Said Nursi’nin daha çocukluğunda başlayan tabiat sevgisinin, onun fikri gelişimiyle beraber geliştiğini ve daha sonra bütün görüşlerinin temelini oluşturduğu söylenebilir.
DİZİ-1: Neden bir orman ahlâkımız yok?
Prof. Dr. İbrahİm Özdemİr
***
Said Nursî: Çevreye duyarlı bir hayat
Said Nursî’nin çevreyle ilgili görüşlerini araştırırken dikkatimizi ilk çeken noktalardan birisi, daha çocukluğundan itibaren onun çevreyle olan yakın ve ilgi çekici ilişkisidir. Nursî’nin daha çocukluğunda başlayan tabiat sevgisinin, onun fikri gelişimiyle beraber geliştiğini ve daha sonra bütün görüşlerinin temelini oluşturduğu söylenebilir.
Dağları, yaylaları, nehirleri, pınarları, ovaları ve bütün bunların içinde yaşayan hayvanları hayret ve merakla incelerken, aynı zamanda bunlara karşı büyük bir sevgi ve şefkat beslediği görülmektedir. İçinde yaşadığı ve yetiştiği toplumsal yapıya baktığımızda, Doğu Anadolu’da hâkim olan tasavvufî bir derinliğin onda baskın olduğunu görmekteyiz.
Çocukluk ve gençliğinden başlayarak çok iyi bir kâinat kitabı gözlemcisi ve okuyucusu olduğunu görmek için Nursî’nin hayatıyla ilgili kitaplara ve yakın talebelerinin tanıklığına bakmak yeterlidir.
Barla’ya sürgüne gönderilirken, kendisine eşlik eden kır bekçisinin havalanan kekliklere nişan aldığını görüce, içerisinde bulunduğu esaret ve zor durumu unutur. Şefkat ve merhametle “şimdi yavrulama zamanıdır” diyerek engel olur.
Başta Barla’da kaldığı evin önündeki Çınar ağacı olmak üzere, kaldığı yerlerdeki varlıklarla adeta bir ünsiyet ve dostluk bağı kurar.
Kısaca, Said Nursî’nin kâinatla ve etrafındaki her şeyle çok farklı bir iletişim kurmuş; bütün mahlûkatla hikmet, şefkat ve merhamete dayalı bir ilişki şekli geliştirmiştir.
Onun bir çevre ahlâkı vardı ve bunu Kur’ân’ın temel öğretisine dayandırmıştı. Bu anlayışını şu temel sorulara tamamen Kur’ânî bir zeminde verdiği cevaplarda oluşturmuştu:
· Kâinatın anlamı nedir? Bu kâinat ve içindekiler nereden gelmekte ve nereye gitmektedir? Kâinattaki güzellik, düzen, ahenk ve mükemmelliğin kaynağı nedir?
· İnsan nedir? İnsanın görev ve sorumlulukları nelerdir?
Felsefî düşüncenin ve tecessüsün ortaya çıktığından bu yana cevaplamaya çalıştığı en temel sorulara/sorunlara Kur’ânî bir bağlamda cevaplar aramak, onun projesinin temelini oluşturmuştu.
Aşık Veysel: Benim sadık yârim kara topraktır
“İnsan-toprak” ilişkisinin en iyi örneklerinden birisi Halk Şairimiz Aşık Veysel’in “Kara Toprak” şiiridir. Mevlânâ için “anne” olan tabiat, Veysel için “sadık bir yar” olduğunu görüyoruz:
“Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi
Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır.”
Bu çalışmanın geri kalan kısmında Müslüman kültürün ortaya koyduğu çevre anlayışını ortaya koymaya çalışacağız.
Müslüman toplumların oluşturmaya çalıştıkları/çalışacakları genelde çevre, özelde ise orman veya toprak ahlâkının bu değerler üzerine inşa edilmesi; en azında bunları dikkate alarak oluşturmaları gerekir.
Bunun için, öncelikle, Kur’ân’ın çevreye bakışı ve âlem anlayışı özetlenecek, Kur’ân’ın ilk muhatabı ve yorumcusu olarak Hz. Peygamberin (asm) çevre anlayışının temel nitelikleri ve yapısı ortaya konulacaktır. Daha sonra Kur’ân ve sünnet ekseninde oluşan ve müşahhaslaşan Osmanlı toplumundaki çevre anlayışından da bazı örnekler verilecektir.
