"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kemalistler bile cemaatleri bitiremedi

02 Şubat 2016, Salı 14:10
‘Aç bir parantez’in bu haftaki konuğu Gazeteci-Yazar Cafer Solgun. Solgun’a Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendirmesi için"Aç Bir Parantez" dedik.

AKP hükümetinin 7 Haziran seçimi öncesinde milleti tehdit etmeye başladığını ve 1 Kasım seçimlerine kadar bu tehdide devam ettiğini belirten Solgun, seçmenin de bu tehdide boyun eğdiğini söyledi. Solgun, Hükümetin “Geleneksel İrfan Merkezleri ve Cemevlerine hukuki statü” sağlama girişimini değerlendirdi. Hükümetin bu hamle ile 90 yıldır Kemalist devletin yok edemeği cemaatleri kontrol altına almaya çalıştığını belirten Solgun, "90 yıldır, -öncesini saymıyorum- devletin mücadele ettiği ve yok edemediği bir olgu. Şimdi AKP eliyle, dindar geçinen, İslamcı diye tanınan bir parti eliyle 90 yıllık Kemalist statüko döneminde yapılamayan, başarılamayan şey bugün yapılıyor” diye konuştu. 

Bir süredir Cumhurbaşkanı’nın dile getirdiği “Ne Kürt sorunu ya, Kürt sorunu yoktur , terör sorunu vardır” çıkışıyla devlet refleksinin yeniden devreye girdiği görülüyor. Unutanlar için bir hatırlatma yapmak gerekirse; nedir Kürt meselesi, nereden çıkmıştır, kısaca bahsedebilir misiniz?

Kürt sorununa yol açan temel mesele inkar zihniyetidir. Resmi ideoloji zihniyetidir. Bu topraklarda yaşayan bütün Müslüman halkların tümünün Türk-Hanefi-Sünni olduğu varsayımından kaynaklanan bir meseledir. Kürtlerin aslında dağlı Türkler olduğu, Kürt diye bir halkın, Kürtçe diye bir dilin olmadığı dayatmasından ortaya çıkmış bir meseledir.

Gelinen noktada bu inkar politikasının maksadına ulaşmadığı görülüyor gibi?

Kürt sorununda inkar zihniyeti, -Genelkurmay kayıtlarına, devlet arşivlerine göre- 28 adet ayaklanmaya yol açmıştır. Yaşadığı coğrafyada köklü tarihi olan bir halkın, devlet kararıyla, yasayla, baskıyla, zorla yok edilmesi mümkün müdür? Elbette ki mümkün değildir, olamamıştır. Yani Kürtlerin Türkleştirilmesi harekatı mümkün olmamıştır. Kürtler varlığı, dili, kültürü yasaklanan bir halk olarak bu coğrafyadaki varlıklarını ebetteki sürdürmüşlerdir. Sonuç itibariyle Kürt sorunu zaman zaman bastırılmış olsa da, sindirilmiş olsa da, bir sessizlik perdesinin arkasına gizlenmiş olsa da acı üreten canımızı yakmakla sonuçlanan birtakım sonuçlar üretmesi kaçınılmaz idi.

PKK böyle bir sonuç mu?

PKK 12 Eylül yıllarında Diyarbakır zindanında doğmuş olan bir örgüttür. 12 Eylül bütün Türkiye açısından çok acı sonuçlar ortaya çıkarmış olan bir darbedir. Bir bütün olarak Türkiye'nin bedenine bir deli gömleğinin giydirilmesi harekatıdır. Çünkü aşınmış olan, yıpranmış olan, hayatın doğal ve kaçınılmaz gerçekleriyle kavgalı olan o resmi ideoloji zihniyetinin canlandırılmasına, güncellenmesine yönelik bir harekat idi. Diyarbakır zindanındaki 12 Eylül uygulamaları aslında genel olarak Türkiye toplumuna özel olarak Kürt toplumuna, Kürt halkına yönelik; nasıl bir halk, nasıl bir toplum hayal ettiklerinin örneğidir. Yani 12 Eylül cezaevleri ve özelliklede Diyarbakır cezaevi, Türk olmayı kabul etmiş, devlete ne derse desin biat etmiş, devletin çizdiği sınırlar içerisinde yaşamayı kabul etmiş, hiç bir konuda devlete itiraz etmeyen, “devlet ne derse o” diye düşünen ve kendi düşüncesi de aslında olmayan bir toplum yaratma zorlamasının örnekleridir. 

