Son günlerde ‘laiklik’ yeniden gündeme geldi. Bu vesileyle Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘laiklik telâkkisi’ üzerinde durmak istiyorum.
Zira o “Padişahlık (Mutlâkiyet), Meşrûtiyet ve Cumhuriyet” olmak üzere üç devre şahitlik etmiş ve bu dönem içerisinde siyaset ve devlet yönetimiyle ilgili son derece önemli fikirlerde bulunmuş bir şahsiyet. Dahası tartışmasız büyük bir âlim, büyük bir müceddid... Dolayısıyla onun “laiklik telâkkisi”, özellikle bu topraklarda yaşayanlar, insan-toplum-siyaset konuları üzerinde kalem oynatan entelektüeller ve günümüz siyasetçileri açısından önemlidir diye düşünüyorum.
Bu kısa girizgâhtan sonra, onun laiklikle ilgili fikirlerinin analizine geçebiliriz.
“LÂ İKRÂHE...” VE LAİKLİK
Bediüzzaman’ın laikliğe bakışını daha iyi idrak etmek adına, öncelikle onun, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce beyan ettiği bazı fikirlerine bakmak yerinde olacaktır. Buna bir misâl olarak, 1909’da Volkan mecmuasında yayımlanan “Reddü’l-Evham” başlıklı makalesinde geçen satırlar oldukça manidardır. O, gayr-i müslimlerin, İslâm coğrafyasında, asırlarca “Lâ ikrâhe fi’d-dîn” (Dinde zorlama yoktur) âyetinin şemsiyesi altında inançlarını rahatça yaşadıklarına şöyle dikkat çekmişti:
“..gayr-i müslimler Kurûn-u Vustâda [Orta Çağ’da] ve vahşî oldukları zamanlarda, ferman-ı ‘Lâ ikrâhe fi’d-dîn’ ile [‘Dinde zorlama yoktur’ (Bakara Sûresi, 2:256) âyetiyle] bu kadar edyan [dinler] ve akvâm-ı muhtelife [muhtelif kavimler] medeniyet-i İslâmiyede masun [korunmuş] kaldıklarından..” (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neş, İst.-2009, s. 72)
Bediüzzaman, bu cümleleri sarf ettikten 35 sene sonra, 1944’te Denizli Hapishanesi’nde telif ettiği Meyve Risâlesi’nin 11. Meselesi’nde, ilginçtir ki, laikliği de bu âyet bağlamında izah eder. Ve yine enteresandır ki, asırlarca İslâm coğrafyasında gayr-i müslimlerin hak ve hürriyetlerini rahatça yaşamalarına kaynaklık teşkil eden bu âyet, cifir hesabıyla da, insanlık âleminde laikliğin kabul edilmeye başlandığı tarihlere işaret etmektedir:
“‘Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.’ (Bakara Sûresi, 2:256.) cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) * tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik [ayırmak] ile dinde ikraha ve icbara [zorlamaya] ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan ‘hürriyet-i vicdan’, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner...”
Evet, Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, Batı medeniyeti, İslâmın asırlar önce getirdiği ve tatbik ettiği “din ve vicdan hürriyeti” manasındaki bir esasın kıyısına, o zamanlar, daha yeni yeni gelmeye başlamıştır.
Malûmunuz, Ortaçağ’da Kilise tahakkümü altında olan Avrupa’da fikir hürriyeti yoktu. Fikir ve vicdan hürriyeti, “din adına” engelleniyordu. Zaten Avrupa’da “din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması” veya “lâdinilik” (dindışılık) anlamındaki laikliğin kabul edilmesi de bu sebepledir. Bir anlamda tahrif edilmiş dinin baskısından kaçış olmuştur laiklik. Böylelikle muharref Hıristiyanlık, yani Kilise, devlet idaresinden elini çekmiş; Avrupa insanı, papazların istibdadından kurtulmuştur.
Aslında bu kurtuluş, her ne kadar Pozitivizm ve Materyalizm akımlarının da etkisiyle, Avrupa insanının, dinden kopuk bir hayat tarzını (sekülarizm) benimsemesini beraberinde getirse de, hakikati daha rahat görerek, tevhid dinine yaklaşmalarını da sağlamıştır. “Beşer dinsiz kalamaz” fıtrî hükmü gereği, Kilisenin baskısından kurtulan Avrupalı’nın hak dini kabulü daha da kolaylaşmıştır. Nitekim Bediüzzaman da, gelişen “fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat” sayesinde, papazların ve ruhanî reislerin tahakkümlerinden kurtulmalarının, insanlığın İslâm hakikatlerini kabulü açısından müsbet bir gelişme olarak görür. (H. Şamiye, s. 34)
Neticede; Avrupa’da “din ve vicdan hürriyeti” büyük ölçüde sağlanmıştır. Bediüzzaman, II. Meşrûtiyet yıllarında “Avrupa İslâmiyete hâmiledir; bir İslâm devleti doğuracak” derken, bu mânâyı da kastetmiş olmalı. Zira, “din ve vicdan hürriyeti”, İslâm medeniyetinde asırlarca uygulanagelmiş bir prensiptir.
