“S: Nedir şu tabiat, kavanin, kuva ki, onlar ile kendilerini aldatıyorlar?
C: Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve a’zasının ef’alini intizam ve rabt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, sünnetullah ve tabiat ile müsemmadır.”
Mesnevî-i Nuriye, Nokta Risalesi
“Tabiat, şu görünen âlemde mevcut olan unsurların ve eşyayı sınırları belirlenmiş bir düzen altına alan büyük, İlâhî bir kanundur”
Tabiat kanunları
Öncelikle şunu ifade etmemiz gerekiyor: Bir kanunun işleyişi için bir kanun koyucu, yani bir irade sahibi gereklidir, yoksa kanunlar kendi başlarına işleyen şeyler değildir. Kanun bir prensiptir ve yapılacak bir işle ilişkili her detayı içerir. Soyut bir kavramdır kanun; somut varlığı yoktur. Onun varlığı, uygulamalarında ve tesirleriyle bilinir. “Mahkeme, mahkûmun idam kararını uyguladı, infaz etti” dediğinizde kanun orada ortaya çıkar, hükmün icrasıyla kendini gösterir.
Tabiat kanunları da, eşya üzerinde etkisini gösteren, fakat haricî ve somut bir varlığı bulunmayan soyut hakikatlerdir. Esas itibariyle tabiat kanunları demek, sürekli olarak belli bir düzenlilikte hareket eden maddenin, bu hareketindeki düzenlilik ve devamlılık nedeniyle ortaya çıkan genel durumlara verilen isimler demektir. Eğer madde düzenli hareket etmeseydi, hiç bir bilim ortaya çıkmayacaktı.
Tabiat kanunları, kendi kendilerini ve eşyayı yaratabilecek özellikte, maddî gerçekliğe sahip nesneler değillerdir. Herhangi bir olaya kaynaklık etmezler. Hiçbir oluşumun gerçek sebebi olamazlar. Peki, nedir o zaman tabiat kanunları? Maddenin düzenli hareketi nedeniyle gerçekleşen sistematik olayların açıklamasından ve ifadesidirler. Yoksa bırakınız eşyayı yaratmayı veya eşyanın hareketine kaynaklık etmeyi, o kanunlar kendilerinin gerçek mahiyetlerini ve varlık sebeplerini bile açıklamazlar.
Bir tepeden aşağıdaki vadiye baksak ve görsek ki, her gün saat 12.00’de, 14.00’de, 16.00’da, 18.00’de ve 20.00’de bir tren geçiyor ve bu düzenli bir şekilde tekrarlanıyor. Bunun aksamaya uğramayan bir kural halinde tekrarlandığını görerek, meydana gelen olayın oluş şeklini, yani trenin geliş hareketinin işleyiş prensibini not defterimizde kayıt altına alsak ve şu açıklamayı yazsak:
“Vadide her gün belli saatlerde bir tren geçer. Bu olay, bir kural halinde sürekli aksamadan tekrarlanır.” Bu tespit ettiğimiz gerçekliğin ve trenin her gün hangi zamanlarda ve hangi hızda geçtiğiyle ilgili kural ve kaideye, açıklama notlarımızda şöyle bir isim versek: “Trenin hareket kanunu.” Acaba biz bu ismi verdiğimiz için, “trenin hareket kanunu” canlanıp maddî bir varlık haline gelir mi ve zamanda geriye gidip, o treni belli saatlerde ve belli hızlarda geçiren şuur sahibi bir güç şekline girebilir mi? Hatta o treni tasarlayan ve yapan olabilir mi? Böyle saçma bir düşünce bilimsel olarak kabul görebilir mi?
İşte tekraren en açık şekliyle ortaya koyuyoruz ki: Tabiat kanunları da aynen böyledir. Siz ortada görünen bir olaya süslü bir isim verdiniz veya o olayın meydana geliş prensiplerini kurallarıyla ortaya koydunuz diye, sizin o açıklamanız ne eşyayı yaratan gerçek bir sebep olur, ne de o olayı gerçekleştiren ve olayın kaynağı olan bir etki edici haline gelir. Canlı veya cansız unsurları çalıştırdıkları iddia edilen tabiat kanunları; şuur, irade ve bilgi gerektiren işleri bir tarafa bırakın, maddî vücudu olmayan ve maddenin hareket ve işleyişinin yalnızca bir tarifinden ibaret olan soyut kavramlar olduklarından, hiçbir şeyin gerçek anlamda açıklaması olamazlar.