PKK’yı doğuran ve büyüten devlet politikaları yani?

Diyarbakır Cezaevi'nden yolu geçen insanlar orada “Hepiniz Türksünüz” şeklinde vahşi işkenceler eşliğinde uygulamalarla karşı karşıya kaldılar. Şimdi bu uygulamayla karşı karşıya olan insanların önünde yegane şey; ya bu onursuzluğu kabul etmek, boyun eğmek ya da dağa çıkmak idi. PKK'yı bir örgüt olarak büyüten, halkta da kayda değer oranda destek bulmasına neden olan sebep budur. 

Peki sorunun çözümü için ne yapılmalıydı?

Türkiye böyle , olmayacak dayatmadan vazgeçmek zorundaydı. 90’lı yıllarda vazgeçmek zorundaydı. Soğuk savaşın bitmesinin, çift kutuplu dünya durumunun sona ermesinin ardından vazgeçmek durumundaydı. Bakın 80'li yılların sonunda, 90’lı yılların ilk yarısında Latin Amerika’daki bütün gerilla hareketleri ile onlarla mücadele eden devletler arasında barış ve uzlaşma görüşmeleri yapıldı ve hepsi de sonuç aldı.

Olumlu sonuçlanan var mı peki bu örnekler arasında?

Bazı gerilla hareketleri legal siyasi parti olarak kendilerini yeniledi ve yeniden düzenlendiler, iktidara bile geldiler, iktidar ortağı oldular. Mesela Uruguay'da meşhur Tuparmarolar örgütü aynı isimle partileşti ve Uruguay'da uzun yıllar koalisyon ortağı olarak iktidara geldiler. Latin Amerika’nın tamamında bu oldu. Sadece Kolombiya bir istisna, orada Farc örgütüyle hala barış ve ateşkes görüşmeleri devam ediyor, ama orada da çatışmayla, şiddetle taraflar birbirini yok edemeyeceği konusunda sadece devlette değil toplum büyük bir zihniyet değişikliğini gerçekleştirmiş durumda. Uzlaşma görüşmeleri orada da hala devam ediyor.

Türkiye’de de dönem dönem çözüme yönelik görüşmeler oldu.

Aynı dönemde rahmetli Özal çok tarihi bir inisiyatif ve sorumluluk üstlendi, bir takım dolaylı yollarla örgütle temas kurarak bir ateşkes ve sonrasında da meselenin barışçıl çözümünü sağlamaya yönelik bir girişimde bulundu ömrü vefa etmedi.

AKP ile başlayan sürece gelirsek..

2000'li yıllara girdiğimiz de artık Türkiye'nin bölgede büyümek isteyen, AB'ye tam üye olmak isteyen bir ülke olarak kendi Kürt sorununu çözmesi kaçınılmaz bir gereklilik haline gelmiştir. Kaldı ki örgütün lideri de işte Amerika tarafından Türkiye'ye teslim edilmişti. Kuvvetle muhtemel ki tam da bu amaçla teslim edildi. Bazı olumlu adımlar da atıldı. Yani örneğin Kürtçe bir yasak konusu olmaktan çıktı. Yasal temeli oluşturulmamakla beraber TRT ŞEŞ (Şimdi TRT Kürdî) adı altında yayın yapan bir devlet kanalı var. Bu gibi önemli adımlar atıldı. Sonrasında işte “demokratik açılım” ve sonrasında “milli birlik ve beraberlik projesi” adlarıyla, nihayetinde de çözüm süreci adı altında sorunun demokratik zeminde çözülmesine yönelik bazı adımlar atıldı ve sonuç itibariyle 2013 yılının sonunda bir çözüm süreci gündeme geldi. 

ÇÖZÜM SÜRECİ'NİN GİZLİ SAKLI DEVAM ETMESİ HATAYDI

Çözüm süreci kamuoyunda hep bir muamma olarak kaldı. Hep bir gizli kapaklı yürütüldü. Bu normal miydi?

Şimdi çözüm sürecinin İmralı'da kapalı kapılar arkasında, başlamasını ben son derece normal görüyorum. Yani bir örgüt var,o örgütün lideri konumunda olan biri var, örgüt üzerinde etkisi halen devam eden biri var. Bu meselenin söz konusu silahlı mücadele, çatışma ve operasyon zemininden kurtarılması için önemli bir imkan idi. Şimdi sürecin kapalı kapılar arkasında başlatılması ne kadar normal ise söylediğim nedenden dolayı, aynı şekilde sürdürmek istenmesi bir o kadar anormaldir. 