Kur’ân bizlere canlı ve anlam dolu bir çevre takdim eder!
İslâm öncesi Araplar için tabiat, “anlamsız, ruhsuz ve cansız” bir varlıktı. Kur’ân’ın ilk âyetlerinden itibaren, Kâinat Yaratıcısının kudretini, ilmini, iradesini, Celâl ve Cemâlini yansıtan muhteşem bir tablo olarak sunuldu.
Kur’ânî anlayışa göre, bizi kuşatan ve kucaklayan kâinatta her şey anlam yüklüdür; kendisinden ötesine işaret eden bir âyettir; O’nun hakkında bir belgedir.
Bu sebeple Kur’ân’ın âyetleri ile ufuklarda ve insanın nefsinde ortaya çıkan âyetler arasında tam bir örtüşme vardır (41. Fussilet, 53).
Kur’ân terminolojisine göre, Araplar için sıradan ve önemsiz birer nesne olarak görülen tabiat varlıkları Allah’ın varlığının âyetleri olarak yeniden tanımlandı.
[Kur’ân], “yalnız Arapların Allah hakkındaki inançlarının mahiyetini değiştirmiyor, bütün düşünce sistemlerini değiştiriyordu. İslâm’ın Allah tasavvuru, kâinat hakkındaki bütün düşünce yapısını derinden etkiliyordu. (…) Bütün varlıklar ve değerler yeni baştan düzenlenen alanına taşınıyordu. Tek istisnası olmaksızın bütün kâinat unsurları, eski yerlerinden alınıyor, bu yeni alana yerleştiriliyordu.
Dahası Kur’ân, muhatapları ile âlem arasında etik bir boyut da oluşturuyordu. Başka bir ifade ile “Kur’ân’ın öğretisine göre gerçek imâna erişmek için gerekli temel şartlardan biri, çevresini saran tabiat varlıklarını, basit birer eşya gibi değil, fakat Allah’ın insana olan iyiliğinin belirtileri olarak görmesiydi”.
Kur’ân’ın, Hz. Peygamber’in (asm) kişiliğinde muhataplarına ilk emri “oku” idi. Bu sadece yazılı bir metni, kitabı veya ezberden bir şeyi okumanın çok ötesinde bir “oku”maya çağrıydı.
Cahiliye toplumunun âlem tasavvuruna göre “cansız, ruhsuz ve anlamsız olan âlem, bu yeni “okuyuşla” yeni bir anlam kazanacaktı.
Sadece şu âyet bile Kur’ân’ın âlem anlayışında yaptığı köklü değişimi göstermeye yeterlidir: “Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ı tenzih ve tesbih eder” (57. Hadîd, 1; 6. Cuma, 21; 17. İsrâ’, 44).
Bu âyette, Allah inancı ve saygısıyla titreyen ve onu anan bir kalp gibi, bu koca kâinattaki bütün atomların, Allah’ı noksan sıfatlardan uzaklaştıran coşkun bir ruh haliyle O’na doğru harekete geçmektedir.
Sanki, bütün bir kâinat hareket ve hayat içinde ve varlığın tamamı sevinç ve mutluluk içinde tek ses olarak O’nun adını yüceltmekte, yüce, ulu ve bir olan yaratıcıya doğru bir saygı içinde yükselmektedir.
Kalp bu olayı zihninde, içinde canlandırdığında, onun eşsiz bir kâinat tablosu olduğunu görecektir. Bütün taşlar ve bütün çakıllar, bütün tohumlar ve bütün yapraklar, bütün çiçekler ve bütün meyveler; bütün bitkiler ve bütün ağaçlar; bütün böcekler ve bütün sürüngenler; bütün insanlar ve bütün hayvanlar; yeryüzünde bulunan bütün canlılar; suda yüzen bütün canlılar; havada uçan bütün canlılar; bunun yanında göğün sakinleri...
Evet, bütün bu varlıklar, Allah’ı noksan sıfatlardan uzak görmekte ve yüceliği için de O’na yönelmektedirler. Kur’ân’ı okuyan mü’min, kâinatta bulunan her şeyin O’nu tesbih ettiğini idrak eder.
