Epey zamandır dikkatimi çekmişti.
Bu Ramazan-ı Şerif’te yatsıdan önce, teravih namazı esnasında veya sahur için verilen salâlarda okunurken iyice dinledim. Makamını bilmem; ancak, güftesinin mânâsı çok abes olan bazı ilâhilerden bahsetmek istiyorum.
Dinî mahiyette olan her eserin, dinin mukaddes mânâlarına uygun olması esastır. Özellikle Hz. Muhammed (asm) hakkında yazılan manzumelerin, siyer-i seniyyeye dikkat edilerek kaleme alınması lâzımdır. Aksi halde şair, kendi süflî hayalinin ortaya koyduğu bir takım tahayyülatın gerçekmiş gibi telâkkisine sebep olabilir.
Ramazan-ı Şerifin on beşinden sonra, güya elveda makamında söylenen şu ilâhiye temas etmek istiyorum:
Fahri âlem göç eyledi dünyadan,
Ümmetlerim size olsun elveda.
Bize gel oldu ol Yüce Mevlâ’dan,
Ashaplarım size olsun elveda.
Bunu dedi yaşlar indi gözüne
Bir figan düştü halkın özüne.
Hasan’la, Hüseyin’i almış dizine,
Yavrularım, kuzularım size olsun elveda.
Çağırın Bilâl’i gelsin tahtıma,
Yükümü yüklettim, bindim atıma.
Helâl’im Aişe, kızım Fatıma,
Ehl-i Beytim size olsun elveda.
Çağırın? Bilâl’i gelsin, hem salâ versin,
Ali yusun, Fazlı suyum koysun,
Ebubekir dursun, namazım kılsın,
Ümmetlerim size olsun elveda.
Allah aşkına, muhterem okuyucularım, bu sözlerin hangisini düzeltelim? Bırakın risalet makamı ile münasebetini; hiçbirinin nazımla, Türkçe dilbilgisiyle, ifade selâmetiyle uzak yakın alâkası var mı? Bu güftede ölüm ve ayrılık çok basit, dünyaperest bir avam diliyle, adeta korkunç ve fecî bir olaymış gibi tasvir edilmiş. Üstelik nazım ve dil yönünden bir felâket… Şair, kafiye düzmek zoruyla olmayan işleri Resûlullah’a (asm) yaptırmış; kendi küçücük dünyası ile idrak edemeyeceği Hz. Risaletpenahî’ye (asm) acaip sözler söyletmiş…
Maalesef din görevlileri ve mevlithanlar ellerine geçen her ilâhiyi düzgün bir seçime tâbi tutmaksızın gelişi güzel okumakta, ne lâfzına ne mânâsına pek dikkat etmemektedirler. Seslerine uygun bir makamda ise geri kalana ehemmiyet vermemektedirler. Hatta bu kabil ilâhi, kaside vesairenin arasında düpedüz şirk kokan, dalâlet ifade edenler bile vardır. Hâlbuki bunları seslendirenlerin dinî bilgileri, iyiyi kötüden seçmeye yetecek kifayettedir. Öyle ise bu gibi eserleri söylerken, dinî hassasiyetle tartmak ve ona göre hareket etmek mükellefiyetinde olduklarını unutmamalıdırlar.
Bu sunduğum örnek yakışıksız ilâhilerden yalnızca biridir. Bu yazıyı o kabil manzumelerle doldurup uzatmak istemiyorum. Okuyucularımın zihinlerine ve fehimlerine havale ediyorum.
Hani milletimizin ilâhiyat, tababet ve siyaset bakımından ihtisasa önem vermediğini beyan sadedinde anlatılır ya, bu üç mevzu olunca herkes kendi bilgisine göre ahkâm kesmeye başlar. Kişinin cehaletini bilmemesi kadar büyük cehalet olamaz.
Söz buraya gelmişken, herhangi bir köşede yazı yazan kalem erbabının da bu millî hasletten nasipsiz kalmadığını belirtmeden geçmemek gerekir. Çünkü bu zevat da kendisini her konuda, enine boyuna araştırıp incelemeden, yazmaya salâhiyetli sanmaktadır. Memleketimizde, yazdığı mevzuda ihtisas sahibi olanlarla lâf kalabalığı yapanlar muvazene edilse, ikinci grubun fazlalığı dikkatlerden kaçmayacaktır.
Uzun sözün özü: şairiyle, yazarıyla, okuruyla herkesin kendi mükellefiyetlerini bilmesi, sahasının haricine çıkmaması, inandığı hususların hakikatlere uygunluğunu fark etmesi ve nefsinde yaşayıp, tatbik edebildiklerini başkalarına arz etmesi bir zarurettir…