Dinler birer inanç sistemidir, hem de bir varlık algısı ve bir yaşama biçimi oluşturmaya çalışırlar. Bu sebeple ferdî ve sosyal hayatı derinden etkileyen yapılardır. Demokrasi de sosyal hayatın gelişimiyle birlikte artık bir yönetim şekli olmaktan çok, bir hayat tarzı olarak algılanmaya başlandı. “Araya temsilî bir organ koymaksızın doğrudan halkın egemenliğine dayanan (doğrudan demokrasi) veya temsilî bir organ aracılığıyla gerçekleştirilen (temsilî demokrasi) siyasal rejim” (Dictionairre Larousse, “Demokrasi” maddesi, s. 628.) gibi dar anlamlı bir anlayış, artık insanın merkeze konması, insanın önemsenmesi, şahsa değer verilmesi ve bunun sosyal hayatın her alanında gerçekleşmesi gibi bir anlam genişlemesine dönüştü. Belki bu anlam benimsenip hayata geçirildiği ölçüde yönetim şekli olarak hedeflenen demokrasi de ideal anlamına yaklaşacaktır. Yönetimde söz sahibi olacak olan milleti teşkil eden fertler, demokrasinin anlamını hazmedip yaşayabildikleri ölçüde bunu sağlayabilirler. O halde, demokratik bir toplum hedefleniyorsa fertler demokrasiyi de kavramalıdır. Bu ise, demokrasinin kâğıt üzerinde kalan bir kavram, kitaplarda anlatılan bir terim değil, hayatın bir parçası olmasıyla sağlanabilir.
Sağlam bir demokratik toplumun temel yapı taşı (1) sağlam karakterli ve kişilikli, (2) kendisi ve çevresine duyarlı, sorumluluk bilinci gelişmiş fertler olmalıdır. Bugün demokrasi; Siyasetin çoğunlukla şahıslar etrafında döndüğü, devletlerin de güçlü olmayan sistemler ve kamu erkleri tarafından idare edildiği İslâm coğrafyası için temel ihtiyaç haline gelmiştir.
İslâmî olup olmadığı konusunda pek çok tartışmalar yapılan demokrasi, aslında semavî dinlerin hedeflendiği insan tipini oluşturmaya yönelmiş bir rejim ya da bu fertlerden oluşan bir zeminde yeşerecek bir sistemdir. Bu noktada fazilet kavramı gündeme gelmekte; Demokratik bir toplumu oluşturacak fazıl cumhur olmaksızın, cumhuriyetin oluşabilmesi mümkün gözükmemektedir. Cumhuriyet ve fazilet bu açıdan birbirini tamamlayan iki önemli sosyal olgu gibidir. Fazilet ise, vahyin, semavî kitapların ve nübüvvetin insanlığa kazandırdığı bir özelliktir. Demokrasi ve dinin, özellikle de İslâm’ın kesiştiği nokta bu özellik olsa gerektir.
MeşrÛtiyetin Kaynağı, Demokrasi ve İnsanlığın Kolektif Şuuru
İşte meşrûtiyeti veya demokrasiyi bu bakış açısıyla algıladığı anlaşılan ve “İslâmiyet’in hakikî insaniyet olduğu” tezinden hareket eden Bediüzzaman, kişi hâkimiyetinin ön planda olduğu Doğu toplumlarına demokrasiyi anlatmak maksadıyla Münâzarât isimli eserini kaleme almıştır. Bediüzzaman meşrûtiyetin kaynağını, İslâmiyet olarak göstermekte ve Hz. Âdem’den bu yana devam eden nübüvvet silsilesinin bir meyvesi olarak görmektedir. Bu tezin kudsî kaynaklarının; “Ve işlerinde onlarla istişare et!” (Âl-i İmran Sûresi: 159) ve “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” (Şûrâ Sûresi: 38) gibi âyetler olduğunu ifade etmektedir.