Ne acıdır ki, tam da bu vasatta, yani Avrupa’nın “din ve vicdan hürriyeti”ni kabul ettiği bir zamanda, adeta felek tersine dönmüş, bir İslâm coğrafyası olan Osmanlı’da asırlarca tatbik edilen “din ve vicdan hürriyeti”, aynı topraklar üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletince “İslâm aleyhine” bozulmuştur. İslâm dışı her türlü cereyana müsaade edilirken; İslâm baskı altına alınmış, düşman ilân edilmiştir. Gerçi Türkiye Cumhuriyeti de, sözde Avrupa’yı taklit ederek “laiklik” prensibini kabul etmiş, ancak Türkiye’de laiklik ‘dinden kopuk / dine yer vermeyen bir hayat tarzını dayatma’ aracı olarak uygulanmıştır.
Buna mukabil Bediüzzaman da, zulmen sevk edildiği mahkeme müdafaalarında, laikliği şöyle telâkki ettiğini/edebileceğini ifade etmiştir:
“Nasıl ki, hükûmet-i cumhuriye ‘dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak’ prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icâbâtındandır.” (Tarihçe-i Hayat, s. 212)
“Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki; laik, mânâsı bîtaraf kalmak; yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telâkkî ederim.” (Tarihçe-i Hayat, s. 358)
LAİKLİK VE ‘DİN İÇİN SİLÂHLA CİHAD’
Bediüzzaman, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, laikliğin ille de bir devlet prensibi olarak kabul edilecekse “Dinde zorlama yoktur” âyeti bağlamına telâkki edilmesine çalışmakta ve bu doğrultuda izah etmektedir. Onun bu minvalde yaptığı “dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner” vurgusu da önemlidir. Zira artık—haricî düşman saldırısı olmadığı sürece—”din için silâhla cihad” devri kapanmıştır. “Düşmanlarınızın seyyiâtı (kötülüğü)—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi (düşmanlığınızı) celbetmesin” ifadesi de bu mânâdadır. Çünkü iki dünya savaşı, düşmanlık duygusunun ne kadar zararlı olduğunu göstermiştir.
Bediüzzaman’ın şu sözleri de, değişen dünya şartlarında “İslâmî cihad anlayışı”nın da değiştiğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir:
“Zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup zâil olmuştur. Zira din nokta-i nazarından medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile göstermekledir. İcbar ve husûmet, vahşîlerin vahşetine karşıdır.”
Bu tarz bir “cihad anlayışı” içinse, inanç ve fikir hürriyetinin şemsiyesi olarak tatbik edilecek bir laiklik, iyi bir zemindir. Nitekim Bediüzzaman, “Dinde zorlama yoktur...” âyetinin laikliğe işaret ettiğini söylediği yerin devamında, devletlerde laiklik prensibinin kabul edilmeye başlanmasına mukabil, “iman-ı tahkikî kılıcıyla mânevî bir cihad-ı dinî” döneminin başladığından da söz etmektedir.
Bütün bu mânâlar çerçevesinde, laiklik “din ve vicdan hürriyeti” olarak tatbik edildiği sürece, İslâma uygun ve dinî hizmetlerin önünü açan bir esas olarak görülebilir.
“DİN İLE DÜNYA İŞLERİNİN BİRBİRİNDEN AYRILMASI”
Türkiye’de her ne kadar laiklik, öteden beri, bir kesim tarafından “din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması” yönüyle sûistimal edilerek, bizzat devlet eliyle vatandaşlara “dinden soyutlanmış bir hayat tarzını” dayatmak ya da güncel deyimiyle “dini kamusal hayatta görünür olmaktan çıkarmak” şeklinde anlaşılmaya ve tatbik edilmeye çalışılıyorsa da, Bediüzzaman, bu şekildeki bir anlayış ve tatbikin, fıtrat gerçekleriyle uyuşmayacağını şu sözleriyle vurgulamıştır:
“Hükûmetin laik cumhuriyeti dîni dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dîni reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi...”
Bediüzzaman aslında bu şekilde “laiklik” prensibini tadil etmiştir. Tabiri caizse hizaya çekmiştir. Tıpkı “sınırsız hürriyet” anlayışına getirdiği izah gibi. Neticede o, eserlerinin pek çok yerinde yaptığı “Beşer dinsiz kalamaz”, “Dinsiz insan en bedbaht bir mahlûktur” vurgusunu, laiklik konusunda da bu şekilde yapar.
Öyleyse, Bediüzzaman “dini dünyadan tefrik etme (ayırma)”yı nasıl telâkki etmekte, nasıl bir mânâ vermektedir?
Meselâ bir yerde bu tanımı; “..hükûmet-i cumhuriye ‘dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak’ prensibini kabul etmiş..” şeklinde ifade eder.
Peki Bediüzzaman, bir vakıa olarak günün sosyal ve siyasî hareketleriyle ilgili yaptığı bu tesbiti, Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından nasıl yorumlamaktadır? Yani Türkiye, laikliği “bütün dinlere ve mensuplarına eşit mesafede durmak” mânâsıyla tatbik etse veya etmiş olsa, bunu yeterli görmekte midir?
