Bediüzzaman, Dinin demokrasi, hak ve hürriyetlerle insanî değerleri târifiyle siyasete bakışını bundan yüz on yedi sene önce dikkat çeker.
Daha 1907’de gittiği İstanbul’da “on beş senedir zihninde taşıdığı hürriyet-i şer’iye” ile Şark’ta “neşr-i maarif”le eğitimin ıslâhıyla medreselerde dinî ilimlerin yanısıra fen (müsbet) ilimlerin beraber okutulması isteğini iletir.
“Meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle her nevide (her alanda) uyandırır” tesbitiyle ulemâda, medreselerde ve talebede bir nevi meşrûtiyeti netice veren ‘çâre” ile “mekteplerde dinî ilimleri bihakkın okutmayı ve medreselerde lüzumsuz kalan hikmet-i atîkaya (eski zamalardaki felsefeye) bedel fünun-i lâzime-i cedidenin (gerekli olan yeni ilimlerin) tahsilini” teklif eder. (Eski Said Dönemi Eserleri, 154)
Bediüzzaman’a göre “dünyevi saadetimiz meşrutiyettedir ve istibdattan herkesten ziyâde biz (millet) zarardîdedir.”
Bu mânâ ile Osmanlın son devrinde selâtin camilerinde umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla onları “Avrupa’nın zünun-u fâsidesi (bozuk kötü zanları) olduğuna dikkat çeker. “İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrûtiyet, adâlet ve Şeriattır” tesbitiyle İslâmın istibdadı şiddetle reddini ve bir din âlimi olarak meşrutiyeti / demokrasi ve cumhuriyeti din nâmına alkışladığını yazar. Dönemin gazetelerine yazdığı makalelerinde; daha sonra telif ettiği eserlerinde, mahkeme müdafaalarında, mektuplarında her vesileyle “ruh-u meşrûtiyet (meşrûtiyetin ruhu) ve hayatı şeriattandır (dindendir)” fikrini telkin eder. (Divân-ı Harb-i Örfi, 21-25)
“EFKÂR-I AMMENİN MECLİS’TE TEMSİLİ...”
Millet hâkimiyetinin, “mebusânın (milletvekillerinin) hür olup hiçbir tesir altında kalmadığı efkâr-ı âmmenin (kamuoyunun) misâl-i mücessemi (cisimleşmiş hali) olan Meclis’in temsil ettiğini ve Meclis’in içinden çıkan hükûmetin “hâdim ve hizmetkâr olduğu” hürriyetçi demokratik esası izâh eder. (Münâzarât, 22,23,41,42; Sünûhat, 51 - 52)
“Rey-i vâhidi istibdad”ın “tahakküm ve muâmele-i keyfiye olduğunu”nu nazara veren Bediüzzaman, Meclis’in hâkim olduğu “demokratik parlamenter sistem”le “tek kişilik rejim”i, “eskide rey-i vâhid idi, milletten suâl yok idi; şimdi meşverettir, milletten suâl edilir. Millet, ‘ne için?’ der; ona, ’Ne istersin?’ denilir, işte bu kadar” diye özetler. (Münâzarât, 31,32,40)
“Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı ammenin misâl-i mücessemi olan mebusan hâkimdir; hükûmet hâdim ve hizmetkârdır” beyânının günümüzdeki izâhıyla “rey-i vâhid-i istibdat” dediği “tek kişilik yönetim”e karşı “mûteber olan meyelân-ı âmmenin (umumun isteğinin)” ve “efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) Meclis’te temsili”nde hep ısrarcı olur.
Mebuslara hitabında “cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrûtiyeti adâlet, meşveret ve kanunda cem-i kuvvetle (kuvvetin kanunda olmasıyla) bir esâs-ı metine (güçlü dayanağa) istinadla (dayandırmakla) istikbâlimizi tekeffül ettiğini” belirtir. (Divân-ı Harb-i Örfi, 69-728)
“KAVMİN EFENDİSİ ONA HİZMET EDENDİR”
Cumhuriyetin başında Ankara’da “hoşâmedi” merâsimi ile karşılandığı Meclis’te neşrettiği beyânnâme ile vekillere, “Meclis-i Âlinin mânevî şahsiyetinin sahib olduğu kuvvet cihetiyle, saltanat mânâsındaki hükümeti üzerine aldığı gibi hilâfeti de üzerine aldığını anlatıp “Halife-i şahsî, ancak Meclis’e istinad ile (dayanmakla) o vezâifi (vazifeleri) deruhte edebilir (yerine getirebilir)” ikazıyla Meclis’ten çıkan hükûmetin Meclis’e dayanmasını kaydeder.
Daha sonra “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” (Deylemî, Müsned, 2: 324) hadisinin anlamıyla “Memuriyet emirlik ise reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık ve hürriyet-i vicdan İslâmiyet’in bu kanun-i esasisine (temel yasasına) dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer, istibdad mutlak keyfî olur” düsturunu bildirir. (Emirdağ Lâhikası, 386)
İSTİBDATIN TASFİYESİ ŞARTTIR
Yine Bediüzzaman’ın beyânıyla “dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-i hayatın buharı olan hürriyetteki irâde-i cüz’iyeyi istibdat ve tahakkümün belâsından kurtaran meşrutiyet-i meşruadır (dinin de tasvip ettiği meşrutiyet/demokrasi/cumhuriyettir.)” (Eski Said Dönemi Eserleri, 163)
Bu bakımdan, Bediüzzaman’ın 1908 sonrası için yaptığı “âlihimmet olanlar o hâdisede sukût ettiler, garazkâr cerideler hakîki hürriyetin sedâsını susturdular, Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı, fedakârları dağıldılar” tasvirine benzer vetirede dağılmış “ahrârlar”ın / demokratların toparlanması için öncelikle “istibdadın tasfiyesi” şarttır.
“Sulh-u umumî (genel barış), aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz (kayırmacılığın kaldırılması) için “hakkın hatırını âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez” esasıyla “tek parti rejimi”ne karşı “vatan, millet, din nâmına mükellef olduğu ‘büyük vazife” kararlılığını gerekir. (Divân-ı Harb-i Örfi, 39-40; Tarihçe-i Hayat, 490)
Ve bu temel tesbitle, “def-i şer, celb-i nef’â râcihtir (tercih edilir)” hakikatiyle siyasetteki istikameti belirler. “Şimdi cehâlet cihetiyle hükümfermâ olan şedit (şiddetli) istibdat”tan kurtulmanın; vatanın ve milletin selâmeti, demokrasi, hukuk, hak ve hürriyetler ekseninde demokratik işbirliğiyle mücadele verilmesi gereğini ders verir. (Eski Said Dönemi Eserleri, 144)
Bugün siyasetin Bediüzzaman’ın “istikamet dersi”ne ihtiyacı vardır…