Medine’nin yaklaşık 20 km kadar genişliğindeki bütün çevresi Hima veya mutlak anlamıyla Haram Bölge ilân edilip koruma altına alındı ve bu alanlarda avlanmada yasaklandı.
Dizi-3: Neden bir orman ahlâkımız yok?
Prof. Dr. İbrahİm Özdemİr
***
Hz. Peygamber (asm) koruluk ve orman oluşturuyor!
Hz. Peygamber’in (asm) mevcut yeşil alanlar ve ormanlarla da yakından ilgilendiği ve ormanlara çok önem verdiği görülmektedir. Bunun en güzel örneği ise, Medine yakınlarında bizzat kurduğu ormandır.
Daha sonraları el-Gabe (orman) olarak anılan bu alan Rasulullah’ın (asm)ormanlara verdiği önemin en bariz ve açık örneği olarak önümüzde durmaktadır.
Rahmetli Prof. Dr. İbrahim Canan’ın dediği gibi Hz. Peygamber (asm), Medine döneminde, bir yandan İslâm toplumunun temelini atıyor; diğer yandan da ormanlık alanların teşkili, mevcut olanların koruma altına alınması, suların temizliği, ağaçların ve hayvanların korunmasıyla ilgili tavsiye ve uygulamaları gerçekleştiriyordu.
Hz. Peygamber’in (asm) Medine’ye yerleştikten sonra, öncelikle şehrin çevresindeki belli bir kuşağı koruma altına aldı. Bu alanlara koruma altına alınan yer anlamında “hima” adı verildi.
Medine’nin yaklaşık 20 km kadar genişliğindeki bütün çevresi Hima veya mutlak anlamıyla Haram Bölge ilân edilip koruma altına alındı ve bu alanlarda avlanmada yasaklandı.
Başta Ebu Yusuf olmak üzere birçok Müslüman çevreci de bu hima bölgelerini modern millî park ve korumacılığın ilk örneği olarak görmektedir.
Bu bölgelerde ot yolmak, ağaç kesmek, hayvan avlamak, tek kelime ile her çeşit hususî istifade yasaktır.
Burası koruma altındadır ve tahrip edilmemesi için ciddî tedbirler alınacaktır. Zira şehrin tabiî güzelliğine, havasının tasfiye ve temizlenmesine ve insanların dinlenmesine yaramaktadır.
Hz. Peygamber (asm), bu yasağın ciddiyet ve ehemmiyetini belirtmek için, onu ihlâl edenlere karşı vicdanî ve amelî olmak üzere gayet sert yaptırımlar belirlemiştir.
Vicdanî müeyyideyi şu hadis çok güzel ifade etmektedir:
“Medine, Air ve Sevr dağları arasında kalan kısımlarıyla haramdır. Orada kim bir yasak işlerse veya işleyeni himaye ederse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah, kıyamet gününde, onun ne tövbesini ve ne de fidyesini (ne farzlarını ne de nafilelerini) kabul eder.
Ameli olarak da, bu bölgedeki yasakları çiğneyenler Hz. Peygamber (asm) tarafından konulan cezalar doğrultusunda cezalandırılır ve onların suç malzemelerine ve hatta elbiselerine bile el konulur.
Medine’de yaşayan halkın bile bu konuda duyarlı ve hatta bir ölçüde yetkili olduğu görülmektedir.
Meselâ Sa’d b. Ebi Vakkas haram bölgede ağaç keserken suçüstü yakaladığı birisinin malzeme ve elbiselerine el koymuştur.
Hz. Peygamber’in (asm) diğer bazı yerleşim yerlerinde de benzer koruma alanları tesis ettiğini görüyoruz. Mekke’nin fethinden sonra orası da koruma altına alınmış ve bu uygulamayı Hz. İbrahim’in bir sünneti olarak ilân etmiştir.
Mekke ve çevresindeki yeşil alanlar, ağaçlar ve hayvanlar koruma altına alınırken, bu anlayışın İbrahimî gelenekle irtibatlandırılması ise ayrıca anlamlıdır.