Nasıl yani?

Çünkü söz konusu olan Kürt sorunu ve hepimizin sorunu. Bütün Türkiye'nin sorunu. Bu sorunu kapalı kapılar arkasında çözemezsiniz. Bu Türkiye'nin en önemli sorunu. Yani ekonomik olarak da, can güvenliği olarak da en büyük sorunu, milyonlarca insanı doğrudan ve dolaylı yoldan etkileyen bir sorundan bahsediyoruz. Sürecin kendi mecrası içerisinde şeffaflaştırılması bir ortak aklın, bir ortak sorumluluğun ortaya çıkarılması ve konuyla ilgili sözü olan, görüşü olan projesi olan herkesin sürece müdahil olması sağlayacak mekanizmanın oluşturulması gerekirdi. İktidarın buna ön ayak olması gerekirdi.

Kimler dahil olmalıydı mesela?

Şöyle söyleyeyim; çözüm sürecine cepheden karşı olan milliyetçi çevrelerin bile bu sürece müdahil olma hakkı vardır.Yani o çevrelerin bile bu süreç bizi böler mi ? Bizi birbirimize mi düşürür? Misak-ı Milli sınırları paramparça mı olur? şeklindeki itiraz ve endişelerinin giderilmesi bu sürecin bir parçasıdır. Eğer bu Türkiye'nin meselesiyse, sürece ille taraftar olanların değil karşı olanların da bununla ilgili konuşma hakları vardır. 

Bu yapıldı mı peki?

Bu yapılmadı. Çünkü sonuç itibarıyla gelinen noktadan anlıyoruz ki AKP iktidarının çözümden anladığı şey sadece örgütün silah bırakması imiş. İkinci bir şey ben sayamıyorum. Başından beri sürecin böyle başlaması normaldir ama giderek şeffaflaştırılması, bütün topluma mal edilmesi gerekirdi. Çünkü bu AKP ile İmralı özel sorunu değil ki. Bunun sonuçları hepimizi ilgilendirir. Yani kim kimden neyi istiyor? Hangi taraf çözümden ne anlıyor? Bunun deklare edilmesi lazım ki bunu birileri desteklesin, birileri eleştirsin, birileri kızsın. Sonuç itibariyle bir ortak akıl, ortak sorumluluk noktasında hepimiz bir araya gelelim. Bu ancak sürecin şeffaflaştırılmasıyla mümkündür. Hükümet, iktidar partisi başından beri bunu yapmadı. Yani bütün şu ya da bu niyetle yapılan eleştirileri uyarılara, dile getirilen beklentilere, “Çözüm öyle değil böyle olmalı” şeklinde somut önerilere rağmen çözümden ne anladığını açık, anlaşılır bir dille kamuoyuna deklare etmedi. Oysa bu hükümetin topluma karşı sorumluluğunun gereğidir.

HDP SEÇİME PARTİ OLARAK GİRİNCE SÜREÇ RAFA KALKTI

Dolmabahçe mutabakatına kadar her şey en azından hükümet adına normal gidiyordu. Dolmabahçe'de masa neden devrildi?

Çözüm Süreci'nin ekmeğini AKP iktidarı ve Erdoğan çok yedi. Ne zaman yeni anayasa tartışmalarında AKP ve Erdoğan'ın kafasındaki asıl gündemin başkanlık meselesi olduğu ortaya çıktı, o zaman çözüm süreci süratle, hükümet açısından kullanılabilir bir argüman olmaktan çıktı. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra başkanlık meselesini her gün biraz daha yani -Cumhurbaşkanlığı yetmez başkanlık rejimine geçmek, başkanlık sistemi olarak rejimi ve sistemi değiştirmenin gerekli olduğundan bahseder oldu.

Sürecin Başkanlıkla, rejimle ne alakası var?