Stephen Hawking, televizyonda yapılan bir röportajda kendisine sorulan bir soruya çok ilginç bir cevap vererek, yerçekiminin kökünün M Teorisi olduğunu söylemektedir. Oxford Üniversitesi’nde matematik profesörü ve “Aramızda Kalsın Tanrı Var” isimli kitabın yazarı ve aynı üniversitede bilim felsefesi dersi de veren Dr. John Lennox, Stephen Hawking’in “Büyük Tasarım” kitabını ve “Her Şeyin Teorisi”ni çok çarpıcı bir şekilde değerlendiriyor: “Bilim adamları matematiksel kanunlar içeren teorileri doğal olayları açıklamak için oluştururlar. Ancak teoriler ve kanunların kendileri bu doğal olayları yaratamazlar. Teoriler ve kanunlar belirli şartlar altında gerçekleşen şeylerin matematiksel açıklamalarıdırlar. Bir tabiat kanunu, tanımlayıcı ve öngörücüdür. Ancak yaratıcı değildir ve olamaz. Yani tabiat kanunları: “Şu şöyle olur ve bundan sonra da böyle olacaktır” der sadece. Somutlaştıracak olursak, kanunların tanımlayıcı olması demek, nesnenin yerçekiminden dolayı düştüğünü söylemektir. Nesneyi elimizden bırakırsak düşeceğini söylemek ise, kanunların öngörücü olmasıdır. Fakat bu yaratıcı olmayı gerektirmiyor, olayı tarif ediyor sadece. Newton’un yerçekimi kanunu, yerçekimini veya yerçekiminden etkilenen maddeyi yaratamaz. Hatta Newton’un kendisinin de farkına vardığı gibi, bu kanun yerçekimini açıklamaz bile. Bilimsel kanunlar ne bir şey yaratabilirler ne de bir şeyin gerçekleşmesine sebep olabilirler...
“Yaşadığımız dünyada basit bir aritmetik kuralı olan 1+1=2, hiç bir zaman hiçbir şeyi var etmemiştir. Bu kural, şimdiye kadar ne benim, ne de başkasının banka hesabına para koymamıştır. Banka hesabıma bugün 1000 dolar ve yarın da 1000 dolar koysam, aritmetik kuralı bana 2000 dolarım olduğunu söyler. Ama ben kendim banka hesabıma hiç para koymasam ve bunu yapmasını aritmetik kurallarından beklesem, sonsuza kadar beklesem bir şey olmaz. Kanunların bir şey meydana getirebileceğini düşünmek, toplama işlemi yaparak para kazanabileceğinizi düşünmekten farksızdır.
“Eğer elinizde A varsa B’yi bulursunuz, ancak önce A’yı elde etmeniz gerekir. Bunu kanunlar sizin için yapacak değildir. Matematik kanunlarının kendi başlarına kâinatı ve yaşamı yarattığı bir katı tabiatçı dünya, tamamen bilim kurgudan ibarettir.”
Diğer taraftan bir şeyin “basit şartı”, o şeyin “gerçek sebebi” ile aynı şey değildir. Bir bahçeyi sulamazsanız kurur. Buna bakarak suyun bahçedeki bitkilerin yegâne varlık sebebi olduğu söylenemez. Bir televizyondaki görüntülerin ortaya çıkması, açma düğmesine basma şartına bağlıdır. Ama böyle diye te-levizyonu yapan ve çalıştıranın o sihirli düğme olduğuna inanmak, ancak televizyon üreten fabrikalardan, elektronik mühendislerinden ve televizyon içindeki çok sayıdaki elektronik parçanın varlığından, yani medeniyetten habersiz bir insanın veya en iyi ihtimalle bir düşüncesizin işi olabilir.
Bilim dediğimiz her şey ve bilim adına ne varsa, maddenin düzenli hareket edişi nedeniyle ortaya çıkan bir bilgi birikimidir ve kâinatın düzenliliğinin bir ifadesidir. Madde düzenli hareket etmeseydi, bilim diye bir şey olur muydu? Elbette olmazdı. İşte tabiat kanunları, maddî bir vücudu olmayan bir kavram olmakla beraber, maddenin nasıl hareket ettiğini ifade etmeye yarar sadece. Maddenin düzenli hareketini tabiat kanunlarına dayandırarak açıklamaya çalışmak aynen şu misale benzemektedir: Usta bir mühendis tarafından tasarlanmış ve büyük bir fabrika tarafından üretilmiş bir yolcu uçağını, sadece havanın kaldırma gücüyle, termodinamik kanunuyla, elektrik kuvvetiyle ya da uçağın parçalarının bir araya gelmesi ile açıklamaya çalışmak, hatta daha da ileri gidip uçağın kendi kendine oluştuğunu iddia etmek ve o uçağı tasarlayan mühendisi ya da fabrikasını hiç hesaba katmamak, ondan hiç bahsetmemek ve açıklamada onu konu dışı bırakmak, ne derece mantıktan ve bilimsellikten uzak bir izahtır. Öyle de, bir uçaktan çok daha ileri bir uçuş sistemine sahip olan ve binlerce türü, yüz milyonlarca ferdi bulunan kuşların mekanizmasını tabiat kanunlarına dayandırmak, bu misalden bin kat daha akıl ve bilim dışıdır. Nasıl ki bir uçak kendi parçalarını kendisi yapamaz; (Aksini iddia eden yoktur herhalde) öyle de kâinat içindeki maddî sebepler, uçağın parçaları gibidirler. Uçağın parçaları, bir mühendisin ilim ve iradesi, bir fabrikanın gücü olmadan yapılamazlar ve bir iş göremezler. Gerçi hiç kimse inkâr etmez ve herkes kabul eder ki; o uçak, o parçalar kullanılarak yapılmıştır. Burası dikkat gerektiren ince bir noktadır. Biz de kabul ediyoruz bunu, inkâr etmiyoruz ki. Fakat diyoruz ki: “Yahu arkadaş! Allah sana insaf versin! O parçalar ‘Bir araya gelelim de bir uçak oluşturalım’ diyemezler.
