Bediüzzaman, “31 mart olayından sonra Hapsedilenlerin yüzde sekseninin suçsuz ve masum oldukları, beraat ve tahliyeleri ile ortaya çıkmıştır. Ekseriyet noktasından değerlendirildiğinde ihbarcıların tamamen garaz ve intikam fikriyle hareket ettikleri ortaya çıkmaz mı? Mahkemeye bir şey demiyorum, ihbar edenler düşünsünler. Sadece yüzde yirmi suçlu iken ihbar edilenlerin tamamını suçlu görmek bir garaz ve intikam fikrinden kaynaklanmıyor mu?” diyor.
Yüzde seksen suçsuz
Kanunları uygulamak önemlidir! Ancak adalette müsavat yani eşitlik çok daha önemlidir. Kanunu bazılarına tatbik ederek cezalandırmak zahiren adalet gibi görünse de herkese uygulanmadığı için gerçekte zulümdür. Kanunu sadece muhaliflere uygulayıp cezalandırmak aynı suçu işleyen kendi taraftarlarını serbest bırakmak adaleti partizanlığa alet etmektir.
Hapsedilenlerin yüzde sekseninin suçsuz ve masum oldukları ortaya çıkmıştır. Ekseriyet noktasından değerlendirildiğinde ihbarcıların tamamen garaz ve intikam fikriyle hareket ettikleri ortaya çıkmaz mı? Mahkemeye bir şey demiyorum ihbar edenler düşünsünler.
Ya da alternatif olarak şöyle de anlaşılabilir. Sadece yüzde yirmi suçlu iken ihbar edilenlerin tamamını suçlu görmek bir garaz ve intikam fikrinden kaynaklanmıyor mu?
Sekizinci sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrûtiyet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
Hürriyetten istibdada kayan çizgi
II. Meşrûtiyet’in ilanında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin rolü büyüktür. Beyrut’tan Şam’a; Selanik’ten Manastır’a kadar teşkilatlanmaları ve Rumeli’deki askeri birliklerde, okullarda ve medyadaki yapılanmalarıyla Sultan II. Abdülhamid meşrûtiyeti ilan etmeye mecbur kalmıştı. Ancak unutmamak gerekir ki meşrûtiyeti bütün Osmanlı desteklemiştir.
Ayrıca İttihat ve Terakki’ye muhalif çok sayıda gazeteci, münevver veya âlim de daha yakın zamana kadar İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde idi. Hapislere ve sürgünlere beraber gitmişlerdi. Hürriyet ve meşrutiyeti beraber ilan etmişlerdi. Daha sonra aralarında fikir ayrılıkları başlamıştı.
Cemiyette önceleri Osmanlıcılık ağırlıkta idi. Sonra İslamcılık nihayetinde Türkçülük ağır basmaya başladı. İttihat ve Terakki meşrûtiyet ile birlikte yönetimde de söz sahibi olunca hürriyet ve meşrûtiyete uymayan baskılar uygulamaya başladı. Parti ve cemiyetin daha önceden orduda güçlü bir yapılanmaya sahip olması ve yönetimde de askerlerin ağırlıklı olması cemiyeti neredeyse askeri ve militan bir teşkilat haline getirmişti. Bu da cemiyetten kopuşlara sebep olmuştu.
İttihat ve Terakki bu ayrılma ve kopuşlara rağmen hürriyet ve meşrûtiyetin semeresini sadece kendisi toplamak istemektedir. Sadece kendisinin hürriyetçi ve meşrûtiyetçi rakiplerinin ise hürriyet karşıtı ve mutlak monarşiye dönmek isteyen mürteciler olarak propaganda etmektedir.
Halk meşrutiyet görünümündeki baskıya karşı
İttihat ve Terakki’nin İslamcılık çizgisine kaymasıyla daha önceden beraber çalıştıkları Rumlar, Ermeniler partiden uzaklaşmışt. Türkçülük çizgisiyle de Arap, Arnavut ve Kürtler cemiyetten soğumuştu.
İttihat ve Terakkiyi destekleyen basın bunun suçunu diğer partilerde arıyordu. Mesela Ahrar Fırkasıyla ilgili Rumlar ve Araplarla işbirliği yaptığına dair sürekli olarak suçlamalar yayınlanıyordu. Yayınlarda İttihat ve Terakkî “Kahraman-ı Hürriyet, Ruh-u Devlet, Cemiyet-i Mukaddese olarak tarif edilmekteydi. İttihatçı olmak bir vatan borcu, karşı çıkmak ihanet olarak nitelenmekteydi. (Stanford J. SHAW-Ezel Kural SHAW; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye İstanbul1983) Tarık Zafer TUNAYA; Türkiye’de Siyasal Partiler. C. 1. İkinci Meşrûtiyet Dönemi (1908- 1918) (İstanbul 1984)
İttihatçıların dışındaki herkesin hürriyet ve meşrûtiyet düşmanı, Rum, Ermeni, Arap, Arnavut ve Kürt ayrılıkçılarının işbirlikçileri olduğu propaganda ediliyordu. Propaganda tekniği neredeyse asırlar önce kendilerinden başka herkesi “kâfir” ilan ederek Hz. Ali’yi (ra) bile şehid eden Harici anlayışın yeniden nüksetmiş haliydi. Fransız ihtifaliyle başlayan dönemdeki kargaşada her muhalife “vatan haini” damgası vurulması da İttihat ve Terakki’nin taklid ettiği propaganda tekniklerindendir.