7 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde HDP'nin seçimlere parti olarak gireceğini deklare etmesiyle birlikte gözler başkanlık meselesiyle ilgili HDP'nin tavrına çevrildi. Şunu çok açık söyleyeyim; HDP bir İmralı projesidir. İmralı'da Türkiyelileşme iddiasıyla böyle bir parti kotarılırken herhalde AKP'nin bundan haberi vardı ve engelliyici bir tutum içerisine girmediği gibi tam tersine destekleyici bir tutum aldı. Bu arada aynı süreçte el altından AKP çevrelerinin empoze ettiği bir spekülasyon dolaşmaya başladı. HDP, AKP'nin başkanlık projesini destekleyecek. Erdoğan'ın başkan olma isteğine yardımcı olacak. Nasıl yardımcı olacak? Barajın altında kalarak. Dolayısıyla normal şartlarda HDP'nin kazandığı milletvekilliklerini de AKP'nin alması sağlanarak. Ne zaman ki sayın Selahattin Demirtaş 'Seni Başkan Yaptırmayacağız' şeklinde sloganlaşan bir tutum aldı ve HDP'nin AKP'yle gizli bir anlaşma yaptığı yönündeki spekülasyonların hiçbir inandırıcılığı olmadığını açık ve ikna edici bir dilde kamuoyuna deklare etti. O zaman AKP'nin HDP'ye yönelik tavrı değişti. Ne zaman HDP Erdoğan'ın başkanlık projesine açıkça muhalefet edene kadar ve Çözüm Süreci masasına da tekme vurulması aynı günlere denk geliyor. Henüz ortada bir çatışma bir operasyon yada hendek de yok.Ceylanpınar'da şehit edilen polisler de yok. Gerekçe olarak bunlar hatırlanıyor ama.

Peki halktaki yansıması nasıl oldu? Çözüm Sürecine 'Analar ağlamıyor, çocuklar ölmüyor' diyerek sahip çıkan halk, Erdoğan'ın “Çözüm Sürecini buzdolabına kaldırdım' dediği zaman neden 'Bir dakika, kusura bakma ama çözüm süreci, barış süreci devam etmeli, sakın böyle bir şey yapma” demedi de Erdoğan'ın peşine takıldı ve söylemlerine ortak oldu. Halkın bu tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son derece düşündürücü. Şimdi insanların dün farklı bir üslupla söylenen bir meseleyi bugün farklı bir üslupla ele alınması karşısında biraz daha sorgulayıcı olmaları elbette ki beklenir. HDP bu Çözüm Süreci boyunca AKP'nin beklentilerine, kendisine biçtiği role uygun davranan bir çaba içerisinde oldu. Şimdi aynı HDP terör örgütü işbirlikçisi, uzantısı şusu busu olmakla itham ediliyor. Şimdi HDP'nin siyasetini söylemlerini elbette ki beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz falan ama böyle terör örgütü şeklinde yakıştırmalarda bulunduğunuz zaman insanların dönüp de sorması lazım “Bu partiyle siz partnerdiniz, bu çözüm sürecini beraber kotarıyordunuz şimdi ne oldu?” diye.

YENİ ASYA HAKLI, 1 KASIM'DA KORKU KAZANDI

İşte niye sormuyorlar bunu?

Bu konuda maalesef açık söylemek gerekirse toplum olarak çok ciddi bir ahlaki çöküntü içerisinde olduğumuzu söylemek durumundayım. Güçlü olana yönelik bit tür biat etme, boyun eğme tavrı öne çıkmış durumda. 7 Haziran seçimlerinden sonrasında gündeme gelen 1 Kasım seçimlerinde de maalesef toplum iyi bir sınav vermedi. Çünkü 'saray' ve AKP hükümeti hepimizin gözleri önünde şantaj yaparak tek başına iktidara geldi. Toplumu tehdit etti. “Ekonominiz daha kötüye gider” dedi. “Dolar aldı başını gidiyor, bak daha da nereye gideceği belli olmaz” dedi. Bunların da ötesinde “Terör var, PKK terörü var, IŞİD terörü var ölürsünüz. Biz tek başına iktidar olmazsak elinizdeki avucunuzdakileri kaybedersiniz, hayatınızı da kaybedebilirsiniz” dedi.

Yeni Asya'nın 1 Kasım seçim sonuçlarının ardından attığı “Korku kazandı” manşeti doğru mu yani?

Doğru manşet atmışsınız. Tehdit etti, hepimiz buna tanık olduk. Şantaj yaptı. “Tek başına iktidar olmazsam bunlar olur” dedi. Olan şeyleri gösterip “Bunlar olur daha da kötü olur” diyerek tehdit etti ve insanlarda bu tehdit ve şantaja boyun eğdiler. 1 Kasım’daki seçim sonuçlarının başka bir açıklaması yoktur. Bunu ancak seçmenin tehdit ve şantaja boyun eğmesiyle açıklayabiliriz. 

Peki neden AKP'ye yönelik uyaran tavrını sürdürmedi? 