Bununla ilgili düşüncesini, Eskişehir müdafaalarında geçen şu cümlelerinden anlamak mümkün:
“Ekser-i hükemânın [filozofların çoğunluğunun] garbda [batıda] ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i enbiyânın [peygamberlerin çoğunluğunun] şarkta ve Asya tulûları, kader-i ezelinin bir işaret ve remzidir ki, Asya’da hâkim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükûmet-i cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hâsiyetinden ve mâdeninden istifade edecek. Ve bîtarafane [tarafsız kalma] prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir [meylettirecektir].”
Son cümlenin altını çizmek gerekir: “bîtarafane [tarafsız kalma] prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir [meylettirecektir].”
1950’den sonra “Reis-i Cumhura ve Başvekil”e gönderdiği mektubunda da aynı noktaya parmak basar Bediüzzaman:
“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakkî ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi [İslâmî geleneği] bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir.”
Bediüzzaman, “lâdinî bir esas yapsanız” dediği laikliktir. Bunu “..siz kendinize ‘lâdinî’ ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz hâlde..” ifadesinden de anlamak mümkün.
Görüldüğü gibi o, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, tarafsız kalarak, laikliği “bütün dinlere eşit mesafede durmak” anlamında benimsese bile, İslâmiyete taraftar olması gerektiğini, sosyolojik bir tahlille izah etmektedir. Bu tahlilin diğer bir ifadesi şudur: “..Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.”
Öte yandan şu ifadeler de, Bediüzzaman’ın, laiklik esasını kabul etmiş Türkiye Cumhuriyeti’yle ilgili mânidar bir değerlendirmesidir: “Ben, hükûmet-i cumhuriyeyi, ilcaat-ı zamana [çağın mecburiyetlerine] göre bir kısım kanun-u medenîyi [medenî kanunları] kabul etmiş ve vatan ve millete zarar veren dinsizlik cereyanlarına meydan vermeyen bir hükûmet-i İslâmiye biliyorum.”
ADNAN MENDERES’İN KONYA NUTKU
Adnan Menderes de, Türkiye’de devletin dinî hizmetlerin önünü açmasının, dahası dinî hizmetleri teşvik etmesinin, laikliğin “dini dünyadan ayırma” prensibine ters düşmediğiyle ilgili Konya’da bir nutuk vermiş ve Bediüzzaman da bu nutkun bir kısmını Emirdağ Lâhikası isimli eserine iktibas etmiştir. Bediüzzaman’ın bu nutka eserlerinde yer vermesi elbette dikkat çekicidir.
Menderes’in nutkundan ilgili kısmı, günümüz tartışmalarına da ışık tutması bakımından, buraya aynen almakta fayda var:
“Şimdi size lâiklik telâkkimizden de bahsetmek istiyorum. Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti mânâsına gelir. Din ile siyasetin kat’î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur.
“Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslümandır. Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır. Halbuki mekteplerde din dersi olmayınca, evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icabeder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur denilmez. Bu itibarla orta mekteplerimize din dersleri koymak, yerinde bir tedbir olacaktır.
“Dinsiz bir cemiyetin, bir milletin pâyidar olabileceğine inanmıyoruz. En ileri milletlerin dahi din ile siyaset ve dünya işlerini birbirinden ayırdıktan sonra ne derece dinlerine bağlı kaldıklarını biliyoruz. Bugünkü seviye ile asil milletimize taassup isnadı reva görülemez. Milletimiz dinine sımsıkı bağlı olduğu kadar, umumiyetle dini en temiz duygularla benimsemektedir. İslâmlık, milletimizin vicdanında en musaffâ seviyesini bulmuştur. Müslümanlığı ve onun esaslarını, farizalarını ve kaidelerini kifayetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarf edilecektir. Gelecek sene lise derecesinde ilk mezunlarını verecek olan Konya İmam Hatip Mektebinin ileri seviyede din tahsili veren bir tedris müessesesi haline getirilmesi ve bu müesseselerin benzerlerinin yurtta fazlalaştırılması uygun olacaktır.”
SONUÇ
Devlet, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun vatandaşlarının (devlete terettüp eden/edebilecek olan) dinle ilgili taleplerini dikkate almalıdır. Hele hele yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilen Türkiye’de, Müslüman milletin kendi inançlarıyla ilgili talepleri mutlaka dikkate alınmalı, devlete terettüp eden gerekli hizmetler yerine getirilmelidir. Zaten devlet millet içindir, millete hizmet için vardır...
Bu açıdan; devlet dine karışmasa bile, en azından dinin gerek fert, gerekse toplumsal anlamda yaşanmasına engel olacak düzenlemelere asla girmemelidir.
Bütün bu hususların gerçekleşmesi de, elbette “devlet”in kutsanmadığı, “devlet”in değil, “birey”in öncelendiği bir anlayışla mümkündür.
Dipnot:
* Bu tarih Hicrîdir. Milâdî olarak 1931’e tekabül eder.