.
mülevves: Kirli.