Günümüzde başta ormanlarımız olmak üzere, çevremizdeki canlı-cansız bütün varlıkları korumak için kültürümüzde mevcut bu değerleri anlamamız ve içselleştirmemiz gerekmektedir.
Dizi-3: Neden bir orman ahlâkımız yok?
Prof. Dr. İbrahİm Özdemİr
***
Fatih’in vasiyetnamesi dikkatle incelendiğinde, İslâmî değerlerin bu vasiyetnamenin ortaya çıkmasında ve şekillenmesindeki etkisi açıkça görülebilir. Öncelikle Fatih gibi bir hükümdarın “alın terimle kazandığım” ibaresini kullanması ve bu parayla satın aldığı 136 adet dükkânını Allah için vakfetmesi dikkat çekicidir.
Ancak bu vakıflardan elde edilen gelirin kullanılacağı yer ve biçim daha da önemlidir. Fatih bu gelirlerin kullanım biçimini keyfiliğe mahal bırakmayacak bir netlikte belirtmiştir.
Buna göre:
1. İstanbul’un her sokağına ikişer kişinin tayin edilmesi,
2. Bu görevlilerin sokakların sağlık açısından temizliğini temin etmeleri ve bunun karşılığında ücretlerini almaları,
3. Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3’de yara sarıcının tayin edilerek, ayın belli günlerinde İstanbul’u baştan aşağıya tarayarak (bilâistisna her kapuyu vuralar) o evde hasta olup olmadığını sorup, varsa tedavileri ve şifaya kavuşturulmaları için gerekenin yapılması.
Burada dikkat çeken husus Fatih’in Müslüman olmayan ve günümüzde “öteki” olarak algılanan bütün gurupları herhangi bir ayırım yapmadan bu hizmetten yararlandırmasıdır. Gerekli görülen hastaların Darülacezeye kaldırılarak orada tedavilerinin sağlandığı, yine burada da hiçbir ayırım gözetilmediği görülmektedir.
4. Herhangi bir ekonomik kriz anında hastaların temel gıda ve beslenmelerinin sağlanması için avcıların yine vakıf tarafından sağlanan silâhlarla dağlara çıkarak vahşi hayvanları avlamaları.
Fatih’in avlanmayı sadece belli bir ekonomik kriz anına tahsis etmesi, hayvanların yavrulama ve yumurtlama zamanlarını hesaba katması bu konuda her Müslüman için örnek modeli oluşturan, Hz. Peygamber’in (asm) konuyla ilgili uygulama ve uyarılarını hatırlatmaktadır. Bunlar: Av peşinde koşmanın gaflete neden olduğu, sadece eğlenmek için yapılan avcılığın yasaklanması, “haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Cenab-ı Hakk’ın kıyâmet gününde hesap soracağı ve ayrıca Hz. Peygamberin (asm), kuşların yuvalarının bozulmamasını, yumurta ve yavrularının alınmaması konusundaki şiddetli emirleridir.
5. Dahası külliyede bina ve inşa eylediği imarethanede şehit ve şühedâ aileleri ile İstanbul fukarasına yemek verilmesi. Ancak burada öyle bir incelik gözetilmiştir ki, bu da fakir olmasına rağmen bu tür hayır kurumlarına gelmeyi kendine yedirmeyen kişi ve ailelerin bulunabileceği; bu sebeple bunların tesbit edilmesi ve bu hassasiyetlerinin ve izzet-i nefislerinin rencide edilmeden bunlara ulaşılmasıdır. Bunun için de özellikle de “güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde [yemeklerin ve gıda maddelerinin] evlerine” ulaştırılması.
Çevreyle doğrudan ilgili diğer bir konu ise başta ormanlar olmak üzere yeşil alanların korunması ve ağaç kesiminin belli bir rejim ve düzene bağlanarak genç ağaçların kesiminin engellenmesidir. Başka bir ifadeyle, ülkenin ağaç kaynaklarının, zarurî ihtiyaçlar için de olsa, belli bir sisteme göre tüketilmesi belli bir esasa bağlanmasıdır.