Yerler, gök(ler) ve bunlarda bulunan bütün mahlûklar O’nu tesbih, takdis ve tenzih eder. Maviliği ile gökler, yeşilliği ile tarlalar, göz alıcı bağlar, hışırtılı ağaçlar, ormanlar, şırıltılı sular, nağmeleriyle kuşlar, doğması ve batması ile güneş, yağmur yağdırmasıyla bulutlar, evet bütün bunlar, Allah’ı tesbih eder ve O’nun birliğine şahitlik eder. Fakat “siz bunların tesbihini anlayamazsınız. Çünkü onlar sizin dilinizle tesbih etmezler”.
Görüldüğü gibi, Kur’ân indiği toplumun öncelikle kendisi ve âlemle ilgili kavrayışını kökten değiştirmiştir. Tevhid merkezli yeni bir âlem ve insan modeli oluşturmuştur.
Bütün kâinat Allah tarafından yaratılmıştır. Gökleri güneş, ay ve yıldızlarla; yeryüzünü çiçekler, ağaçlar, bağlar, bahçeler ve çeşitli hayvan türleriyle süsleyen Allah’tır.
Yeryüzünde suları akıtan, gökleri (direksiz) tutan, yağmurları yağdıran, gece ve gündüz arasındaki sınırı koruyan yine Allah’tır.
Kâinat bütün zenginliği ve canlılığıyla Allah’ın, yani kâinatın yaratıcısının eseri ve sanatıdır. Bitkileri ve hayvanları çift olarak yaratan ve onların çoğalmasını sağlayan da yine Allah’tır. Allah daha sonra da insanoğlunu yaratmıştır. Bizler Allah’ın yeryüzündeki emanetçileri ve halifeleriyiz. Tabiatın ve dünyanın efendileri olmadığımız gibi, dünya da dilediğimiz gibi tasarruf yapacağımız veya yapabileceğimiz bir malımız değildir.
Hz. Peygamberin (asm) sünnetinde ağaç ve ormanlar
Hz. Peygamberin (asm) gerek uygulamalarında ve gerekse çeşitli hadis-i şeriflerinde ziraata ve ağaç dikmeye; mevcut ormanlık alanları, ağaçları ve yeşil alanları korumaya; ormanlar teşkil etmeye ve daha Medine’deki ilk günlerinden itibaren büyük önem verdiği görülmektedir.
Bu konuda da Hz. Peygamberin (asm), Kur’ân’ın her şeyi kuşatan ahlâkî öğretisini bizzat yaşayarak ve uygulayarak ümmetine takip edilecek bir örnek oluşturduğu görülmektedir.
Başka bir ifadeyle onun “ağaçlar, ormanlar ve kısaca çevreyle ilgili uygulamaları emir ve tavsiyeleri tâlî ve sıradan bir mesele değil, belki İslâmî Dünya Görüşü’nün çok önemli bir göstergesi ve ifadesi” olarak değerlendirilmelidir.
Müslüman’ın tabiat ve tabiattaki bütün varlıklarla, kısaca kâinatla barışık ve dost olduğunun onlarla kavgalı olmadığının en güzel örneği, Hz. Peygamber’in (asm) bizzat hayatıdır.
Cassas gibi bazı Müslüman âlimler “O sizi topraktan meydana getirdi, sizi orada ömür geçirmeye (veya imara) memur etti” (11/Hûd: 61) âyetini “yerin ziraat, ağaç dikme ve bina yapmak maksadıyla imarının vacip olduğuna delil” olarak değerlendirmişlerdir.
Yerin özellikle “ziraat, ağaç dikme,” yeşil alanların korunması ve millî park alanlarının (hima) ilân edilmesiyle imarının en güzel örneklerine Hz. Peygamberin (asm) hayatında görmek mümkündür.
Şimdi Hz. Peygamber’in (asm) ağaç dikme ve ağaçları korumayla ilgili hadislerinden bir kısmını zikredebiliriz:
Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin [el-Münavi: Feyzu’l-Kadir: 3/30].
Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri ihya edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır. İnsan ve hayvan ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadâka yazılır [el-Münavi: Feyzu’l-Kadir: 6/39; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IV. 67-8].
Kişi kabirde bile olsa yedi şeyden meydana gelen sevap devamlı olarak kendisine ulaşır: Öğretilen ilim, halkın yararlanması için akıtılan su, açılan kuyu, dikilmiş ağaç, yapılan mescid, okunmak üzere bağışlanan Kur’ân ve ölümünden sonra kendisine duâ edecek evlâd [Münavi, 4/87].
-DEVAM EDECEK-