31 Mart öncesi iyice yükselen bu gerilim insanları hürriyet, meşrûtiyet ve İslamcılıktan soğutmuş hatta tepkiler yükselmeye başlamıştı. Bir kesim “böyle bir meşrûtiyete karşıyım” derken şuursuz kesim “meşrûtiyet ve hürriyete karşıyım” demeye başlamıştı.
Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi insanlar gerçekte hürriyet ve meşrutiyete değil “meşrûtiyet görünümündeki istibdat ve baskıya” karşıydı.
Bediüzzaman Said Nursî soruyordu bunun suçlusu kimdi?
Dokuzuncu sual: Acaba bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibaha etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
31 Mart’ı önlemeyenler
Burada “bahçıvan” yani isyana sebep olanlar ya da İstanbul’u isyancılara teslim edip yağmalatan ve mektepli subayların ölümüne sebep olanlar kimdir?
31 Mart hadiseleri ilk gün bastırılamaz mıydı? Neden Selanik’ten gelecek birlikler beklendi? İstanbul’da asker yok muydu?
Birkaç bin kişiyle başlayan göstericiler derdest edilip tesirsiz hale getirilemez miydi?
Birçok araştırmacıya göre Ali Rıza Paşa’nın Harbiye Nezaretindeki birliği veya Mahmut Muhtar Paşa komutasındaki Hassa Ordusu isyanı rahatlıkla bastırılabilirdi. Ancak Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa bu komutanlara mani olmuştur. (Ecvet Güresin; 31Mart İsyanı) Daha sonra da istifa edip ortalığı adeta isyancılara bırakmıştır.
Sultan II. Abdülhamid de aynı görüştedir, hatıralarında “Hüseyin Hilmi Paşa ve arkadaşlarında beceriksizlik olmasaydı. ‘31 Mart’ olayı bir saatten fazla sürmez, belki de hiç olmazdı.” (Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s. 111)
1500 civarında alaylı subayı ordudan atıp ve binleri geçen memur kıyımını yaptıktan sonra isyanla karşılaşınca da istifa etmek de bir nevi “bahçenin kapısını açmak” gibidir.
Bu arada Hüseyin Hilmi Paşa’nın İttihatçı olduğunu unutmayalım. Neden müdahale etmediği sorgulanmadığı gibi ilerde tekrar sadrazamlıkla vazifelendirilmiştir.
İsyancıları tahrik eden önceki bölümlerdeki sebeplerin tamamı da kapıyı açmak gibidir.
Onuncu sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba biçare milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasaydı, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez miydi?
Hürriyet mi tuzak mı?
Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılananların önemli bir kısmı da fikir ve söz hürriyet kapsamında görüşlerini ve tenkidlerini gazetelerde beyan etmeleri sebebiyledir. Hürriyeti ilan edip ondan sonra da bu hakkı kullananları cezalandırmak bir tuzak değil midir? Nitekim tarihte birçok müstebid bu tuzağı kullanarak bazı hürriyetleri vermiş önlerini açmış sonra da muhalifler ortaya çıkınca üzerlerine giderek onları yok etmiştir.
On Birinci sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Hâlbuki ya müsemmâ-yı meşrûtiyete kendi muhalif veya muhalefet edenlere karşı sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
Elhasıl: Şedit bir istibdat ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermadır. Güya istibdat ve hafiyelik tenâsuh etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş. Belki hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış!
Devam eden istibdat ruhu
Milletin ve kamuoyunun önünde herkes meşrûtiyete yemin ediyor. Meşrutiyete sadık olduğunu, ona uygun hareket ettiğini ve onu koruyacağına yemin ediyor. Hâlbuki meşrutiyete en başta kendi muhalif ya da kendi fırka ve partisinden yanlış hareket edenlere ses çıkarmıyor. Bu milleti ve kamuoyunu yalancılık, bunaklık ve doğruyu yanlıştan ayıramamakla suçlamak değil midir?
Elhasıl şimdi daha şiddetli bir istibdat hüküm sürüyor. Gerek asker ve bürokrasinin meşrûtiyet ve hürriyeti hazmedememesi ve halkın da bunun farkında olmaması ve cehalet sebebiyle istibdat devam ediyor.
Eski Mısır firavunlarının ölmesiyle halk kurtulamazdı. Halk yerine geçen kişide, öncekinin ruhunun yaşadığı ve devam ettiğine yani tenasühe inanırdı. Aynı korkuyla daha genç ve daha güçlü bir bedene yani yeni firavuna boyun eğmeye devam ederdi. Halen kısmen farklı da olsa Hindistan’da da tenasühe inananlar mevcut.
Bediüzzaman Hazretleri burada “istibdat öldü hürriyet ve meşrûtiyet geldi’ sloganlarıyla milleti kandırmayın! İstibdat ve hafiyelik ruhu sizde devam ediyor.” diyor. “Maksatları” diyor “Sultan II. Abdülhamid’ten hürriyeti geri almak değil, hafif ve az istibdadı daha şiddetli yapmakmış” diyerek bazılarının gerçek niyetlerini ortaya çıkarıyor.