Kâinatın kendisi de inşa edilmiş ve tasarlanarak yapılmıştır ve içindeki eşyanın mucidi ve yapanı kendisini açıklamak için ifade edilen bir takım prensipler olamaz. Bu düşüncede asla maddi sebepleri inkâr etmek yok. Sebepler mi, bilim mi, tabiat mı, yaratıcı mı? Böyle bir ikileme, böyle bir tercihe gerek yok.
O maddi sebeplerin de, o sebepler kullanılarak yapılan sanatlı ve tasarım harikası eşyanın da, onları yapabilecek özelliklere sahip Biri tarafından yapılmış olduğuna aklen hükmetmek kaçınılmazdır.
Tabiat kanunlarının dış dünyada maddî varlıkları yoktur, yalnız Allah’ın ilminde vardırlar ve kudretinin işlemesiyle icra edilirler. Süreklilik gösteren etki ve neticeleriyle varlıkları bilinir ve bir kaideye bağlı olarak çalıştıkları, ilmen tespit edilir. Tabiat, maddî gerçekliği olmayan hayalî bir kavramdır. Maddî bir varlığı kabul edilse bile, ancak işlenmiş bir sanat eseri olabilir, sanatın ustası olamaz. Bu durumda tabiatın bir sanatkâr olmadığı, ancak üstünde resim yapılan bir tuval olduğu, o nedenle üstünde sanat eserleri göründüğünün kabul edilmesi zorunlu hale geliyor.
Tabiat kanunları bir hüküm ifade eder; fakat o hükümleri koyanın yani hükmedenin, kanun koyucunun bir başkası olduğunu görmek gerekir. Tabiatın, bizlerin kısıtlı aklımızın nazarında ilahî kudretin büyüklük ve şerefine uygun görünmeyen hallerini örten bir perde görevi gördüğünü söylemek gerek. Soyut varlığı olan bir kanun, işleri bizzat kendi başına görme özelliğine sahip bir kudret değildir. Tabiat sadece bir cetvel gibi üzerinde yazı yazılandır. Kalemi tutan el, yazıyı yazan kişi değildir ve olamaz.
Sebep ey!
Kur’ân, dikkatimizi mevcudatın yaratılışındaki sayısız fayda ve maksatlara çeker; bu şekilde, âciz ve zayıf sebeplerin böylesine maksatlı hedef ve faydaları gütmekten ne kadar uzak olduklarını gösterir. Kendileri yaratılmış olan sebepler, kendiliklerinden bu faydalı gayeleri güdemez, planlayamazlar. Dolayısıyla, yaratılıştaki maksat ve faydalar sebeplerin sonucu yapmadığını; bilakis, gerek sebeplerin, gerek sonucun bu gayeleri gören ve takip eden birinin eseri olduklarını isbat eder. Çünkü, ancak her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve her şeye merhamet eden biri böylesi maksatlı ve faydalı gayeleri irade edebilir. Sebepler ise, cansız, zayıf ve âcizdirler.
Uzaktan baktığımızda, yeryüzü ile gökyüzü ufukta birleşiyor gibi gözükür. Fakat daha yakına vardığımızda, onlar arasında büyük bir mesafe olduğunu anlarız. Aynı şekilde, sebeplerin hakikatine uzaktan baktığımızda, yani sebeplere ve onların sonuçları gibi görünen şeylere sorgulamaksızın baktığımızda, sebepler sonuçlara bitişik gibi görünür. Fakat, Kur’ân’ın bize yapmamızı öğrettiği üzere kasdî bir niyet ve nazarla baktığımızda, yani durumu sorgulayıp üzerinde tefekkür ettiğimizde, hakikate yaklaşırız. O zaman görürüz ki, sebepler sonuçları yaratmaktan uzaktırlar. Hem de o kadar uzaktırlar ki, en büyük bir sebebin eli en küçük bir sonucun yaratılmasına yetişemez. İşte, sebep ile sonuç arasındaki bu uzun mesafede ilâhî isimler (esmâ-i hüsnâ) tulü eder.