Demokrasi varlık içinde gizlenmiş İlâhî mesajın kolektif şuur ile daha rahat ve daha açık şekilde algılanabileceğinin bir başka ifadesidir. Varlıkta asıl olan, küllî iradedir. Lokal alanda, cüzlerde yansıyan iradelerde küllî irade şahsî benlikle, şahsîlikle ve ferdîlikle gölgelenir. Bütünde, genelde ise bu durum azalacağı için küllî irade daha fazla netleşir. Dolayısıyla kâinat kitabında ifade edilen varlık içinde gizlenmiş İlâhî küllî iradeyi anlayabilmek ve ona muhatap olabilmek için şahs-ı manevî, topluluk ya da millet halinde bütünleşmek daha sağlıklı bir yol olmaktadır. İslâmî hayatta cemaatin teşvik edilmesi, ibadetlerde bile ferdîlik yerine cemaat ruhunun özendirilmesi belki de bu yüzdendir.
Demokrasi özünde topluluk iradesine, kolektif şuura, yani meşveret ve şûrâya saygı demektir ve milletin iradesini yönetime yansıtmak şeklinde ortaya çıktığı sürece İslâm’dan onay almaktadır. Bediüzzaman İstibdat’ın niteliklerini sayarken şöyle der: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinat ile cebirdir, rey-i vahiddir, suistimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahîsidir. Sefalet derelerinin esfel-i safiline zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirayetle zehrini atan, o derece ihtilâfı beyne’l-İslâm ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.
“Evet taklidin pederi ve istibdad-ı siyasinin veledi olan istibdad-ı ilmidir ki Cebriye, Rafıziye ve mutezile gibi İslâmiyet’i müşevveş eden fırkaları tevlit etmiştir.” (Münâzarât, s: 15.)
Burada insaniyet ve İslâmiyet arasındaki gizemli, ancak Bediüzzaman tarafından önemle vurgulanan kuvvetli bağın işaretlerini görmekteyiz. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsurlardan biri, ihtiyar sahibi oluşudur. İhtiyar sahibi olmak bir tercih ortaya koyabilmek demektir. Yani kişiler bir fert olarak kendi özellikleri ile kabullenildikleri takdirde gerçek manada insanlık haysiyetlerini elde etmiş olabilirler. Hür iradenin ve serbest tercihin müdahalesiz ve fıtrî bir ahenkle ortaya çıkmasında büyük İlâhî mesajlar ve hikmetler gizlidir. Çünkü, İlâhî mesajda ısrarla istişare ve meşveret yapılması emredilmektedir. İslâmiyet’in açığa çıkması, ancak insaniyetin açığa çıkması iledir. Bediüzzaman’ın da işaret ettiği gibi, zulmün temeli, suistimallere açık, zor ve kuvvete dayanan ve tek kişinin tercihi doğrultusunda şekillenen istibdadın boyunduruğundan kurtulması ile mümkün olacaktır. Asırlardır devam eden bir sürecin sonunda insanlık kolektif şuurunun, dünya toplumlarının genel yönelimlerinin geldiği nokta da bu olmuştur.
