"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Güneş'ten Plüton'dan Allah'a ulaştıran bir tefekkür yolculuğuna davetlisiniz

16 Temmuz 2015, Perşembe 22:00
Dünya, NASA'nın, New Horizons uzay aracının 9 buçuk yıl süren yolculuğundan sonra Plüton'un yakınlarında çektiği ilk yüksek çözünürlüklü ve yakın çekim fotoğrafını yayınladığı fotoğrafı konuşuyor.

Ve bütün dünya Plüton'un çekilen yeni fotoğraflarla elde edilen ve yinelenen ''jeolojik aktivite ve dağlar bulunduğu ve Gezegendeki buz dağlarının Kuzey Amerika'daki Rocky Dağları kadar yüksek olduğu'' şeklindeki bilgilere yoğunlaştı.

Fakat çok az kimse -eserden sanatkara geçmek- prensibiyle, muhteşem bir yaratılış, hikmet ve iradeyle Güneş sisteminde konumlandırılan Plüton gezegeninin ve bulunduğu Güneş Sistemi'nin yaratılışındaki harikalara dikkat çekti. 

Özetle, günümüz Bilim dünyası 'Allah'tan bahsetmiyor', eserde takılıp kalıyor ve Sanatkara geçemiyor veya geçmek istemiyor. İşte bu noktada Büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said Nursi'nin Kainat kitabını okuma ve okutturmak şeklindeki Kuranı ve Peygamberi metodu karşımıza çıkıyor ve imdadımıza yetişiyor.

Bu doğrultuda bizler; Bilim insanlarının, Allah'a ulaştırmayan söylemlerini değil, zerrelerden yıldızlara kadar Cenab-ı Hakkı gösteren bilimsel verilerin kendisini dinliyoruz ve sanatlı ve hikmetli yaratılışı, tefekkür ve hayranlıkla temaşa ediyoruz.

Risale-i Nur'un muhtelif bölümlerinden derlenmiş bir tefeekkür yolculuğunu istifadenize sunuyoruz;

Sözler'den 33. Söz'den Yirmi Birinci Pencere

وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ     

("Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti herşeye galip olan ve ilmi herşeyi kuşatan Allah'ın takdiridir." Yâsin Sûresi, 36:38.)

Şu kâinatın lâmbası olan güneş, Kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyetine güneş gibi parlak ve nuranî bir penceredir.

Evet, manzume-i şemsiye denilen, küremizle beraber on iki seyyare,(Yusuf suresi, 12:4) cirmleri küçüklük—büyüklük itibarıyla pek çok muhtelif ve mevkileri uzaklık—yakınlık noktasında pek çok mütefavit ve sür'at-i hareketleri çok mütenevvi olduğu halde, kemâl-i intizam ve hikmetle ve kemâl-i mizanla ve bir saniye kadar şaşırmayarak hareketleri ve deveranları ve güneş ile, cazibe kanunu tabir edilen bir kanun-u İlâhî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi gösterir. 

Çünkü o câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mizan-ı hikmet içinde, muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde ve muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. 

Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkalarıyla müsademe etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsademenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.

Manzume-i şemsiyenin, yani şemsin me'mumları ve meyveleri olan on iki seyyarenin acaibini ilm-i muhit-i İlâhîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde, seyyaremiz bulunan arza bakıyoruz. Görüyoruz ki, bu seyyaremiz, bir azamet-i şevket-i Rububiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmet ve hikmeti gösterir bir surette, güneşin etrafında, emr-i Rabbânî ile, Birinci Mektupta beyan edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acaib-i masnuat-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkat ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakik hesaplarla, azîm hikmetlerle ona takılmış ve o kamere başka menzillerde ayrı seyir ve seyahat verilmiş.

İşte, bu mübarek seyyaremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehadetle bir Kadîr-i Mutlakın vücub-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Madem şu seyyaremiz böyledir. Manzume-i şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.

Hem şemse, kendi mihveri üstünde, cazibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi, bir Kadîr-i Zülcelâlin emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir sür'atle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsü'ş-Şumus cânibine sevk etmek, elbette, Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir. Güya, haşmet-i rububiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan manzume-i şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.

Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbabın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi, sen söyle. Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı?

