Bab-ı kerem ve rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücâzâtta bulunmasın? Evet, şu dünya gidişatına bakılsa, görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut, tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor.
Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir Kerem Eli, içinde işlediğini bedaheten gösteriyor.
Meselâ, bahar mevsiminde, Cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüsmisal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip, hizmetkâr ederek, onların latîf elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı, en musanna meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak, ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır.
Hem insan ve bazı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz’dan tut, tâ en küçük mahlûka kadar her şey kemâl-i dikkatle vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir Celâl ve İzzet Sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.
Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyle ve süt gibi o latîf gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.
Bu âlemin Mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti vardır; nihayetsiz celâl ve izzet, edepsizlerin te’dibini ister; nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister; nihayetsiz rahmet, kendine lâyık ihsan ister. Hâlbuki bu fânî dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzden ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder. Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü bir daha dönmemek üzere zeval ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nikmete ve aklı meş’um bir alete ve lezzeti eleme kalbettirmekle, hakikat-i rahmetin intıfası lâzım gelir.
Hem o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü ekseriya, zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa bakılmıyor değil. Bazen dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u salifede cereyan eden asi ve mütemerrid kavimlere gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
Sözler, Onuncu Söz, s. 83