Çünkü korktu. “Bunlar güçlü, bunların iktidarı bırakmaya niyetleri yok, iktidarı bırakmamak için her şeyi yapabilirler” toplumda böyle bir psikoloji hakim hale geldi. Buna şunu da eklemek gerekir, onu eklemezsek eksik olur, muhalefet partilerinin çapsızlığı da AKP'nin bu şantaj siyasetine istemediği kadar yada düşünemeyeceği kadar katkıda bulundu. AKP'nin topluma yaydığı o korku ve “Bunlar kolay kolay iktidarı bırakmazlar, bunlar iktidardan düşmemek için memleketi yakarlar” şeklindeki psikolojiye hizmet etti ve o şantaj siyaseti tuttu.

MUHALEFET AKP'YE ÇALIŞTI

Bahsettiğiniz noktada iktidarı bırakmak istemeyen bir AKP var karşısında da “çapsız” CHP ve MHP ve büyük bir muamma HDP var. Bunlar bir araya gelip bir alternatif ortaya koyamadıkları için nasıl bir tercih yapmaları gerekiyordu? Gayet makul değil mi sizce halkın bu tepkisi?

Muhalefet partilerini bu çapsızlığı da, AKP'nin şantaj siyasetine istemediği kadar hizmet etti derken tam da bunu kastediyorum. CHP'de bir gayret olduğu, -CHP siyasetini öteden beri eleştiren biri olarak söylüyorum bunu- kendini değiştirmek, halka temas etmek konusunda sayın Kılıçdaroğlu'nun ciddi bir gayreti olduğunu söylemezsek eksiklik olur. Yani “rejim elden gidiyor, laiklik elden gidiyor, devlet elden gidiyor” konseptinin partisi olan CHP, “Asgari ücreti şöyle yapacağız, emeklilerin durumunu böyle yapacağız” diyen bir parti haline geldi. Çözüm Süreci konusunda da son derece yapıcı bir muhalefet yürüttüğünün de altını çizmemiz lazım. CHP'nin böyle bir gayreti vardı ama inandırıcı olamadı. Çünkü arkasındaki tarihi miras öyle bir miras ki AKP en sıkıştığı dönemlerde bile hâlâ onu kullanıyor. Buna karşı CHP de “Onlar eskide kaldı, biz yeni CHP'yiz” derken maalesef halka karşı güven vermiyor ve inandırıcı olamıyor. Seçim sonuçları bunun bire bir tercümesi oldu diyebilirim.

İnandırıcı olması için açık, net bir dille geçmişi reddetmesi mi gerekiyor?

Geçmişini reddedip reddetmemesi onların problemi ama çok ciddi bir muhasebe yapması gerektiği açık. Yani bugün Kürt sorunu dönemin tek parti CHP'sinin tarihi sorumluluğu olan bir sorun. Kalkıp bunu deklare ettiği zaman kendi tarihi mirasını reddetmiş olacağını hissediyor, düşünüyor ve buna cesaret edemiyorlar. Parti içerisinde hâlâ çok ciddi bir ulusalcı, ultra ulusalcı, Kemalist kanat var.

Bugüne gelecek olursak, gerek Kürt meselesinde, gerek cemaatler, tarikatlar ve Aleviler konusunda tek parti dönemi uygulamaları görülüyor diyebilir miyiz?

Şimdi ben 12 Eylül veya 28 Şubat dönemleriyle bazen ister istemez durumun vahametinin anlaşılması için kıyaslamayı yapıyorum. Gerçekten de 12 Eylül, ve 28 Şubat’ta adamların ağzından çıkan kanundu, böyle dönemler yaşadı Türkiye. Yani başörtülü kızlarımız üniversite önlerinde okula alınmazken, polisler tarafından itip kakılırken, kovulurken, toplumun değişik çevrelerinden insanlar buna itiraz edebiliyordu. Ama şimdi dindar olduğunu, İslamcı olduğunu söyleyen bir hükümet cemaatleri yok etme planları yapıyor. Bir takım insanların hayır işleriyle ilgili bir araya gelmelerine baskın yapılıyor ve bu insanlar gözaltına alınıyor tutuklanıyor. İnsanların ellerine kelepçe takılıyor. 

Cemaatler terör örgütü ilan ediliyor..