Bahusus kâinatın meyvesi, neticesi, gayesi, hülâsası olan zîhayatları başka ellere verir mi? Başkasını müdahale ettirir mi? Bahusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halifesi ve o Sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi? Kemâl-i hikmetini sukut ettirir mi?

Risale-i Nur, Sözler, 33. Söz, 21. Pencere, syf. 1095, yeni tanzim, Yeni Asya Neşriyat)

YARATILIŞ KAVRAMI NASIL ANLAŞILMALIDIR?

Yaratılışın işaret fişekleri: İbda’ ve inşa’

İKİ İŞARET FİŞEĞİ

Bu kavramlar, hilkat mu’cizesinin iki işaret fişeğidir:

1- İhtira ve ibda’
2- İnşa, terkip ve san’at

Bediüzzaman müşahede ettiği hilkat sahifelerini bu iki tür kavramla güncelliyor, gündemimize getiriyor.

1- İHTİRA VE İBDA’ MU’CİZESİ

Bunlardan ilki olan ihtira’ ve ibda, hiçten ve yoktan vücut vermeyi anlatıyor. Cenâb-ı Hak dilerse yarattığı eşyaya hiçten ve yoktan vücud elbisesi giydiriyor. Ve yine dilerse bu vücud elbisesine lâzım olan her şeyi de yine hiçten ve yoktan icat edip eline veriyor.1 

İhtira’, daha önce hiç olmayan bir şeyi ilk olarak, yeni ve benzeri olmadan icad etmek demektir. İbda’ kavramı da ihtirayı tanımlıyor. İbda’, bir şeyin âletsiz, edevatsız, araçsız, gereçsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız, örneksiz, benzersiz, misilsiz, numunesiz yaratılması demektir ki, Allah’a ait bir tasarrufu ifade ediyor. Risale-i Nur’da hilkat mu’cizesi anlatılırken başvurulan “ibda’, bedi’, ihdâs, ihtirâ, icâd, sun’, halk ve tekvin” kelimeleri birbirini açıklar mahiyette kullanılıyor.

YOKTAN VAROLMAZCILARA REDDİYE

Bu kavramlarla Bediüzzaman, Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier’in 1750’li yıllarda ifade ettiği ve sonradan inançsız felsefenin dört elle sarıldığı, “Hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz” anlayışını reddetmiştir. 

Gerçi Lavoisier bu tesbitini ifade ederken “Allah’tan başka” demiştir. Lavoisier bu edebi göstermiştir. Fakat İnançsız felsefe bunu duymak istememiştir. Tıpkı Bektaşi gibi.
Bektaşi’ye “Namaz kıl” demişler. “Kur’ân ‘La takrebu’s-salah” (Namaza yaklaşmayın) diyor.” Demiş. “Devamını da oku!” demişler. “Ben hafız değilim” demiş. 
(Devamında ‘ve entüm sükârâ’ (siz sarhoşken) ifadesi vardır.)

Bediüzzaman diyor ki: “Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı!”2
Keza Bediüzzaman, yaratılışı “bedi’” kavramı ile anlatıyor:

“Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehad’den başkası olabilsin?”3

2- İNŞA VE TERKİP MU’CİZESİ 

İkinci hilkat kavramı olan “inşa’, terkip ve san’at” kelimeleri de birbirini açıklıyor. Bu kelimeler, terkip ederek yapma, unsurlarını bir araya getirerek yaratma, eşyayı mevcut varlıklardan toplayarak meydana getirme, dağılan ceset hücrelerini ve çürüyen kemikleri toplayarak yeniden vücut verme4 demektir.

Allah dilerse eşyayı inşa’, terkip ve san’at ile yaratır. Yani yeni mevcudu önceden yarattığı mevcut unsurlardan toplayarak yaratır. Aslında burada Allah yine ilk ve numunesiz yaratış gerçekleştiriyor. Yani yarattığı şeyi mevcut eşyadan toplama–-hâşâ—bir zafiyet değil; bir kudret, hilkat ve san’at gösterimidir.

İnşa’ ve terkibi Bediüzzaman’ın veciz ifadesinden dinleyelim:

“İnşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suûbet olacak. Halbuki, kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâl’in san’atı olduğunu ispat ediyor.”5  

Keza Bediüzzaman inşa’ın bir sanat izharı olduğunu şöyle ifade ediyor: “Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük, cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını, mu’cizât-ı kudretini izhar eder.”6

Süleyman Kösmene, Yeni Asya Gazetesi İlahiyatçı Yazarı

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 196., 2- a.g.e., s. 196., 3- Mektubat, s. 227., 4- Sözler, s. 105. 5- Lem’alar, s. 315.