Taif de fethedildikten sonra haram bölge olarak ilân edilerek koruma altına alınmıştır. Hz. Peygamber (asm) Zu-Kadr gazvesinden dönerken, Zuraybut-Tavile geldiği zaman Ensar’dan Harise Oğulları: “Ya Rasulullah! Burası bizim deve ve koyunlarımızın otlağıdır, kadınlarımızın çıkacağı yerlerdir” dediler.
Bu sözleriyle onlar el-Gabe’nin yerini kastediyorlardı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm): “Kim buradan bir ağaç kesecek olursa, onun karşılığı olmak üzere bir ağaç diksin” buyurdular. Bu emir üzerine ağaçlar dikildi ve orman meydana getirildi.
Osmanlı toplumunun çevre anlayışı
Osmanlı toplumunun insan ve çevreyle ilgili değer ve davranışlarını da kısaca belirtmek yararlı olacağı gibi, çevre anlayışımızı zenginleştirecektir. Amacımız, Leslie Lipson’un da ifade ettiği gibi, “atalarımızın bulduğu çözümleri taklit etmekten çok, onların sorunlara yaklaşımından veya gösterdikleri canlılık ve enerjiden cesaret alacak kadar bilge olmak” ve kendi sorunlarımızı çözmede tarihimizden olumlu ve yapıcı bir şekilde yararlanmaktır.
Osmanlı toplumunun çevre anlayışının iyi anlaşılması için yukarıda özetlemeye çalıştığımız Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in ‘asm) çevre tasavvurunun anlaşılması önemlidir. Zira İslâm toplumlarında çevre ile ilgili değerleri oluşturan ve bunlara hayat veren değerler bu temel prensiplerdir.
Tarih boyunca insanoğlunun oluşturduğu her medeniyetin ve bu medeniyetlerin hayat verdiği kurumların kendine has özellikleri olduğu görülmektedir. Aslında bir medeniyeti, diğerinden ayıran ve medeniyetler arasında karşılaştırmalar yapmayı mümkün kılan da bu temel niteliklerdir.
Başka bir ifadeyle, medeniyetler belirli dünya görüşlerinin veya felsefelerinin müşahhaslaşmış örnekleri olarak görülebilir. Meselâ, İslâm medeniyeti “manevî bir esasa dayalıdır; insanın varlık bütünüyle ilişkisini ve varlık içindeki yerini iyi kavramasına önem verir. İnsan bu kavrayış bazında iman düzeyine ulaşınca, imanı onu nefsini arındırma, kalbini temizleme ameliyesini sürdürmeye çağırır; kalbini aklını yüksek ilkelerle beslemeye dâvet eder: Kanaatkârlık, onurluluk, kardeşlik, sevgi, iyilik ve takva ilkeleri…”.
Bundan dolayı her Müslüman bütün yapıp etmelerinde bu ilkeleri göz önünde bulundurmak zorundadır.
Aslında Müslüman toplumların tarih boyunca dünyanın muhtelif coğrafyalarında oluşturdukları medeniyetler ile bu medeniyetlerin meydana getirdiği başta şehirler olmak üzere diğer kurumlar incelendiğinde zikredilen bu ilkelerin etkisi “açık-seçik” olarak görülebilir. Bundan dolayı, İslâmî âlem tasavvuru anlaşılmadan bu kurumları anlamanın ve doğru olarak yorumlamanın mümkün olmadığını düşünüyoruz.
Bunun en güzel örneklerinden birisi İslâm şehirlerinin oluşumudur. İslâm şehirleri konusunda uzman olan Jean-Louis Michon, Müslüman ümmetinin ve bütün İslâm şehirlerinin varoluş sebebini “Bir ve Tek olan [Allah’a] ibadet” olduğunu vurgular.