Şunu söylemek gerekir, Fethullah Gülen Cemaati terör örgütü olarak isimlendiriliyor. Bu 12 Eylül’de de olmadı 28 Şubat’ta da olmadı. Bunun yarın öbür gün AKP politikalarına biraz itiraz eden, muhalefet eden, etkili de olmaya başlayan başka bir cemaatin başına gelmeyeceğinin garantisi ve güvencesi var mıdır? Bu inanılır gibi değil. Yani bu memlekette devleti yönetenlerin, muhalefet eden güçlere, siyasi ve toplumsal gruplara hep birtakım yaftalar taktığına ilk defa tanık olmuyoruz. Ama “terörist” yakıştırmasının bu kadar ucuzlatıldığı dönem ben hatırlamıyorum. Yani eskiden dindarlar en fazla “irticacı”, “yobaz” diye yaftalanır o şekilde yargılanırlardı. Şimdi terör örgütü olarak yargılanıyorlar.

O mantıktan gidecek olursak, “Ne istediniz de vermedik” diyen kişi de bu terör örgütüne yardım ve yataklıktan suçlu sayılmaz mı? 

O da ayrı bir şey. “Güler misin, ağlar mısın?” dedirten bir durum. Şimdi siz 2013 yılının sonlarına kadar “Ne istediler de vermedik” şeklinde bir ilişki içersinde olacaksınız bu yapıyla sonra birden her ne olduysa bunu düşman ilan edeceksiniz. Terörist ilan edeceksiniz. Cadı avıysa cadı avı diyeceksiniz ve bu grubu bu yapıyı yok etmek için elinizde tuttuğunuz devleti sonuna kadar en keyfi, en zorba şekilde kullanacaksınız ve bu çelişkiyi size soranlara insanlara da “Safmışız, bizi kandırmışlar” diyeceksiniz ve başka da bir şey demeyeceksiniz. Bu böyle olmaz, bu kabul edilebilecek bir izahat değil. Şimdi bu açıklama şeklinin sahiplerinin hâlâ seçmen nezdinde asla küçümsememek gereken rağbet görmesi düşündürücü bir tablodur.

AKP DEVRİM KANUNLARINI TARTIŞMAYA AÇMADI

Hükümet son yaptığı çalışmada cemaatleri çeşitli vakıflar altında toplayarak resmi kurumlar haline getirmeye çalışıyor. Bu hamle, “İlerde cemaatler kuvvetlenip, toplumda geniş bir taban oluştururlar, karşıma bir tehdit unsuru olarak çıkarlar” düşüncesiyle hareket edip şimdiden kontrol altına alma çabası mı? 

AKP özellikle iktidarın ikinci döneminde böyle neredeyse her gün bir açılımla gündeme gelen bir partiydi. Bu açılımlardan hiç biri nihayete erdirilmedi. Örneğin Roman açılımı yaptılar, spor salonun bir otel dolusu Roman yurttaşı getirip çaldılar,söylediler, oynadılar göbek attılar bitti. Yani Roman yurttaşların uğradığı ayrımcılıklar ve mağduriyetleri sona erdiren, dertlerini dikkate alan bir yaklaşım gösterilmedi. Sadece bir eğlence ile bitti. Bunlardan en önemlisi Alevi açılımı idi. Çalıştaylar şeklinde gündeme getirdiler. İşte yaklaşık iki sene sürdü. Toplam 7 çalıştay yapıldı ve ilgili ilgisiz ne kadar insan varsa dinlendi. Sonuçta bu açılım neden “olmaz” adeta bunu kanıtlamaya çalışan nihai rapor düzenleyerek açılımı bitirdiler. Yani sokağa bıraktılar.

Neden olmazmış? Nasıl temellendirmişler özetle?

Bir sürü nedenle meseleyi yokuşa süren yaklaşım söz konusu. “Cemevleri ibadethane statüsüne neden kavuşturulamaz?” Çünkü tekke ve zaviyeler kanunu var! ‘Tekke ve zaviyeler kanunu’ varsa, ‘şapka kanunu’ da var ki hiç birimiz şapka takmıyoruz. Eğer bunu kaldıramıyorsan yeter ki niyetini belli et. Yani “Biz bunu yapacağız ama bu kanun bize engel oluyor” demeye getiriyorlar. Bunu meclis gündemine getir, bir kere bile getirilmedi. Toplumun gündemine getir. “Biz bu adımı atacağız, hazırız, son derece kararlıyız ama şöyle bir kanun var” de, devrim kanunlarını tartışmaya aç. Bunu açmadı hiçbir zaman. Mesele o değildi yani bunlar göstermelik meselelerdi. Ve bu şekilde kendi başlatııkları açılımı sokağa terk ettiler

Bugüne kadar “ben çözülmemiş meseleleri çözdüm, çözüyorum” diyordu. Kapalı kapılar arkasında süreci uzatarak... 