İnsaniyet ve İslâmiyet bağlamında meşrûtiyeti izah eden Bediüzzaman “Ve işlerde onlarla istişare et”, “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” meallerindeki âyetlerin tecellisi olduğunu ifade etmektedir. Yani meşveretin ve meşrutiyetin kaynağı bizzat Kur’ân’dandır. Bugün demokrasi ile ifade edilen, meşveret ve meşrûtiyetin kolektif şekilde tezahürüdür. Kolektif akıl, külli aklın hükmünü istibdattan kurtulmaya çabalarken bulmuştur. Böylece meşrûtiyetin ya da demokrasinin gelmesi ile şeriatın hayatımıza gelmesinin çok yakın ilişkisi olduğunu anlıyoruz. Demokrasiye küfür rejimi diye karşı çıkanlarla, şeriata demokrasi adına karşı çıkanların anlamaları gereken ve buluşacakları nokta bu olmalıdır. Bu manayı yine meşrûtiyet için, “O vücud-u nuranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.” (Münâzarât, s. 15) ifadelerini kullanan Bediüzzaman’da daha net görürüz: “Evet, meşrûtiyet hakimiyet-i millettir, siz dahi hakim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir. Siz de saadete gireceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı âliyeyi uyandırır. Uyku bes! Siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır, siz de tam insan olunuz. İslâmiyet’in bahtını, Asya’nın talihini açacaktır.” (Münâzarât, s. 16)
Bütün şevklerin ve yüksek duyguların uyanmasını meşrûtiyete bağlamak oldukça ilginç bir yaklaşımdır. Sonra İslâmiyet’in gelişimini ve Asya’nın geleceğini meşrûtiyete bağlamak genel İslamî algılayış içinde olağan dışı karşılanabilecek bir tezdir. Meşrûtiyetin (şimdi demokrasinin) ferdi planda insanın gelişimine katkısının “İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz” şeklinde izahı meşrûtiyet, İslâmiyet ve insaniyet ilişkilerinin üzerine oturduğu temel bir yaklaşım olarak kabul edilebilir.
Eğitim ve Demokrat Kişilik
İslâmî ve insanî gelişim bir anlamda beraber yürüyen iki unsurdur. Çünkü her ikisinin de özünü fazilet teşkil eder. Bu ise hürriyeti gerekli kılar. Faziletler ancak hür ortamlarda gerçek anlamları ile ortaya çıkabilirler. Meselâ, kanun zoru ile hırsızlık, gasp, dolandırıcılık gibi suçlardan uzak durmak bir itaat örneğidir; faziletin değil. Bu yüzden otoriter yönetimlerde potansiyel suç patlamaları hep mevcuttur. Bu potansiyel arttıkça bir kısır döngü içinde gerilim de hep artar.
Demokrasinin temel yapıtaşı faziletli insanlardır. Anarşist eğilimler demokrasiyi mahveder. Faziletli insanlar için de demokratik bir ortam şarttır. İnsanların eğitim ve terbiyesi yine demokratik zeminde yapılmalıdır. Bu konuda, Dr. Ben Levin’in düşünceleri dikkat çekmektedir: “Eğitim ve demokrasi tam anlamıyla iç içe girmiş fikirlerdir. Evrensel eğitim 19. yy.’da peşpeşe gelen demokratik gelişmelerle canlandı; Thomas Jefferson ve Benjamin Disraeli’nin tavsiye ettiği gibi, çoğu insan eğitimi, demokrasinin işlemesinde temel bir element olarak gördü. Geniş anlamıyla ele alındığında eğitim demokrasi ilişkisi dünyanın her yerinde aynıdır. Eğitimin güçlü olduğu yerde demokrasi; demokrasinin de güçlü olduğu yerde eğitim güçlüdür.
Demokrat bir toplumun sorgulayıcı olması en önemli şartlardandır. Toplum sorgulamalı, muhataplar cevaplandırmalıdır. Demokrat kişilik yapısı, sorgulayan kişilik yapısıdır; demokrat konuşmacı ya da idareci sorulara cevap verme ve muhatabını ikna etme mecburiyetini hissetmelidir. İdareciler ve sorumlular demokrasinin gelişmesi için karşı tarafın kendini hür ve serbestçe ifade etmesine izin vermelidir: “Ey ehl-i hamiyet, anlayınız! Kürt ve emsali, fikren meşrûtiyetperver olmuş ve oluyorlar. Lâkin, bazı memurun fiilen meşrûtiyetperver olması müşküldür. Halbuki, akılları gözlerinde olan avama ders veren fiildir.” (Münâzarât, s. 14) Yani demokrasi yaşanması gereken bir olgudur. Ailede, okulda, iş yerinde, ülkede ve dünyada... insanla alâkalı her ortamda yaşanmalıdır.