Merhum Halil İnalcık Hoca da Osmanlı şehrinin “İslâm şeriatı idealine dayanan ve bu ideali yansıtan belirli bir fizikî ve sosyal organizasyonun” sonucu olduğunun altını çizer.
İşte bütün bunlardan dolayı, Osmanlı toplumundaki insan-çevre ilişkilerinin Kur’ân’ın dünya görüşü ışığında şekillendiği ve anlam kazandığı vurgulanmaktadır.
Bunun en güzel örneklerinden birisi XV-XVI. yüzyıllardaki Osmanlı toplumunda görmemiz mümkündür. Bu yüzyıllarda yaşayan Osmanlı insanı dinlerinin buyruklarına ve tarihî süreç içinde oluşan örf, âdet ve geleneklerden doğan ilkelere göre düşünmüş, konuşmuş ve hareket etmiştir; günlük işlerini yürütürken, evlenirken, mal-mülk edinirken, miras bırakırken ve bu fani dünyadan ayrılırken hep bu ilkeleri esas almışlardır.
Bu teorik temellendirmeden sonra bu değerlerin Osmanlı örneğinde nasıl algılandığı ve uygulandığıyla ilgili örneklere geçebiliriz.
Osmanlı toplumunda hâkim olan çevre bilincinin günlük hayattaki uygulamasını çeşitli düzeylerde görmek mümkün mahkeme kararları (şeriyye sicilleri) ve toplum hayatından bazı kesitler incelenecektir. Yöneticilerin çevreyle ilgili bakış açıları ve uygulamaları için arşiv belgelerine başvurulurken, hukukî uygulamalar için şeriyye sicilleriyle ilgili araştırmalardan yararlanılacaktır.
Toplumsal düzeyde görülen örnekler için ise, çeşitli sebeplerle Osmanlı ülkesini gezmiş, hatta bir süre ikamet etmiş, toplumu yakından inceleme ve gözlemleme imkânı bulmuş Batılı seyyahların konumuzla ilgili gözlemlerinden faydalanılacaktır.
Osmanlı yöneticilerinin çevreyle ilgili uygulamaları
Osmanlı Padişahlarının çevreyle ilgili kararları (irade, ferman, nişan-ı hümayun vs.) incelendiğinde, bu kararların gerisinde yukarıda ifade edilmeye çalışılan teorik zeminin yattığını görmek zor değildir.
İslâm Medeniyetinin müşahhaslaşmasına sebep olan temel İslâmî ilke ve esasların, Osmanlı yönetici sınıfının çevreyle ilgili kararlarının oluşmasında ve uygulanmasında etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu çerçevede ele alınması ve yukarıdaki teorik çerçeve bazında değerlendirilmesi gereken ilk uygulamalara Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) döneminde rastlanmaktadır.
Haliç’in dolmaması için tedbirler alan Fatih’in, Kâğıthane deresi havzasında hayvan otlatılmasını, bina yapılmasını ve tarla açılmasını yasakladığı görülmektedir. Ayrıca erozyona müsait yamaçların ağaçlandırıldığı ve ormanlardan ağaç kesiminin yasaklandığı bilinmektedir.
Fatih’in “çevre anlayışının” bir diğer delili ise ünlü vasiyetnamesidir. Konumuzla ilgili vasiyetnamesi önemli bir belge olmanın yanında, İslâm Dünya görüşünün de tipik bir örneği olarak değerlendirilebilir. Söz konusu belgenin metni verildikten sonra, kısa bir değerlendirmesi yapılacaktır.
Belge şöyledir:
Ben ki İstanbul Fatihi abd-ı aciz Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kâin ve malûlu’l-hudut olan 136 bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim.
Şöyle ki:
Bu gayr-i menkulâtımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim.
Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar; ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3’de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.
Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar bilâistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası, ya da mümkün ise şıfayâb olalar. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salâh buldurulalar.
Maazalllah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vâkı olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silâh, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedânın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendûleri gelmeyûp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kapılar içerisinde evlerine götürüle.
-DEVAM EDECEK-