Konuyla ilgili 1559 tarihli bir arşiv belgesinde, özellikle Eşme, Dikme ve Sapanca Dağları zikredilerek, bu dağlardan gemi yapımı için gerekli olan ağaçların kesinlikle kestirilmemesi istenmektedir. Bununla beraber halkın yakacak ve diğer ihtiyaçları göz önüne alınarak gemi sanayiî için elverişli olmayan ve ”hurda odunluk” olarak adlandırılan ağaçların ve yerlerin belirlenerek kesimin buralardan yapılması istenmektedir.
Devlete ait ağaçların kesilmesinin engellenmesinin yanında, “sefer” gibi kutsal bir amaç için yola çıkıldığında bile “ekili tarlaların ve çayırların” çiğnetilmemesi için emirnamelerin çıkarıldığı görülmektedir. 1566 tarihli bir belge adeta birinci halife Ebu Bekir’in ordusuna verdiği talimatı hatırlatmaktadır.
Dikkatle incelendiğinde, her iki talimatın da İslâm’ın adalet ve ahlâk anlayışının sonucu olduğu görülür. Dahası, bu anlayışın sıradan kişileri olduğu kadar devlet başkanlarını da aynı şekilde bağlaması dikkat çekicidir. Rumeli Beylerbeyine yazıldığı anlaşılan belgede ise “…re’âyânın tereke ve çayırının” askerlere çiğnettirilmemesinin yanı sıra askerlerin karşılıksız olarak kimseden bir şey almaması istenmektedir.
Dünyanın en büyük arşivlerinden biri olan Osmanlı Arşivi’ndeki konuyla ilgili belgeler dikkatle incelendiğinde, Osmanlının insan-çevre ilişkisiyle ilgili geliştirdiği tavrın, İslâm Medeniyetinin konuyla ilgili tavrının güzel bir örneği olduğu görülür. Özellikle de Tanzimat’tan sonra çevreyle ilgili önemli gelişmelerin ve sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıktığına dikkat çekilmelidir.
Bunların en dikkat çekenleri ise, 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, 1870 yılında çıkarılan Orman Nizamnamesi, 1876 yılında tamamlanan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’dir. Özellikle Mecelle çevreci bir bakış açısıyla incelendiğinde, çevreyle ilgili birçok konunun ele alındığı ve düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir.
Yine 1906 yılında Asar-ı Atika (Eski Eserler) Nizamnamesi’nin çıkarılması ve kültürel çevrenin korumaya alınması, 1912 yılında Prens Said Halim Paşa’nın başkanlığında “İstanbul Asar-ı Atika Muhipler Cemiyetinin” kurulması zikredilebilir.
Bu derneğin temel amaçlarından bazılarının “İstanbul’un sanat eserlerini, tarihî ve kültürel mirasını ve güzelliklerini tanıtmak; halkın estetik bilincini yükseltmek” olduğu dikkat çekmektedir.
1848-1864-1882 yıllarında çıkarılan Ebniye Nizamnamesi ve kanunu da yine çevre ile ilgili yeni düzenlemeler getirmiştir. 1913 tarihli Köy Talimnamesi’nin köylerin kurulacağı yerin havasının temiz olması, çevrede bataklık bulunmaması, yine çevrede akarsu bulunması gibi şartlar getirdiği görülmektedir.
Batılı seyyahların şahitliği
Osmanlı insanının, sadece hayvanların bakım ve beslenmeleri için vakıflar kurmakla yetinmediler.
Hastalandıkları zaman, hayvanların tedavi işleriyle de uğraşıldığı; bu maksatla hayvanlar için özel hastanelerin açıldı.
XVII. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastanenin varlığından bahsetmektedir.