Münâzarâtta, ardı ardına sorular soran topluluğa “Yahu, şu gürültülü, karma karışık sizin gibi intizamsız suallerinize nasıl cevap vereceğim?’ diyen Bediüzzaman; “Sual: Kaide nedir, sen göster?” diyenlere “Meşrûtiyet kanunuyla sual ediniz. Yani içinizden bir iki zeki adamı intihap ediniz (seçiniz), ta size vekil olarak müşteri olup sual etsin. Siz de dinleyiniz.” (Münâzarât, s. 15)
Yönetilenler, himaye edilenler ve yönlendirilenler açısından katılımcılık, sorumluluk duygusu, sağlam kişilik yapısı önem kazanmakta; yönetenler, himaye edenler ve yönlendirenler açısından tek tek fertlerin ve sonuçta toplumun fikirlerine önem verme, kendini toplumun üstünde görmeme, bulunduğu makamı bir hizmet yeri olarak görme, muhataplarını anlamaya çalışıp, onları ikna yöntemiyle yönlendirme gibi hasletler ön plana çıkmaktadır.
Müslüman kimliğinin demokrasi ile en çok uyumlu olduğu noktalardan biri şurasıdır ki şahısların ilmî ya da siyasî otoritesi karşısında eğilmeyen Müslüman, Kur’ân’ın temel değerleri olan hak ve adalet ile oluşan varlık algısı çerçevesinde herkese ve her şeye değer verdiği gibi iç dünyasında da korkulacak otoriteler ve ölçüsüz kutsiyetler atfetmeden yaşamaya çalışır. Hakikî ya da tahkiki iman, bu meselenin merkez noktasını oluşturmaktadır. Kâinata meydan okuyabilecek bir ruh halini hakikî imanla kazanan bir insan boyun eğmeyen, boyun eğdirmeyen ve tahakküm etmeyen insan olacaktır.
Demokrasi içinde bir mü’min şöyle durumdadır: Allah’a kul olmadan hür olmanın mümkün olmayacağını bilir; hürriyetini bütün varlıklara ve her sebebe hükmü geçen Zat’a kulluktan başka şey sınırlandırmaz. Mü’min, paranın, makamın, şöhretin, benliğinin ve korkunun esiri olmayacaktır. “Kim var?” denildiğinde sağına soluna bakmayacak kadar kendine güvenli ve kendi ile barışık, haksızlık karşısında susmanın “dilsiz şeytanlık” olduğunun idrakinde, padişah da olsa Allah’ın hükmü altına girmediğinde hain olacağının şuurunda olacak bir insandır. Bu insan rejimin şekli ne olursa olsun, hangi şartlar altında bulunursa bulunsun en azından halifesi olduğu iç âleminde, ailesinde ve yakın çevresinde cumhuriyetin ve demokrasinin hedeflediği faziletleri yaşayacak, yaşatacak en azından yaşanmasından rahatsız olmayacaktır.
Görüleceği üzere, imana yapılan hizmet cumhuriyete ve demokrasiye yapılan hizmettir. Ancak bütün varlıkları, atomları ve galaksileri tasarrufu altında bulunduran, amirlerin, hâkimlerin ve firavunların Terbiye Edicisine, Hâkim’ine köle olan insan bunların baskı, zulüm ve tazyiklerinden kurtulup gerçek anlamda hür olabilir. Bu insanlar ne kurt, ne kuzu; iffet, şecaat ve hikmetin çizdiği doğru yolda ve ikisinin ortasındaki insanlık noktasındadır. Bu insanlar atomları bile “Biz” kavramı içine dahil edecek kadar geniş bir “Biz Bilinci”ne sahiptir. Ancak bu türden insanların teşkil ettiği topluluk ‘cumhur’ olabilir.