Tahliye sonrası basın toplantısında yetkilerin zulüm tarzında kullanılmasını tenkit ettim. Ama hiçbir zulme boyun eğmeyeceğimizi, yolumuzun hak olduğunu söyledim. Cemaatte bu hadiseden sonra bir hareketlenme oldu. Hizmetlere ve gazeteye daha fazla sahip çıkmaya başladı.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için
Baktı olmuyor, “Peki” dedi. Başladı sormaya.
“Siz Nurcu musunuz?”
“Ben Risale-i Nur okuyorum.”
“Ben size ‘Nurcu musunuz?’ diye soruyorum.”
“Ben de, ‘Risale-i Nur’u okuyorum’ diye cevap veriyorum. Lütfen onu yazın. Çünkü siz Nurculuğu ayrı manada değerlendiriyorsunuz. O zaman ben de size şunu soruyorum:
‘Sizin Nurculuktan anladığınız ne?’ Eğer Nurculuktan anladığınız siyasî bir hüviyet olan cemiyetse, bizim öyle bir şey ile alâkamız yok.”
Bu ifademden sonra, söylediğimi yazdırdı.
“Bu kadar insanı Ankara’ya siz mi taşıdınız? Yol masraflarını siz mi verdiniz?”
“Hayır! Ben Said Nursî’nin talebesiyim. Onu seven, hürmet eden insanım. Gayet tabiî sevdiğim ve hürmet ettiğim insana mevlid okutmak benim en tabiî hakkımdır. Ben bir gazete sahibiyim. Aynı zamanda mevlidi tertip eden de benim. İnsanların katılması için duyuru yaptım. Onu seven insanlar da bu mevlide iştirak ettiler.
“Niçin Ankara’yı seçtiniz?”
“Ankara, Türkiye’nin ulaşım bakımından merkezî bir yeridir. Ulaşım kolaylığı açısından Ankara’yı seçtim. Hem benim mevlidi nerede, ne için yapacağım sizi neden ilgilendiriyor? Ne alâkası var bunun konuyla?”
“Ama Ankara’nın göbeğinde böyle yirmi beş bin kişi toplanır mı?”
“Niye toplanmasın ki? Demek Said Nursî’yi seven bu kadar insan varmış. Ben zorla getirmedim ki onları! Bu insanlar gelmiş, asayişi ihlâl etmeden de tekrar geriye, yerlerine dönmüşler.”
“Ama bu kadar insan nasıl olur da bir araya getirilir?”
O “cemiyet”e sokmak istiyordu.
“Aynı insanı seviyorsa, ona bağlılığı varsa bundan tabiî ne olacak ki?”
“Neden 28 Ekim’e rastlattınız, Cumhuriyet Bayramı öncesine?”
“28 Ekim’e de, 29 Ekim’e de rastlatırım. Sizi niye ilgilendiriyor ki? Said Nursî Cumhuriyetten evvel Cumhuriyetçiydi. Biz Cumhuriyet düşmanı ve karşıtı değiliz. Biz gerçek Cumhuriyeti savunan insanlarız. Ne alâkası var?”
“Niye Atatürk’e duâ edip, mevlit okutturmuyorsunuz?”
“Benim Üstadıma devlet mevlid okutmuyor. Devlet istiyorsa Atatürk’e mevlid tertip etsin. Duâ da ettirsin. Yani, ben mecbur muyum Atatürk’e mevlid okutup duâ etmeye? Mecburiyetim mi var? Kanunî bir zorunluluk mu var?”
“Ama o da devlet büyüğümüzdür.”
“Olabilir! Ben Said Nursî için tertip ettim. Said Nursî’ye duâ ettim. Ne var bunda? Niye ille de bunun altında bir maksat arıyorsunuz ki?”
Daha bir takım başka ithamlarda bulundu.
Ben de daha sert konuşmaya başladım:
Savcı da bana, heyecan içinde, “Şimdi polisi çağırır, seni nezarete attırırım” dedi.
“Ben zaten nezaretten geliyorum. Ondan daha aşağısı yok. Ben on beş gündür orada kalıyorum. Sizin yaptığınız bu zulmün makul ve meşrû yollardan arkasını takip edeceğim. Çünkü kasdî olarak yapıyorsunuz zulmü. Ben, ‘Mevlidi tertip eden benim’ diyorum. Sen, emrimde çalışan insanları da buraya alıyorsun. Hangi hakla yapıyorsun bunu? Nasıl yapıyorsunuz bunları? Nasıl bir hukuk anlayışınız var sizin? O adamlar benim emrimde çalışıyorlar. Benim emrimde olan, maaşını verdiğim adamlara emir vermişim, ‘Yardımcı olun’ diye. Onların suç ile ne alâkası var? Bunları polise de söylüyorum. Polis ifadeyi hazırlıyor. Size getiriyor. Dosyayı incelemeden ‘noksan soruşturma’ diye geri gönderiyorsunuz.”
Zannediyorum moralleri bozuldu. Benden sonra ifade için çağırdıklarını fazla sıkıştırmamışlar. Bizi mahkemeye sevk etmesi gerekirken, yine kasten uzattı. Bizi tekrar nezarete gönderdi. Bu derece kin ve nefretle hareket eden birisiydi. Böyle birisinin hukuk adamı olması mümkün mü?
Gece, ya da ertesi gün bizi DGM’ye getirdiler. Başımızda bulunan komiser muavini bir polis, bize üzüntülü bir haber getirdi:
“Dün sizi mahkemeye sevk etseydi, iyi bir hâkim vardı. Bugün o hâkimi değiştirmişler. Yerine asker birini, bir deniz albayı, sorgu hâkimi olarak vazifelendirmişler. Bilemiyoruz, bu askerler pek belli olmaz. Bunda da bir kasıt var. Sizin tevkif edilmeniz isteniyor.”
Hepimizin morali bozuldu. Bu haber bütün arkadaşları üzdü, endişelendirdi, heyecanlandırdı. Bu kadar sene değişik meselelerde tecrübe sahibi olduğum için, onlara moral vermeye başladım. Arkadaşları hapishaneye psikolojik olarak hazırlama gayretine düştüm. Herkes duâ ediyordu.
Hapishane şartları nezaretten çok iyi olduğu için, ben olaya “nezaretten kurtulma” olarak bakıyordum. Dolayısıyla hapse gönderilme ihtimali beni pek etkilememişti. “Buradan çıkalım da ne olursa olsun!” diye bakıyordum olaya.
“Duâ edelim. Ama en azından, psikolojik olarak tevkif edileceğimizi dikkate alarak kendimizi ayarlayalım. Cenâb-ı Hak hakkımızda hayırlısını versin. Duâyı eksik etmeyin” diye arkadaşları motive etmeye gayret ediyordum.
İfadeye çağırana kadar nezarette tutuyorlardı. Bizi yukarıya çıkardılar. Arkadaşlara, “İlk önce ben gireyim. Duruma bir bakayım. Sonra sırayla siz girersiniz” dedim. Maksadım, eğer hâkim olumlu biri ise, ortamı yoklayıp anlayarak, arkadaşlara ona göre davranmalarını söyleyecektim. Ama eğer olumsuz biri ise onunla da iyi bir hesaplaşma yapacaktım. O psikoloji ile girdim hâkimin odasına. Barut gibiydim.
Baktım, nasiyesi temiz bir insan olarak görünüyordu hâkim.
Nezaketle yaklaştı:
“Buyurun beyefendi, oturun” dedi. “Sağ olun” dedim.
“Nasılsınız?” dedi.
“Nasıl olalım hâkim bey, iyi olacak bir durum yok ki! On beş gündür nezaretteyim” dedim.
İfade alma işlemi başladı. “Ana adı, babı adı...” şeklinde devam ediyordu. Ben ters cevaplar vermeye devam ediyordum. O da olabildiğince nazik davranmaya çalışıyordu. “Bu adam nasıl bir insan? Düşman mı, dost mu? Hakikaten kasıtlı mı, değil mi?” onu ölçmeye çalışıyorum. Ben ne kadar terslik yapıyorsam, o da alabildiğine nazik davranıyordu. “Acaba bu da siyaset mi?” diyordum kendi kendime. Fakat ifademi zapta geçerken çok düzgün geçiriyordu. Hatta tam ifade edemediklerimi de düzelterek yazdırıyordu. Bu bende bir müsbet kanaat doğurdu.
Çıktım ve arkadaşlara, “Bu adama güvenin. İyi bir insana benziyor. Yumuşak ve nazik davranın” dedim. Nitekim ifadeye her giren olumlu kanaatle çıkıyordu.
O olumsuz durum müsbet noktaya dönmeye başladı. Nitekim ifadeler bitti. Biz de, polisler de bekliyorduk.
Polis haberi verdi:
“Tahliyenize, serbest bırakılmanıza karar verildi” dedi.
Biz rahat bir nefes aldık. Fakat hemen arkasından yine nefesimizi tutacak bir haber, savcıdan geldi: Savcılık, hâkimin kararına itiraz etmişti. Tabiî yine endişeli bir bekleyiş süreci daha başladı.
Savcının, serbest bırakılmamızdan dolayı morali bozulmuştu. Çünkü tevkif edilmemizi bekliyordu. O da elindeki son kozu kullanmıştı. Ama bir üst mahkeme de “tutuklama isteği”ni reddetmişti.
Tahliyemiz kesinleşince, arkadaşlara haber gönderdim: “Gazetecilere haber verin. Basın toplantısı yapacağım” dedim. Gazeteciler geldi. Birtakım beyanlarda bulundum. Sorular sordular, işkenceyi sordular:
“İşkence için ille de yatırıp dövmek gerekmez. Bize reva görülen muameleden daha büyük işkence mi olur? Nezarette bekletmekten daha büyük işkence mi olur?” diye cevap verdim. İstanbul’a döndük. Burada da bir basın toplantısı yaptık. Bütün medya gelmişti.
Orada da olanı biteni aktardım ve yetkililerin ellerindeki yetkileri zulüm tarzında kullanmalarını tenkit ettim. Ama hiçbir zulme boyun eğmeyeceğimizi, vazgeçmeyeceğimizi, yolumuzun hak olduğunu, doğru olduğunu, yanlışlığın diğerlerinde bulunduğunu açık ve net bir şekilde orada da ifade ettim.
Bu gayretlerimiz önümüzü açtı. İlk resmî izinle yaptığımız Üstadı anma toplantıları bu olaydan sonra başladı.
Cemaatte bu hadiseden sonra bir hareketlenme, canlanma oldu. Hizmetlere, başta gazete olmak üzere daha bir şevkle sahiplenmeye başladı cemaat. Aynı zamanda diğer gazeteler, medya kuruluşları da Nurculuğa ve bize daha dostça bakmaya başladı. Özellikle hürriyetçi ve demokrat olanlar.
SON
***
FOTOĞRAF: MURAT SAYAN- YENİ ASYA