6- Mektubat, s. 227.

GÜNEŞ, CENAB-I HAKKIN EMRİNE MUSAHHAR YARATILMIŞ BİR LAMBADIR

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da hikmetle yaratılan Kainat Kitabını, Kur'an-ı Hakim'in dersiyle okurken ve okuturken Güneş'i, Cenab-ı Hakk'ın Esmaü'l-Hüsnasından Nur ismine kesif bir ayine ve Dünya sarayının kubbesinde büyük bir elektrik lambası gibi tabirlerle tarif etmektedir ve nazarları, eserden sanatkara yönelmek prensibiyle Kadir Hayy ve Kayyum olan Rabbimize çevirmektedir.

İşte Güneş'le ilgili Risale-i Nur'dan bazı bölümler ve tariflemeler;

(...) On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1 deki tecrî kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani "Güneş döner" tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtarla, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin hikmetini ilâm eder.

2وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا  Yani, "lâmba" tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat'ûmat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Sâniin haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tabirinde, Hâlıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdâniyeti ilâm eder ve mânen der ki: "Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz."

Hem cereyan-ı tecrî tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.

Evet, Kur'ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.'' (25. Söz)

1- "Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider." Yâsin Sûresi, 36:38.
2- "Güneşi de bir kandil yaptı." Nuh Sûresi, 71:16.

Güneş, Cenab-ı Hakk'ın Esmaü'l-Hüsnasından Nur ismine kesif bir ayine,

-Sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık, 

-Dünya sarayının kubbesinde büyük bir elektrik lambası,

-Bahar ve yaz tezgâhında dokunan Rabbanî mensucat için bir mekik, gece-gündüz sahifelerinde yazılan Samedanî mektuplar için bir nur hokkası, 

-Nuranî bir ağaç. Gezegenler onun hareketli meyveleri. Ağaçlara muhalif olarak güneş silkinir, ta o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar, 

-Meczub bir serzakir. Zikir halkasının merkezinde cezbeli bir zikir eder ve ettirir,

-Sema yüzünün gözü,

-Allah'ın emrine temessül eden ve herbir hareketini O'nun meşietine tatbik eden bir çöl paşasıdır.

YEMİN OLSUN GİZLENEN VE AÇIĞA ÇIKAN YILDIZLARA

Mektubat isimli eserden Üçüncü Mektup'tan bir bölüm: 

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1     وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ     2

("Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tesbih etmesin." İsrâ Sûresi, 17:44.)

O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.

HAMİSEN: Bir mektupta, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; Kur'ân-ı Hakîmin

  فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ     اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ 3(Yemin olsun gizlenen ve açığa çıkan yıldızlara." Tekvir Sûresi, 81:15-16.) kaseminde ulvî bir nur-u i'câz ve parlak bir sırr-ı belâğat gördüm. Evet, seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet, gayet âli bir nakş-ı san'at ve âli bir levha-i ibret, nazar-ı temâşâya gösteriyor.

Evet, şu seyyareler, kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semâda yeni yeni nakışları ve san'atları gösteriyorlar. Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir, güzel bir vaziyet gösteriyorlar. 

Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. Hususuyla bu mevsimde, akşamdan sonra, ufukta Zühre yıldızı ve fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra, vazife-i teftişiyelerini ve nakş-ı san'atta mekiklik hizmetini ifadan sonra yine dönüp, sultanları olan güneşin şâşaalı dairesine girip gizleniyorlar. 

Şimdi, şu hunnes, künnes tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemâl-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zâtın haşmet-i rububiyetini ve şâşaa-i saltanat-ı ulûhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar.

Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir saniyede sekiz saat mesafeyi kat' eden sür'attedir. İşte, böyle bir Sultana ubûdiyet ve imanla intisap etmek ve şu dünyada ona misafir olmak ne kadar âli bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.''

Risale-i Nur,Mektubat, 3. Mektup, syf. 30, yeni basım, Yeni Asya Neşriyat

Haber Merkezi

Okunma Sayısı: 10907
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı