Gazetemiz Yazarlarından Prof. Dr. Ahmet Battal'ın daha önceden yayınlanan ve günümüze dair de önemli mesajlar içeren Kudüs ile ilgili gezi yazısını, istifadeye medar olması ve Mescid-i Aksa'nın hürriyetine kavuşmasına ve belki de en önemlisi alem-i İslam olarak hasret kaldığımız İttihad-ı İslam'ın başlangıcına vesile olması duası ve niyetiye yeniden yayınlıyoruz.
***
Evvelâ; ilk kez bir gezi yazısı kaleme alıyoruz. Zor işmiş. Affediniz. İkinci olarak; bu yazıya başlık koymak çok zor oldu. Önce aklımıza “Rampalar şehrinden notlar” demek geldi. Kudüs’te yokuş çok, işi yokuşa süren de çok (!) ama rampa sadece yokuş demek değil. Rampanın aklımıza gelmesinin sebebi de bu mânâ değil. Bilirsiniz uzaya giden füzeler de rampadan fırlatılıyor.
Bu şehirde iki ya da üç manevî rampa var:
Malûm, Peygamberimiz (asm) Mi’raca, bu şehirden, Mescid-i Aksa’nın hemen kuzeyinde yer alan ve korumak için üzerine sonradan Kubbetüssahra adlı altın kubbeli meşhur ve muhteşem binanın yapılmış olduğu “muallak taş”a basarak yükseldi. Hazreti İsa (as) bu şehirden ve bir rivayete göre de Mescid-i Aksa’nın doğusunda hemen karşı tepesi durumundaki Zeytin Dağı’ndan göğe yükseltildi. Yine bir rivayete göre İdris Aleyhisselâm da bu şehirden göğe uçuruldu.
Özetle, bu şehirde uçmak kolay da, “çelincır” olayım derken havada parçalanma riski de var. Bu kadar manevî füze rampasına ev sahipliği yapan bir şehre “rampalar şehri” yakışırdı.
Ama konu hakkında sohbet ettiğimiz bazı dostlar, haklı olarak, “Yeni Asya okuyucusu için Kudüs’ün asıl özelliği ve seyahatten aldığınız ders yazınızın başlığında olmalı” dediler.
İşte bu fikir yukarıdaki başlığı doğurdu: İttihad-ı İslâm’ın Düğüm Şehri. Sebebini yeri geldikçe anlatacağız.
Üçüncüsü; iki yıl kadar önce gazetemizin yazarlarından Faruk Çakır da Kenan İlleri’ne bir ziyaret yapmış ve notları yayınlanmıştı.
http://www.yeniasya.com.tr/haber-detay2.asp?id=2294
Bu sebeple biz bu yazıya o yazıyı da hatırlatarak başlayacağız.
Gidiş fikri
Ankara’dan dünyaya Nur neşreden Dost TV’den değerli dost Yaşar Erdoğan aradı:
“Temaşa programı yapımcısı Seyfettin Bulut Hoca çekim yapmak üzere Mi’rac Kandilini kapsayan dört gün Kudüs’e gidecek, eşlik etmek ister misin?”
“Soru mu bu kardeşim. Soru cevabı iki olana denilir. Elbette. ”
Böylece bir uçak dolusu (165) mü’minle beraber Kudüs’e gitmek üzere pasaportları turizm şirketine ulaştırdık.
O gece ve sabahı
Gece yarısından sonra yattık, tam bir tilki uykusu uyuduk, yani uyuduk mu uyumadık mı belli değil. Ne de olsa tilkiliklerin, çakallıkların bol olduğu bir ülkeye, riskler ülkesine gidiyoruz.
Ve sabah namazı vaktinde kalkıp havaalanına doğru yola düştük.
Silâhsız ve barışçıl olarak… Nasıl olsa şimdiki silâhlar internetten doğrudan cep telefonuna bile indirilebiliyor!
İniş durumu
Perşembe sabahı yedide Ankara’dan Tel Aviv’deki Ben Guryon’a uçtuk. Esenboğa yer ekibinin dediğine göre havacılık tarihinde bir ilk imiş. Ankara’dan Tel Aviv’e ne tarifeli, ne çarter, ne dedirekt uçak galiba hiç kalkmamış. Turizm acentesi zoru başarmış.
Üç kişilik bir ekibiz: Sağımda soyadı gibi “ayrı dünyaların insanı” Seyfettin Bulut Hoca, solumda Dost TV’nin ve Ankara’nın “eskimeyen eski dost”larından Süleyman Yılmaz, nam-ı diğer Fırıncı Süleyman.
Problemli bir alanı, Kıbrıs’ı üstten teğet geçtik. İniş takımlarımız itiraz etmedi ve asıl problemli alana “sorunsuz” indik.
İlk nasihat: “Aman pasaportunuzu yanınızdan ayırmayın, kimseye de vermeyin. Ne de olsa burası ‘güvenlik devleti’nin toprakları” deniyor. “Huzur ülkesi”nde olmadığımızı anlıyoruz.
İniş iyi, ya biniş takımları!
İsrail adındaki yarı korsan devlet, Tel Aviv’i ve havaalanını kendisi için bir prestij merkezi yapmaya çalışıyor. Gümrük kapılarındaki bed muameleyi eskiye nazaran yumuşatmış. Böylece kendinden menkul meşrûiyetini tescillemeyi umuyor.
Biz o havaya kapılmayı baştan reddetmiştik. Zira rehberlerimiz fevkalâde şuurlu üç kardeş. Bizleri her mânâda bilinçlendirdiler. Manevî biniş takımlarımızı kuşandırdılar.
Üç Bey Turizmin kurucusu bu üç beyefendi, Hulusi, Muhammet ve Ekrem Gülseren kardeşler, bu işi hakikî mânâda “meslek” olarak yapıyorlar. Zira onların bir edebî-yolu var ve o tarikte süluk eden meslek sahiplerinin en başlarında onlar var.
Dedeleri Esseyyid Osman Hulusi Efendi’ye Darende dar gelmiş, o Darende’ye sığmamış. Bütün Türkiye’de sevenleri ve irşad halkası var.
O mübarek dedenin bu torunları da Türkiye’ye sığmamaya karar vermişler ve ihlâs sermayesiyle manevî ticarete girişmişler. Maddî ticareti de elbette ihlâsla yapıyorlar. “İnancın ticareti ve turizmi olur mu?” diyenlere, manen “evet olur, yeter ki ihlâsla olsun” diyorlar.
Zaten kendilerine çok dirayetli ve tecrübeli bir mihmandâr da bulmuşlar: TURSAB’ın yöneticilerinden kıdemli turizmci Nezih Üçkardeşler yolculuk boyunca tecrübesini konuşturdu.
İttihad cehl ile olmaz
İki yıl önce Bediüzzaman Haftasının konusu İttihad-ı İslâm idi. Köprü dergisi için “İttihad-ı İslâma Dair Sorular” başlıklı bir yazı kaleme almış idik.
Dileyenler bu adresten okuyabilirler:
İttihad-ı İslam’a Dair Sorular
Makale için çalışırken Bediüzzaman’ın, “İttihad cehl ile olmaz” sözü, yeniden dikkatimizi çekmişti. Müslümanlar kardeşleriyle ittihad edebilmek için önce onları tanımalı, halleriyle hallenmeli.
İşte bu gezi yazısı ve benzeri diğer yazılar bu sebeple değerli.
İşte bu sebeple Üçbey Turizm’in sloganını çok beğendim: “GEZEN BİLİR”. Madem ki “bilen konuşur”, öyleyse gezmek gerekir ki bilmek mümkün olsun ve konuşmak hak olsun.
Kim kuşatma altında?
Bilirsiniz, İsrail devleti Kudüs’ü kuşatmış, “Müslüman Araplar” dediği Filistin halkına ve o toprakların Hıristiyan çocuklarına “öz vatanında parya” muamelesi yapıyor. Mahalleleri, kasabaları, şehirleri, çeşitli yerlerinden duvarlarla, tel örgülerle bölmüş.
Güya amacı, güya kendi öz vatandaşlarının özgürlüğünü ve güvenliğini sağlamak. Ama amaç kaybolmuş. Zira düşünün ki, dünya tel örgüleri ve sınırları kaldırırken, bir kavim, bir dar alanda tel örgülerle ve beton duvarlarla birlikte yaşamaya başlıyor.
Nereye kadar?
Belli ki kısa zaman sonra asıl kuşatmanın nefislerin kuşatması olduğunu herkes gibi onlar da anlayacaklar.
Zira, o “istiklâl” meraklısı Yahudiler, kendi ibadet günlerinin bitmesinden itibaren yani Cumartesiyi Pazara bağlayan gecenin yarısından sonra sokağa dökülen ve özgürlüğünü “doya doya” kutlayan kendi çocuklarının sarhoş pestili vücutlarını Kudüs’ün “İstiklâl” caddelerinden (ironik biçimde bizdekinin adı bile oraya yakıştı, değil mi!) sabaha doğru adeta kürekle kazıyorlarmış. Ne acı.
“Ulus devlet”i diğer kavimlerden yüz elli yıl sonra tanıyan ve tadan Benî İsrail, ulus devletlerin, “sınır kazığı” diyerek kendi vatandaşlarına attığı dost kazığını şimdi kendi kendisine atıyor.
İğneyi de kendimize batıralım: Evet, kudsî Kudüs’ümüzü İsrail kuşatmış. Ya dünya sevgisi bizim neyimizi ve nerelerimizi kuşatmış? Hadi kendimiz için de buna cevap bulalım.
İsrail devleti için toprak/arz her şey demek. Arz-ı mev’udu dünyada arayanlar ahireti unutmuşlar. Ya da ahireti unutanlar arzı dünyada arıyor ve bulduk sanıp zalimane ve gâsıbane sarılıyorlar. “Gözünü toprak doyursun”, demek böylelerine en makbul duâ olsa gerek.
Hayfa’da hayıflanmak
Havaalanından çıkınca önce Tel Aviv’in kuzeyden yakın komşusu Hayfa şehrine gidiyoruz. Osmanlı yapısı Hasan Paşa Camiini ve limandaki diğer tarihî eserleri ziyarete.
Hayıflanıyoruz. Zira Osmanlının en büyük limanlarından biri, Yafa, bu şehirde ve fakat biz bu kelimeyi sadece “Yafa portakalı”ndan tanıyoruz. Yufa bize.
Bir tarihî caminin hemen dibindeki bir Müslüman lokantasına öğle yemeği için mahzun giriyoruz. “Acaba az sonra hangi mü’minin vücuduna terfi edeceğim” diyerek heyecanla ve bizim lokantaya girişimizden biraz önce lokantanın fırınına gönüllü girmiş olan kallavi tabaktaki “okkalık balık”ları minik garnitürlerle halvet halinde görünce surî keyfimiz yerine geliyor.
***
Önemli mesajlar içeren gezi yazısının devamını okumak için tıklayınız:
Ne olacak bu memleketin hali?
Dönüyoruz, ama hüzünlüyüz