Sebepler ile sonuçlar arasındaki münasebeti, yani mevcudatın ne şekilde yaratıldığını sorguladığımızda, sebeplerin sonuçların maliki olamayacağını idrak ederiz. Gerçekten, sonuçlar o kadar sanatlı ve öylesine faydalı maksatlar yüklüdür ki, onların basit ve aciz sebepleri, tüm sebepler toplansa bile, tek bir şeyi vücuda getirmeye güç yetiremezler.
“Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin! Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduğunuz varlıklar -hepsi bunun için bir araya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar! Ve eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar! İsteyen de âciz, istenen de!” bkz. 22: 73). Çünkü, her bir şeyin, var olması için, sonsuz bir kudret ve ilme ihtiyaç vardır. O halde, doğrudan doğruya sebep ile sonucu bir arada yaratan mutlak kudret ve ilim sahibi biri var olmalıdır.
“Bir de insan, yediğine bir bakıversin; Biz şüphesiz, suyu akıttıkça akıttık, sonra yeri yardıkça yardık, böylece onda taneler bitirdik, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, boyları birbiriyle yarışan ve içiçe girmiş ağaçlı bahçeler. Meyveler ve otlaklar-size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere.” (bkz. 80: 24-32).
İşte bu ayetler, ilâhî kudret mu’cizelerini hikmetli bir tertib içinde zikrederek, sebepleri sonuçlara bağlayıp en sonunda “Size bir yarar olmak üzere” lâfzıyla bir gayeyi gösterir. Bu gaye bütün o müteselsil sebepler ve sonuçlar içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu, ve o sebeplerin Onun perdesi olduğunu; sebeplerin aynanın karanlık yüzü gibi, Onu tanıtmakla vazifeli olduklarını isbat eder. “Size ve hayvanlarınıza bir yarar olmak üzere” tabiriyle, âyet-i kerime tüm sebepleri yaratma ve icad kabiliyetinden azleder. Söz konusu ayetler manen şöyle der: “Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için, su semadan geliyor. O suda size ve hayvanlarınıza acıyıp şefkat ederek rızık yetiştirme kabiliyeti olmadığından; su gelmiyor, gönderiliyor demektir. (“O, gökten su indirendir” bkz. 6: 99; ayrıca 29: 63). Hem toprak, bitkileriyle açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, tahılları yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, onlar bir Hakîm-i Rahîm’in perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, hayat sahiplerine uzatıyor. İşte bu beyanattan Rahîm, Rezzak, Mün’im, Kerîm gibi çok esmanın yükselişleri görünüyor.
Sonuç olarak, sonuçlar üzerinde müşahede olunan niteliklerin zahirî sebeplerinde bulunamaması gerçeği, bu niteliklerin sahibinin zahirî sebepler olmadığını, başka biri olduğunu gösterir. Gerçekte, sebeplerin basit, adi ve âciz oluşları sanatlı, hikmetli ve faydalı sonuçların Saniinin sıfat ve özelliklerini gösterir.
Velhasıl, her şey sanatlıdır ve yeniden yeniye vücuda geliyor, ve her bir şeyin sonucu (yani müsebbeb) gibi, sebebi de yaratılıyor. Çünkü, her bir şeyin var olması için sonsuz kudret ve ilim gerekir. Bu bakımdan, doğrudan doğruya sebep ve sonucu birlikte yaratan sonsuz kudret ve ilim sahibi birinin var olması gerekir. O, isim ve sıfatlarını kâinattaki düzen vasıtasıyla göstermek için, zahirî bir illiyet ilişkisi ve bağı kurmuştur. Tüm şeyler ve sebepler aynanın siyah yüzü görevini görürler. Onların Saniinin vasıflarını, yani ilâhî isimleri yansıtırlar. Onlar, kendi aczleri vasıtasıyla Allah’ın kudretine, kendi bilgisizlikleri vasıtasıyla Onun ilmine, kendi fenalarıyla Onun bekasına.. işaret eden âyetlerdir. Büyük-küçük, küllî-cüz’î, her bir mevcut, her bir sebeb, kendi fıtratı aracılığıyla Ona niyaz ve tazarruda bulunur. Onlar kendi güçsüzlük ve noksaniyetleri ile Rabblerinin kudretini ve kemalini ilan ederler. “Lâ ilâhe illallah”ı haykırırlar.