Tabi süreci uzatarak, sündürerek ve en önemlisi de şu yandaş koronun kullandığı şöyle bir şey var; “Bakın artık konuşabiliyoruz.” Kusura bakmayın ama bu konuşabilmenin bedelini zaten ödedik yani. Konuşuyor olmamızı senin lütfün olarak görmüyorum. “E biz başlattık” alkışlıyorum, bravo, siz gündeme getirdiniz de ee sonrası? “Sonrasını isteme” böyle bir şey olur mu? “Alevi meselesini biz görünür hale getirdik.” Tamam iyi yaptınız ama yeter! Sürekli teşekkür edilmez ki.. Bunun gereğini yaptınız mı? Yapmadınız. Yapmaya niyetiniz var mı? Mesele orada düğümleniyor işte. Şimdi bir de açılım muhabbeti yapıp “her an bir şeyler yapabiliriz” imajı yaratıp hiçbir şey yapmamak AKP'nin maalesef bir politika yapma tarzı haline geldi. Şu anda da bir Alevi açılımı yapma hazırlıkları içinde oldukları görülüyor. Yani yapmaya çalıştıkları en önemli şey Alevi dedelerini maaşa bağlamak. Bu eğer bir açılımsa, yapmasınlar daha iyi! Alevi dedelerini memurlaştırmak bizim talep ettiğimiz, beklediğimiz bir şey değil. Alevi toplumunda yeni bir bölünmenin yeni bir parçalanmanın temellerini atmaktan başka bir şeye yaramaz. Biz tam tersine din adamlarının devlet memuru olmaması gerektiği inancındayız. Biz derken kendimi ve benim gibi düşünen çok sayıda insanı kastediyorum.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Gani Kaplan da 'Devletin memuru pozisyonunda Alevi dedesi istemiyoruz' demiş bununla alakalı...

Bizim inancımıza ters, bütün inançlara da ters olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bir devlet kurumu Alevi meselesi de dahil olmak üzere Türkiye'de din ve inanç özgürlüğü sorununun temel kaynağıdır. Yani din iman işleriyle ilgili bir devlet kurumu olabilir mi? Olursa ne olur? Bu olur. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın tarihi diyanetin yani dinin siyasete, ideolojiye alet edilmesinin tarihidir. Dini siyasete alet etmek, irticai faaliyetlerin odağı olmak iddiasıyla çok sayıda parti bugüne kadar kapatıldı ama bunu Diyanet üzerinden yapan devlet oldu 90 yıldan beri. 28 Şubat döneminde irticaya karşı mücadele, 12 Eylül döneminde bilmem anarşiye karşı mücadele, 90’lı yıllarda bölücülüğe karşı mücadele gibi devlet konseptlerinin karargahı olarak kullanıldı Diyanet. Böyle din iman ibadet kurumu olur mu? Bugün aynı Diyanet'i 'Paralel'e karşı mücadele, cemaatlere karşı mücadele, bilmem şuna buna karşı mücadele amacıyla AKP kullanıyor. Yarın kim kullanacak? Yani Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı bir sorunken orada bir de Alevilere masa vermek sorunu çözmekten ziyade daha da ağırlaştırmaktan başka hiç bir sonuç üretmez. 

Burada hakların iade edilmesinden ya da inancı yaşama hürriyetinin sağlanmasından ziyade yeni bir kontrol mekanizması kurulmak isteniyor gibi. Sadece Aleviler değil diğer cemaatler de var bu çalışmanın içinde..

Aynı şey onlar için de geçerli. Yani "Cemaatlere ne gerek var, Diyanet var ya!" Yahu cemaat sosyolojik bir olgudur. 90 yıldır -öncesini saymıyorum- devletin mücadele ettiği ve yok edemediği bir olgu. Şimdi AKP eliyle; dindar geçinen, İslamcı diye tanınan bir parti eliyle 90 yıllık Kemalist statüko döneminde yapılamayan başarılamayan şey bugün yapılıyor. Dün Kemalistler yapıyor diye kötü olan bugün AKP yapıyor diye iyi mi olacak? 

"90 yıldır Kemalist devletin yapamadıkları dindar bir iktidar eliyle yapılıyor." AKP kendi iradesiyle mi yapıyor bunu yoksa belli merkezlerden kontrol edilerek onun eliyle mi yaptırılıyor?