Osmanlı toplumundaki insan-çevre ilişkisini en iyi tasvir edenlerden biri ünlü Fransız şair Lamartine’dir:
“…canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Türkler, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar”.
Dikkat çeken diğer bir nokta ise, vakıfların hayat verdiği mimarî eserlerin çevre düzenlenmesi, mimarî şekli ve diğer nitelikleriyle de çevresi ile uyum içerisinde olmalarıdır. Osmanlı vakıf binaları incelendiğinde, bunların çevresindeki nefis ve zarif kuş evlerinin, zarif bir taç gibi bu binaları süslediği görülür.
Böylece mimarî eserlerle tabiat ve çevre arasında bir uyum sağlanmış, bu binalarda yaşayan insanların stressiz ve dengeli bir hayat sürmeleri hedeflenmiştir.
Sultan II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed Han dönemlerinde, Edirne’de bina edilen Dâru’ş-Şifâ ve Bîmarhâne’lerde hastaların klâsik mûsıkî, ney sesleri, güzel Kur’ân kırâ’etleri, bülbül sesleri, güzel çiçeklerle, nefis kokulu gül bahçeleri içinde, akarsu sesleri ile tedavi edildikleri görülmektedir. (Tayşi, 1992)
Osmanlı toplumunun ağaç ve yeşilliklerin korunması konusundaki titizliğini en güzel tasvir edenlerden birisi Fransız doktor A. Brayer’dir. Doktor, İstanbul’da yaşayan bir Hıristiyan hastasının Müslüman komşularının tepkisinden çekinerek kendi bahçesindeki ağacı kesmeye cesaret edemediğini aktardıktan sonra şu tesbiti yapar: “Müslüman Türklerin asırlardan beri gölgelerinde dinlendikleri bu güzel tabiat mahsullerine karşı besledikleri hürmet sâyesinde Türkiye’de altı, sekiz ve hattâ on ayak çapında çınarlar vardır”.
İslâmî değerlerin gündelik hayatını şekillendirdiği görülen Osmanlı Müslüman toplumunun, hem insana, hem de diğer bütün varlıklara karşı sevgi ve hürmete dayanan bir anlayış geliştirdikleri görülmektedir.
Bu anlayışın bir sonucu olarak, farklı din, dil, ırk ve kültüre mensup insanlarla olumlu ilişkileri geliştirirken, içerisinde doğduğumuz ve yaşadığımız çevreyle de sevgi, merhamet ve emanete dayalı bir anlayış ve tavır geliştirdiği görülmektedir.
Bu anlayışın dayandığı temel irdelendiğinde ise, diğer unsurların yanında asıl belirleyicinin İslâmî Dünya görüşü olduğu görülmektedir.
Bu temel ve belirleyici değerlerin Padişahtan tutun da sıradan halka kadar toplumun bütün kesimlerine nüfuz ettiğine ulaşabildiğimiz mevcut veriler şahitlik etmektedir. Bununla beraber, bu değerlere göre davranmayan ve çevreye zarar verenleri ise, yine bu değerlerin vücuda getirdiği hukukî müeyyidelere muhatap oluşlardır.
Sonuç:
Sonuç olarak, günümüzde başta ormanlarımız olmak üzere, çevremizdeki canlı-cansız bütün varlıkları korumak için kültürümüzde mevcut bu değerleri anlamamız ve içselleştirmemiz gerekmektedir.
Aldo Leopold gibi çevreci düşünürler bu değerleri âdete “yoktan var etmeye” çalışırken, bizim kendi kültürümüzdeki bu değerleri günümüze taşımamız ve çağdaş bir zihinle yeniden üretmemiz ve inşa etmemiz gerekmektedir.
Amacımız “atalarımızın bulduğu çözümleri taklit etmekten çok, onların sorunlara yaklaşımından veya gösterdikleri canlılık ve enerjiden cesaret alacak kadar bilge olmak”; günümüzde karşı karşıya olduğumuz sorunlara çözümler üretmektir.