Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said Nursi'nin ''Ey insan! ... İnsaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin.'' ifadelerine muhatap olan ve üzerinde ağır bir sorumluluk bulunan insan;
Yine Bediüzzaman'ın ''Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvîmi olursun.'' veciz sözleri doğrultusunda hal ve harekatına dikkat etmelidir.
Bedîüzzaman’a göre kâinatın meyvesi olan ve en güzel bir biçimde yaratılıp yeryüzüne halife kılınan insan ve insanın kainat ve diğer mevcudatla ilişkisi oldukça önemlidir.
Risale-i Nur'daki söz konusu hakikatlerle ilgili olarak akıllara gelen “Asa-yı Musa 3. Hüccet-i İmaniye, Hatime 1. Sual, 2. Paragrafta geçen, insanın ibadet yapmazsa mevcudatı tahkir, kemalatını inkâr ve tecavüz etmesi ne demektir? Açıklar mısınız?” suali ve cevabı bünyesinde birçok hakikati ihtiva etmektedir.
Şöyle ki;
İnsanın aslî görevi Allah’a ibadet etmektir. İnsan bunun için yaratılmıştır. Bunu Cenâb-ı Allah şöyle bildiriyor: “Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet yapsınlar diye yarattım.”
Mevcudatta her bir şeyin görevi de Allah’ın emirlerine harfiyen itaat etmek ve Allah’ı zikredip tespih etmektir. Kur’ân bunu da şöyle haber veriyor: “Allah’ı yedi Semâ ile Arz ve bütün bunlardaki akıl sahipleri tespih ederler. Hiçbir şey yoktur ki onu hamdiyle tespih ediyor olmasın. Lâkin siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, Halîm ve Ğafur’dur.”
En güzel bir biçimde yaratılıp yeryüzüne halife kılınan insan, Bedîüzzaman’a göre kâinatın meyvesidir, neticesidir ve maksadıdır. İnsan kâinatı bir bütün olarak temsil eder ve okur.
İnsana göre kâinat, sayfaları insan aklının önüne açılmış büyük bir kitaptan ibarettir. İnsanın işi de kâinat kitabını okuyarak, Allah’ın kudretini, azametini, celâlini, cemalini, rahmetini ve sair sıfatlarını bilmek, mevcudatın her bir zerresiyle Allah’ın emirlerine harfiyen itaatini ve tesbihatını kavramaktır.
İnsan ibadet yapmadığında, kendi nezdinde bütün kâinatı olumsuz bir pozisyona itmiş olur. Dolayısıyla ibadet yapmamanın cürüm ve günah değeri de kâinat çapında dehşetli olur. Bedîüzzaman bu hususu şöyle misallendiriyor: “Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, adi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.”
Bediüzzaman On Dördüncü Söz’de bu misali daha da açan iki temsil getirir:
Birinci temsile göre, büyük bir bahçeye bakan pek çok hademeler vardır. Her bir vazifeye bir hademe tayin edilmiştir. Meselâ birisinin vazifesi bahçeye yayılacak suyun deliğini açmaktır. Farz ediyoruz ki, bu hademe tembellik etti ve suyun deliğini açmadı. Bu yüzden bahçe kurudu.
Bu olumsuz sonuçtan bütün diğer hademelerin işleri de iptal olacaktır. Bu durumda bahçe sahibi bu tembel hademeye sadece kendi tembelliği derecesinde değil; bütün diğer hademelerin kötüye giden işleri derecesinde ceza verecektir.
Çünkü tembelliği ile sadece kendi işini bozmamış, bahçedeki bütün çalışanların da işlerini bozmuştur. Bütün çalışanlar bu tembel hademeden şikâyetçidirler. Bediüzzaman bir temsil de gemiden getiriyor. Büyük bir gemide çalışan adi bir hizmetlinin, hizmetini ihmal etmesiyle geminin battığını farz etsek, gemi sahibi o hizmetliden adi ihmali derecesinde değil; geminin büyüklüğü derecesinde şiddetli şikâyet edecektir.
İşte bu misallerde olduğu gibi insan ibadetini ihmal etmekle bütün mevcudatın amellerine ve zikirlerine halel getirdiği gibi, Allah’ın sonsuz esmasının tecellilerini de yok saydığı için, esma adedince cinayet işlemiş olmaktadır.
Bahsettiğiniz yerde Bediüzzaman Hazretleri ibadeti terk etmenin neden mevcudatı tahkir, kemalâtını inkâr ve tecavüz etmek demek olduğunu şöyle izah ediyor: Mevcudatın kıymeti Allah’a olan tespih, zikir ve ibadetinde gizlidir. İbadeti terk eden adam, mevcudatın gerçekten var olan ibadetini görmez ve göremez.
Hatta inkâr eder. Bu durumda her biri ibadetinde duyarlı bulunması, Allah’ın isimlerine ayna olması ve birer yüksek ilâhî mesaj taşıması açısından yüksek bir değerde bulunan her bir mevcut, ibadeti terk eden adam nazarında değerden ve kıymetten en aşağı mertebeye düşüyor. Kâinatı değerden düşürmeye insanın hakkı yoktur.
Öte yandan, Allah (cc) insanı kâinata bir ölçü ve bir takvim olarak yaratmıştır. Bu sebeple herkes kâinatı kendi aynasında görüyor. Meselâ ağlayan bir adam her şeyi ağlar görüyor, karamsar birisi her şeyi karamsar biliyor. Neşeli bir adam her şeyi neşeli görüyor. İbadet ve tespih eden bir adam, mevcudatın hakikaten var olan ibadet ve tespihatını görüp anlıyor, takdir ve tebrik ediyor.
Gaflette olan inkârcı bir adam ise mevcudatı kıymet ve kemalatına zıt bir biçimde değeri düşük gördüğü için mevcudatın hakikaten var olan kıymetini ve kemalatını inkâr etmiş, böylece onun hukukunu çiğnemiş, onu tahkir etmiş ve hakkına tecavüz etmiş oluyor.
Diğer bir ifadeyle, ibadeti terk eden adam, aslında kardeş konumda bulunan kâinatla kavgalı hale gelmiş oluyor. Eşya sırlarını kendisine açmıyor, kendisine yabancılaşıyor, bütün hadiseler insana düşman vaziyetine giriyor. İnsan dünyadan ve yaşamaktan zevk almamaya başlıyor. Huzuru kaçıyor. Ve hayattan istifaya kadar uzanan gerginlikler, ardından sökün edip geliyor. Bunun sorumlusu da hiç kimse değil, insan kendisi oluyor.
Yeni Asya Gazetesi'nin İlahiyatçı Yazarı Süleyman Kösmene
Söz konusu soruya muhatap olan Risale-i Nur'daki ilgili bölümün tamamı;
(...) BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. diyorlar ki: "Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur'ân'da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur'âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz'î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?"
Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: "Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?" Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.
Amma Kur'ân'ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar.
Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri, Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî ve birer âyine-i esmâ-i Rabbâniye olan mevcudatı âli makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder, kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder.
Evet, herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor.
Meselâ, gayet meyus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.
Gafletle veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târiküssalât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdit eder.
Hem netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlâhiye ve meşiet-i Rabbâniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhasıl, ibadeti terk eden hem kendi nefsine zulmeder-nefis ise Cenâb-ı Hakkın abdi ve memlûküdür-hem kâinatın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet, nasıl ki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemâlâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikati ifade etmek için, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, mucizâne bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-i belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.''
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur, Lem'alar, 23. Lem'a, syf.684
Haber Merkezi