Bakın AKP; iktidarının ilk iki döneminde devletle mücadele eden parti idi. İlericiydi,reformisti, yenilikçiydi. Şimdiki AKP bir devlet ve statüko partisi haline geldi. Dahası kendi iktidarını devletle özdeşleştiren bir parti haline geldi. Şimdi uzun süreden beri toplumdaki kutuplaşmayı şu mecraya oturtmaya çalışıyorlar; “Devletten yana mısın, devlete karşı mısın?", "Yerli ve milli misin, başka bir şey misin?” Çünkü kendilerini devletle özdeş görüyorlar ve topluma da öyle lanse ediyorlar. 

İKTİDARDA KALMAK İÇİN ERGENEKONLA ANLAŞTILAR

Bu doğru mu peki? AKP devletle özdeş hale mi geldi?

Ben bunun bir yanılgı olduğunu düşünüyorum. Özellikle Doğu Perinçek'in son dönemdeki tutumlarını , kamuoyuna açıkladığı görüşleri hatırlatmak isterim, Doğu Perinçek diyor ki 'AKP bizim zeminimize geldi bizim AKP'yi desteklediğimizi nerden çıkarıyorsunuz. Biz zaten bunları öteden beri savunuyorduk. Bölücülüğe karşı irticaya karşı mücadele konusunda cemaatlere karşı mücadele konusunda AKP bizim zeminimize geldi' diyor. Şimdi bunu Doğu Perinçek diyor diye sallıyor diyemeyiz ya da hafife alamayız. Söylediğinde çok ciddi bir haklılık payı olduğu kanaatindeyim. AKP bir devlet partisi haline geldi. Devletin görünür olmayan efendileriyle uzlaşan bir parti haline geldi. İktidarda kalmak uğruna Ergenekoncu zihniyetle uğraşan bir parti haline geldi. Dolayısıyla Doğu Perinçek'in dediği gibi, Doğu Perinçek ve onun mantalitesine sahip olanlarla aynı zeminde siyaset yapan bir parti haline geldi. 

AKP; iktidarda kalabilmek uğruna Ergenekon'la Perinçek'le ittifak haline geçti. Geçmişte de Gülen gurubu ile böyle bir ilişki kurmuştu. Bu yapı cemaati bitirip, -son çalışma ile de diğer cemaatleri kontrol altına aldıktan sonra- AKP’yi tasfiye etme sürecine girer mi? Yani AKP cemaatleri bitirdikten sonra kendisi bir tehditle karşı karşıya kalır mı?

Şüphesiz ki. Yani şuanda AKP eliyle yürütülen operasyonun tamamlanmasıyla beraber, AKP belki de devletin gerçek yüzüyle karşı karşıya kalacaktır. Bu ihtimal bugünden görülmesi gereken bir ihtimaldir ama bunu AKP'ye anlatmak çok kolay görünmüyor çünkü biz devletiz diyorlar. 

SAİD NURSİ TOPARLAYICI VE BARIŞÇI 

Henüz sohbete başlamadan Said Nursi'nin "Eski Said Dönemi Eseleri"ni size verirken "Bu iyi oldu, ben de bu aralar Said Nursi okuyacaktım, Said Nursi üzerine çalışacaktım" dediniz. Neden Said Nursi?

Yani yapıcı olmak konusunda, toplumsal meselelerimizi bir arada yaşamak iradesi göstererek çözüme kavuşturmak konusunda Said Nursi'nin adı çok gündeme geliyor, çok duyuyorum. Yani bu bakış açısını biraz merak ettiğim için. Ne zaman Kürt Sorunu söz konusu olsa bunu sohbet babında söylüyorum. Said Nursi 'dedi ki', 'der ki', ‘demiş ki’ falan diye söylenen şeyler çok ilginç şeyler başka toplumsal konularla da ilgili söylediği şeyler çok toparlayıcı, yapıcı, barışçıl, “onu yok etmek lazım, onu kesmek lazım” diyen değil de; tam tersi şeyler nasihat eden, telkin eden, barışçıl mesajlar telkin eden yaklaşımları olduğunu hep çevremden duydum o yüzden.

İnşallah o çalışmanız bittikten sonra yine bir röportaj yaparız.

İnşallah, neden olmasın.

Röportaj: 
Gökhan Yılmaz 
MGokhanYlmz 
Ekrem Özden 
EkremOzden86
[email protected]

Fotoğraf: Mustafa Sait Önal

Okunma Sayısı: 3863
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • HÜSDEMİ

    2.2.2016 16:40:16

    çok beğendim. Başarılar

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı