Sahabelerden Cündüp bin Abdullah (ra) der ki: “Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç ile beraber Resulullah’IN (ASM) huzuruna geldik. Bize Kur’Ân'ı öğretmesini istedik. O da bize Kur’Ân-ı KerÎm’den önce imanı öğretti. İman ile ilgili bilgileri ders verdi. Allah’ın varlığını, kudretini, ilmini, iradesini ve insanın yaratılış amacını öğrettikten sonra Kur’Ân'ı öğretti.”
-3-
2.3. Kur’Ân-ı KerÎm İman Dersi Veriyor:
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de ve bilhassa ilk nazil olan sûre ve âyetlerde hep iman dersleri vermekteydi. Peygamberimizin (asm) ve sahabelerin müşriklerle mücadelesi ve cihadı imanı anlatmak, Allah’ın birliğine iman dersi vermek ve putlara tapmanın ne derece insana yakışmadığını izah etmek ve ahirete imanı anlatmaktan ibaretti. Dinin ve imanın temel rükünleri bu iki esas üzerinde toplanıyordu.
Mü’minlerin sohbetleri bütün imanî meseleler üzerinde oluyordu. Kur’ân’ın tefekkürî âyetlerinin okunduğu, imanî meselelerin konuşulduğu bu meclislere sahabeler “İman Meclisleri” diyorlardı. İki mü’min bir araya geldikleri zaman “Haydi gelin imanımızı kuvvetlendirelim” diyerek Kur’ân okuyor ve anlamı üzerinde tefekkür ediyorlardı.
Müşrikler de Allah’ı inkâr etmiyorlardı ancak “Tevhitçi” bir imanı, yani Allah’ın birliğini kabul etmiyorlardı. Allah’ın birliği ile beraber kâinatta hüküm ve hâkimiyetini akıllarına sığdıramadıkları için şirki savunuyorlardı. Bir de öldükten sonra dirilmenin imkânsız olduğunu savunuyorlardı. Müşriklere göre insan dünyada ne yaparsa yanına kalıyordu. Tevhit ve haşir konusunda mü’minlerle çekişiyorlardı. Kur’ân âyetleri de onların Peygamberimize (asm) sordukları sorulara cevap niteliğinde inzal ediliyordu.
Bu durum aslında yüce Allah’ın “İlim, İrade ve Kudretini” bilmemek ve Allah’ı tanımamaktan kaynaklanıyordu. Bundan dolayı yüce Allah hemen hemen bütün sûre ve âyetlerinde Zatını isim ve sıfatları ile tanıtıyor ve kâinattaki eserlerini nazar-ı dikkate sunarak bunları ancak Allah’ın yapabileceğini ders veriyordu. Böylece akıl ve duygulara hitap ederek yine iman dersi veriyor, imanı olanları da imanlarını devamlı surette takviye ediyor ve kuvvetlendiriyordu.
Sahabelerin en büyük özelliği Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup öğrenmek ve öğretmek, iman ve Kur’ân dâvâsı için hayatlarını feda etmekti.
2.4. Risale-i Nur ve Talebeleri
İmana Hizmeti Esas Alır:
İman eğitimi din eğitiminin başı ve temeli olduğu için Peygamberimiz (asm) kendisine gelen gençlere mutlâka önce imana ait bilgileri verir, sonra ibadete taalluk eden hususlara onları teşvik ederdi.
Nitekim sahabelerden Cündüp bin Abdullah (ra) der ki: “Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir gurup genç ile beraber Resulullah’ın (asm) huzuruna geldik. Bize Kur’ân’ı öğretmesini istedik. O da bize Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmeden önce imanı öğretti. İman ile ilgili bilgileri ders verdi. Allah’ın varlığını, kudretini, ilmini, iradesini ve insanı yaratılış amacını öğrettikten sonra Kur’ân’ı öğretti. Bundan sonra biz Kur’ân okudukça imanımız daha da güçlendi ve inkişaf etti.”
Bu hadis-i şerif bize imanı öğrenmenin önemini anlatmaktadır. Bundan dolayı önce imanı öğretmek sonra İslâm konusunda iman ile bağlantılı olarak bilgi vermek tâlim ve terbiye, eğitim ve öğretim metodu açısından takip edilecek en doğru yoldur. Peygamberimizin (asm) bu husustaki sünneti budur.
Din demek iman demektir. İmandan sonra imanın gereği ve tezahürü olan ibadet ve imandan kaynaklanan ahlâk kişiyi Cehennemden uzaklaştırarak Allah’a yaklaştırır. İman sağlam olmazsa ibadette gevşeklik ve ahlâkta bozukluk ortaya çıkar. İmanda az bir zafiyet ibadette ve ahlâkta büyük sıkıntılara sebeptir. Bunun için Bediüzzaman “Ben bütün mesaimi iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum” demiştir.
Bediüzzaman Hazretleri İkinci Dünya Savaşı gibi dehşetli siyasî olayların ve dünya hâkimiyeti gibi önemli siyasî olayların yaşandığı, herkesin cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koştuğu bir zamanda şöyle diyordu: “Dünyaya gelen herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adamın eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa o dâvâyı kazanmak için tereddütsüz sarf edecektir. O dâvâ ise kabre imanla girip girmeme dâvâsıdır. Bu dâvâ ancak iman ile kazanılır. İman insana dünya büyüklüğünde ebedî bir mülk-ü bâkiyi kazandırır. Risale-i Nur iman vesikasını okuyanın eline verir. Risale-i Nur’un bütün amacı da budur.”
Sahabeler de iman dâvâsının yılmaz savunucuları ve Kur’ân-ı Kerîm’in nâşirleri idiler. Hulefâ-i Raşidinin yaptığı görev, hilâfetin de en ehemmiyetli vazifesi “Neşr-i Hakaik-ı İmaniye”dir. Çünkü adalet-i hakikiye ancak iman ile olur, insanın saadeti ise ancak iman ve adaletle olur.
Risale-i Nur bu vazifeyi en müşkül zamanlarda yapmaktadır. Risale-i Nur’un vazifesi doğrudan imana baktığı için Hz. Ali (ra) Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Âzam Abdulkadir Geylânî Hazretleri gaybî haberleri ile imanı kurtarma ve kuvvetlendirme, İman ve Kur’ân hakikatlerini izah etme ve ispat etme gibi mühim vazifeleri yapıyor ve yapmaktadır” diye Risale-i Nur’u manen alkışlamışlardır.
Bediüzzaman Hazretleri Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersini Gavs-ı Âzamdan (ks) ve Zeynelabidin’den (ra) ve Hasan ve Hüseyin’den (ra) vasıtası ile de Hz. Ali’den (ra) almıştır. Risale-i Nur’un dâiresi doğrudan doğruya onların hizmet ettiği dairedir.
Peygamberimiz (asm) sahabelerine dünyanın son zamanlarından bahsederken şöyle buyurdular: “Ahir zamanın dehşetli zamanında ümmetimden öyle bir cemaat bulunur ki onlar deccal ile mücadele ederler. İmanlarından dolayı pek çok sıkıntı çektikleri halde taviz vermezler. Çektikleri sıkıntılarından dolayı nerede ise peygamberlerin derecesine yükselirler. Allah kendilerine nimet verdiği halde onlar açlığı tercih ederler. Allah’tan başkasına ümit bağlamazlar. Ahirette verecekleri hesap korkusu ile harama yaklaşmadıkları gibi helâl olanı da terk ederler. Bedenleri ile insanların içinde yaşadıkları halde kalben Allah ile beraberdirler. Mecbur kaldıkları için dünya ile ilgilenirler. Ne mutlu onlara! Ne mutlu onlara!”
Ebu Hureyre (ra) “Ya Resulallah! Onların vasıflarından biraz daha bahsedin ki biz de onlara uyalım” demesi üzerine Peygamberimiz (asm) devam ettiler: “İnsanlar çekindikleri zaman onlar çekinmezler, korktukları zaman korkmazlar. Her yerde hakkı ve sabrı tavsiye etmeye devam ederler. Allah yeryüzüne azap edeceği zaman onlara nazar eder de azabı derhal geri alır. Bunun için Ya Ebu Hureyre sen onların yolu ve ameli üzere bulun. Onlara karşı gelenler hesap gününde verecekleri hesabın dehşetinden titreyeceklerdir” buyurdular.
Sahabelerin ahir zamanla ilgili daha fazla bilgi vermelerini istemeleri üzerine Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdular: “Öyle bir zaman gelecek ki sünnetim terk edilecek ve bid’alar yayılacaktır. O günde benim sünnetime bağlı kalan yalnız kalır. Bid’alara dalanlar ise bir anda elliden fazla arkadaş bulabilir. O zamanda dinlerini muhafaza etmek zorlaşır da dini yaşamak avuçta kor tutmaya benzer. Bırakırsan söner, tutarsan yakar. Tuzun suda eridiği gibi kalpleri erir. İçin için yanarlar” buyurdu.
3. SAHABELERİN DÜNYAYA AHİRET HESABINA BAKMALARI
Bediüzzaman dünyanın mahiyetini şöyle anlatır: “Şu dünya muvakkat bir ticaretgâh ve her gün dolar boşalır bir misafirhane ve gelen geçenlerin alış verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar ve Nakkaş-ı Ezelî’nin teceddüt eden hikmetle yaza bozar bir defteri ve her bahar yaldızlı bir mektup ve her bir yaz manzum bir kasidesi ve o Sânî’in Zülcelâl’in cilve-i esmasını tazelendiren, gösteren ayineleri ve ahiretin fidanlık bir bahçesi ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı ve âlem-i bekâda gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhıdır.”
Dünyanın mahiyetini böyle anlayan sahabeler dünyayı ahireti kazanmak için bir ticaret yurdu olarak görmüşlerdir. Ahireti kazanmak için dünya malını ve dünyadaki hayatlarını ahireti kazanmak için bir fırsat bilmişlerdir. Dünyadaki devamlı değişen bahar-yaz, kış ve güz mevsimleri gibi değişen olayları Allah’ın hikmetinin gereği ve isimlerinin tecelligâhı olarak görmüşlerdir. Kur’ân dersi ile kıştan sonra baharı ölümden sonra yeniden dirilişin örneği olarak hikmetle bakarak ibret almışlardır.
Yine Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Dünyanın üç yüzü vardır:
Biri esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların aynasıdır. İkinci yüzü ahirete bakar, onun mezrasıdır. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.” Dünyanın ahirete ve esma-i İlâhiyeye bakan güzel iç yüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti su-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır” hadisine konu olmuştur.
Sahabeler dünyayı ahirete ve Allah’ın isimlerine ayine olması yönünden sevmişler ve dünyadan ahiret hesabına istifade etmişlerdir.
-DEVAM EDECEK-